yeni yılın ilk yazısı için gerçekten yeni olan, yeni olacak olan ne olabilir diye düşünürken yeni yıl dediğimiz şeyin bir günlüğüne de olsa eski ama eskimeyen, eski fakat yarına da sarkan acılarımızdan, yoksunluklarımızdan, kırgınlıklarımızdan bir günlüğüne de olsa kurtulma isteği olduğunu düşündüm… gerçekte insan sahip olduğu belleğe rağmen unutarak kendini savunan/ koruyan bir canlıdır… yoksa yarına ilişkin düşler kurmak, planlar yapmak, beklentiler içine girmek nasıl olanaklı olabilirdi ki… bu savunma/ korunma ‘yeteneğimiz’ olmasaydı büyük çoğunluğumuz çıldırırdı sanırım.
yeni yıla girerken tüm dünyanın aynı günde farklı biçimlerde olsa bile aynı duygular, aynı düşünceler ve aynı dilekler etrafında buluşmasını nasıl açıklayabiliriz…? daha küçük ölçeklerde olmakla birlikte dini ve ulusal bayramlarda (hatta büyük yıkımlar sonrasındaki toplumsal yaslarda) gördüğümüz ortaklaşma sözünü ettiğim savunma/ korunma yeteneğimizin toplumsallaşması değil mi…? yeni yıldan birkaç gün öncesinde ve birkaç gün sonrasında medya araçları üzerinden yapılan yıllık değerlendirme, hafıza tazeleme yazı ve söyleşilerinin etkisinin saman alevi gibi olmasını nasıl açıklayacağız…?
evet, unutmaya meyilli oluşumuz kadar, toplumsal hafızamızı diri ve güncel tutacak, yeri ve zamanı geldiğinde bize anımsatarak yarını, yarınları düşündürecek bir örgütlenmeden yoksun oluşumuzu da eklemem gerekiyor… dünü ve bugünü unuttuğumuz için yarını kurmakta, geleceği örgütlemekte zorlanıyoruz. yazımın başlığındaki soru üzerinden gidersek; ülkemizde ve dünyada milyonlarca insanın ölümünü hazırlayan olaylar ilk gerçekleştiğinde bilimsel ve insani tepkilerimizi örgütlü ve sürekli biçimde yaşama geçirebilseydik benzer acıları yaşamamıza neden olaylar tekrar edebilir miydi? ya da öfkemizin soğumasına ve yanlış adreslere yönelmesine izin vermeseydik…?
bu sorularımı sormama neden olan acıların, yoksunlukların çok boyutlu, ulusal ve uluslararası kökenleri olduğunu biliyorum elbette… fakat en alt düzeyde, yerelde, yanı başımızda yaşanan benzer sorunlara karşı ne yaptığımız, nasıl tavır aldığımızdan yola çıkarsak eğer yine unuttuğumuz (bazen ‘görmediğimiz’) gerçeğiyle yüzleşeceğiz… maden işletmesinden emekli bir işçi olarak şöyle soruyorum kendime; (en yakın tarihten başlayarak) 1983’te 103 kişinin öldüğü Armutçuk Grizusu sonrası yeterli, gerekli, sonuç alıcı bir toplumsal tepki ortaya konulabilseydi 1992 yılında 263 kişinin öldüğü Kozlu Grizusu yaşanır mıydı? Kozlu Grizusuna yeterli ve gerekli toplumsal tepki verilebilseydi Dursunbey, Karadon, Soma, Ermenek vb. iş cinayetleri yaşanır mıydı…?
dikkat ederseniz en çarpıcı ve toplumun her kesiminin bir biçimde üzüntüsünü açığa vurduğu örneklerden başladım… kırk yılı aşkın süredir devam eden ve Kürt Sorunu olarak herkesin varlığını kabul ettiği binlerce insanın ölümü, milyonlarcasının göçüyle sonuçlanan sorun karşısında alt kimliklerimiz yerine ‘insan’, ‘emekçi’ ve ‘yoksul’ kimliklerimizle barışa, eşitliğe, haklara sahip çıkabilseydik bugünkü duruma gelir miydik… her gün en az üç- dört kadının en yakınları tarafından öldürülmesi karşısında tanıdık olup olmadığı, kadının veya erkeğin davranışları, inançları, iktidarların yönelimleri gibi feodal ölçüler yerine yaşama hakkı üzerinden bakarak tepki gösterebilseydik bu kadar ölüm, bu kadar cezasızlık olur muydu…?
Aile ve Sosyal Politikalar Bakanlığı’nın açıklamasına göre 3,5 milyona yakın haneye yardım yapılmış. Bakanlığın bu açıklamasının özeti şu; devlet olmasa yaklaşık 20 milyon dolayında yurttaş günlük yaşamını sürdüremeyecek düzeyde açlık/ yoksunluk yaşıyor… oysa bu ülkede eline mikrofonu geçirenler en büyük 20 ekonomi arasında olmakla, kişi başı 9.000 dolar gelirin varlığıyla övünüyorlar… ve biz; yardıma muhtaç bırakılanlar, yarın yardıma muhtaç edilecek olanlar, emeği ve hakları savunanlar olarak hep bir ağızdan ‘bizim payımız nerede?’, ‘yaşamak bu mu?’ sorularını soramadığımız için, en kötüsü de bugünü kurtardığımız için sevinecek kadar ‘çaresizliği’, yarın kaygısıyla iktidarın/ devletin verdiğine razı olacak kadar da teslimiyetçiliği kabullendiğimiz için yoksunluklarımız tüm yaşamımızı kuşatıyor…
açlık sınırının 8.200 liraya dayandığı koşullarda milyonlarca emekli bