Seçim sürecine girilmesiyle birlikte tüm hesapların ve sözlerin seçime endekslendiği görülüyor. Yer yer seçimlerin her şeyin önüne geçtiği, tek belirleyici gündem olduğu dikkate alındığında böylesi bir yaklaşımın birçok olayı görmeyi engellediğini söylemek mümkündür. Saray/AKP/MHP iktidarının yargı dahil tüm devlet kurumlarını kendi geleceğini olduğu kadar kurmak istedikleri toplumsal düzeni inşa etmek için de harekete geçirdiği biliniyor. Seçimlerde kullanmak amacıyla birlikte özünde tüm muhalefete gözdağı da içeren Gezi Davası, Kobani Davası, Diyarbakır’da aralarında tutuklu gazetecilerin de bulunduğu 18 gazetecinin davası, 2014 yılında yaşanan Soma maden katliamını protesto eden Ege Üniversitesi’nden 30 öğrenciye dokuz yıl sonra 102 yıl ceza verilmesi gibi çok sayıda olay iktidarın en küçük bir eleştiriye dahi tahammülünün olmadığını göstermektedir. Elbette yalnızca tahammül değil, asgari düzeyde muhalefetin, hak mücadelesinin bile olmadığı bir toplum düzenidir istedikleri. Bu yargılama ve kararlarla birlikte aşağıda belirttiğimiz bazı davaların da hemen seçim öncesine alınması aynı zamanda seçimlerde iktidara propaganda malzemesi yaratmayı amaçlamaktadır.
Geçtiğimiz hafta Yeşil Sol Parti’nin İzmir ve Ankara’da seçim bürolarına yapılan saldırılar, TKP Diyarbakır milletvekili adayının evinin basılması ve sonra ‘yanlışlık oldu’ denilmesi, daha önceki haftalarda İstanbul’da İYİ Parti binasının kurşunlanması ve CHP parti binasının önünde havaya ateş edilmesi gibi olaylar iktidarın gözdağı vermekle birlikte fiili saldırıları da içeren adımlarda tereddüt etmeyeceğini gösteriyor. HDP’ye yönelik kapatma davası, CHP İstanbul İl Başkanı Canan Kaftancıoglu’na ceza verilmesi, İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı Ekrem İmamoğlu’na siyasi yasak istenmesi, daha önce ceza verilme gereği görülmeyen MİT Tırları Davasının nisan ayının başında yeniden açılması ve Enis Berberoğlu ile Erdem Gül hakkındaki davanın yeniden görülmeye başlanması ve ceza istenmesi, İHD Eş Genel Başkanı Eren Keskin’in sosyal medya paylaşımı gerekçe gösterilerek gözaltına alınıp serbest bırakılması, Cumartesi İnsanları olarak bilinen kayıp yakınlarının basın açıklamalarına izin verilmeyerek gözaltına alınmaları, doğrudan iktidara yönelik kamu çalışanları ve işçi eylemlerinin polis baskısıyla engellenmesi iktidarın yasakçı, baskıcı zihniyetinin sonuçlarıdır.
Özellikle Kobani Davası’nda yargılananların avukatlarının mahkemeye ‘neden bu kadar acele ediyorsunuz, sorusuna mahkeme başkanının verdiği ‘hayat kısa’ yanıtı iktidarla birlikte artık iktidar aygıtı durumuna dönüşmüş devlet kurumlarının ve yargının tavrını göstermesi açısından önemlidir. Yeşil ve Sol Parti’ye yönelik olarak HDP’nin devamı olduğu gerekçesiyle kapatılabileceği söylentileri yalnızca bugünün değil yarının da ipuçlarını vermektedir.
Seçim gündemi nedeniyle yeterince ilgi görmeyen TBMM Başkanı Mustafa Şentop’un sahibi olduğu Üsküp’te faaliyet gösteren Balkan Üniversitesi’ndeki diploma yolsuzluğu, sınava ve derslere girmeden insanlara diploma verildiği ve bu diplomalar ile Türkiye’de kamu kurumlarına işe girildiği iddiaları milyonlarca gencin geleceğinin ve haklarının nasıl çalındığını göstermektedir. Saray/AKP/MHP iktidarı ve işbirlikçileri kendilerinden olmayanlara, onların çocuklarına mevcut düzende yasalarla tanımlanmış hakları bile çok görürken, bu yasa ve mevzuata göre başarısız olan kendi çocuklarını, akrabalarını, yandaşlarını yine bu düzene göre yasadışı yollarla ve hak etmedikleri yerlere yerleştirmekte sakınca görmemektedir. Bu iktidar başarılı emekçi çocuklarının tesadüfen bile olsa aradan sıyrılmasına tahammülü olmayan, tek ölçütü yandaşlık ve kullanışlılık olan bir iktidardır. Benzer bir durum kamuya işe alımlarda yıllardır yaşanan mülakat yolsuzluklarında da görüldüğü ve tepki çektiği için Tayyip Erdoğan seçim vaadi olarak mülakatları kaldıracaklarını söyledi. İktidar bu yolla devlet kurumlarında kadrolaşıp, adrese teslim işe alımları yapmamış, kadrolaşmamış gibi seçimlerden sonraki vaadi mülakatı kaldırmak oluyor. Şu an neden kaldırmadıkları yönündeki soruları da duymuyor.
Saray/AKP/MHP iktidarı ve tarikatlarıyla, sermayesiyle tüm bileşenleri kendi gelecekleri ve iktidarları için devlet gücünü de kullanarak emekçilerin tüm geleceklerini çalmakta, sahip oldukları gücü, serveti, olanakları bu sayede sürdürmektedirler. Dolayısıyla sosyalistlerin, devrimcilerin, emekten ve yaşamdan yana olan tüm güçlerin adaletten ekonomiye, istihdamdan çevreye, eşitlikten sağlık ve eğitime kadar her alanı kapsayan bütünlüklü ve sürekli bir mücadele programı doğrultusunda hareket etmeleri, yaşamın her alanını kapsayan ve örgütleyen mukavemet hattını örmeleri zorunludur. Tayyip Erdoğan’ın Selahattin Demirtaş dahil AİHM’nin serbest bırakılmaları yönündeki kararlarıyla ilgili olarak ‘Türkiye’nin hukuk devleti’ olduğunu söylemesi, seçimlerde ittifak ortağı olduğu HÜDA PAR ve YRP’nin kadın haklarına, 6284 sayılı yasaya, medeni haklara, LGBT+ bireylere yönelik olarak yapmış oldukları açıklamalar daha önceki değerlendirmelerimizde de belirttiğimiz gibi Türkiye’nin en gerici bloğuyla karşı karşıya olduğumuzu göstermiştir. Seçimler bu yanıyla önemli olmakla birlikte seçim sonuçlarından bağımsız olarak bu anlayışın Meclis’e taşınması, daha çok görünür olması gibi olasılıklar önümüzdeki yıllar için toplumsal, siyasal, kültürel, hukuksal bir tehdit olarak görülmelidir.
İktidar ve bileşenleri yukarıda saydıklarımızla birlikte geçtiğimiz yıl birçok örneğini gördüğümüz festival, konser yasaklarının bir benzerini geçtiğimiz hafta Kızılcık Şerbeti adı diziyi beş bölüm yasaklayarak kurmak istediği toplum düzeninin bir örneğini daha gösterdi. RTÜK aracılığıyla haber ve tartışma programları dahil iktidarı rahatsız eden yayınlara anında yasak ve ceza verilmesi, muhalefete yönelik çok daha ağır ifade ve programların düşünce ve ifade özgürlüğü kapsamında görülmesi ve bu alanlarda muhalefetin yükseltilememesi önemli bir sorundur. Söz konusu dizinin olduğu saatte iktidarın gerici propagandasını içeren İslamofobi başlıklı belgesel yayınının ceza olarak konulması iktidarın gelecekte her alanı tek sesli hale getirme isteğinin son örneği olarak görülmelidir.
KRİZ DEĞİL SOYGUN
2018 yılından bu yana yoğunlaştırılan emekçiden alıp zengine verme üzerine kurulu ekonomi politikalarının sonucu olarak emeğin milli gelirden aldığı pay %26’lar seviyesine kadar düşmüş durumdadır. TÜİK aracılığıyla belirlenen ve yapay ve olduğundan düşük enflasyon verilerine göre belirlenen ücretler gelir dağılımının emekçilerin soyulmasıyla sonuçlanmaktadır. İktidar seçimleri kazanması durumunda Yeni Ekonomi Programı olarak sunduğu bugünkü politikaları sürdüreceğini açıklayarak gelecekte de soyguna devam edeceğini, ücretlilerden ve yoksul halk kesimlerinden sermayeye, yandaşlara kaynak aktarmaya devam edeceğini belirtmiştir.
CHP Milletvekili Veli Ağbaba yılın ilk üç ayında 35.774 esnafın sicilden ve meslekten terkini yaparak iflas ettiğini, başkanlık sistemine geçildiği tarihten bugüne kadar toplam 583.314 esnafın iflas ettiğini açıkladı. Bu veriler yalnızca emekçilerin değil küçük esnafın da soyulduğunu ve yoksullar, işsizler arasına katıldığını göstermektedir. İktidar ısrarla büyüme rakamları açıklayarak ekonominin iyi gittiğini belirtirken ücretlilerin, küçük esnafın, çiftçilerin yaşadığı gerçeklik küçülmedir, yoksulluk ve açlık sınırı altında sefalet ücretine mahkum olmaktır. 2018 yılında emeğin milli gelirden aldığı pay %34,8 iken bugün %26,5 olmuş, aynı dönemde sermayenin aldığı pay ise %47,5’ten %54,5’e yükselmiştir.
Emekçilerden sermayeye kaynak transferine dayanan bu soygun ekonomisi iktidar aygıtı olarak görev yapan devlet kurumları aracılığıyla planlanmakta ve sürdürülmektedir. Yukarıda da değindiğimiz gibi yargı süreçleri gibi TÜİK’de, kolluk güçleri de, başta Çalışma Bakanlığı olmak üzere ilgili tüm kurumlar ve sarı sendikalar el birliği ve işbirliği içinde bu soygunun araçları durumuna getirilmişlerdir. Dolayısıyla verilecek sınıf mücadelesi işyerlerini olduğu kadar belirttiğimiz kurumları da içerecek biçimde örgütlenmek zorundadır. Toplu iş sözleşmesi, asgari ücret belirleme dönemlerini beklemeksizin, bu dönemlere bağlı olmaksızın yürütülecek sınıf mücadelesinin tüm bileşenlerle birlikte sürdürülmesi için yöntem ve araçları yaratmak tüm sosyalistlerin, devrimcilerin ve emekten yana güçlerin sorumluluğudur. Geçtiğimiz yıllar tek başına hiçbir örgütün yeterli ve kalıcı başarı elde edemediğini göstermiştir. Bu açıdan seçimleri olduğu kadar seçimler sonrasını da düşünürken emek hareketinin örgütlenmesini ve ortak mücadelesini de düşünmek ve örgütlemek zorundayız.
DEPREM VE İKTİDAR
Deprem sonrası yaşananları hep birlikte gördük ve yaşadık. İktidar depremi fırsata çevirmek için her yolu ve aracı kullanmaya devam ediyor. Deprem sonrası ilan edilen OHAL ve Antakya başta olmak üzere bazı yerler için kentsel dönüşüm kararı alınması iktidarın buraları operasyon alanına dönüştürmek istediğini gösteriyor. Bir yandan binlerce yeni bina ve inşaat faaliyetinin sağlayacağı büyüme ve rantı düşünürken, bir yandan da buralardaki demografik yapıyı yeniden düzenleme hesapları yapıyor.
Özellikle Hatay’la birlikte bazı bölgelerde hala daha çadır, su, hijyen malzemesi gibi temel ihtiyaç malzemelerinde eksikliklerin giderilmemiş olması tek başına yetersizlikle açıklanması mümkün değildir. İktidarın yaklaşımını en net ortaya koyan açıklama ise Hatay’da AKP seçim bürosunun açılışında konuşma yapan emekli bir din dersi hocasının; “Antakya farklı din ve mezheplerden oluşmaktadır. Bizim görevimiz bunları tamamen ortadan kaldırmak. Ben bu depreme felaket demiyorum, rahmet diyorum. Bu deprem Allah’ın kırbacıdır…” Resmi sayılara göre 50 binden fazla insanın öldüğü, 15 milyon insanın doğrudan etkilendiği bir felaketi rahmet olarak gören anlayış her alanda kendini göstermektedir.
Her yıl 2000’den fazla insanın iş cinayetlerinde öldüğü Türkiye’de bu ölümleri mesleğin fıtratında var diyerek normalleştiren, kadın cinayetlerini engellemeye yönelik düzenlemeleri yapmak ve uygulamak yerine İstanbul Sözleşmesi’nden çıkan, 6284’ü tartışmaya açan, kadınların kılık kıyafetlerini sorgulayan, algı yaratmak uğruna bilim ve teknikten uzak işlemler nedeniyle yaşanan ölümleri kader, yoksulluğu ve açlığı sınav olarak gören anlayış tüm insanı değerleri kullanarak bu ölümleri, hukuksuzlukları ve açlığı kalıcı hale getirmeye çalışıyor.
Bu yüzden seçimlerle birlikte seçim sonrasını da içeren bir mücadele tam anlamıyla bir gelecek mücadelesidir. Saray/AKP/MHP ve bileşenlerine karşı verilecek mücadele sisteme karşı da mücadeleyi içermeli, iktidar değişikliği sonrası restorasyon politikalarına karşı da sürmelidir. Bu yaklaşımın gereği olarak özellikle sosyalistlerin, devrimcilerin, emekten ve yaşamdan yana olan parti ve örgütlerin kurmuş oldukları ittifaklar seçim sonrası da birlikte mücadele yollarını, yöntemlerini düşünerek politika üretmeleri önemlidir. İttifak bileşenlerinin birbirleriyle ilişkilerinde gelecekte verilecek mücadeleleri de düşünmeleri, gözetmeleri gereklidir. Yer yer yaşanan iç tartışma ve gerilimlerin sürecin yansımaları olduğunu kabul ederek, gelecekteki ortak mücadele ve bir araya gelişleri zedelememesine özen gösterilmesi, sosyalistlerin, devrimcilerin rakip değil yoldaş olduğu unutulmamalıdır.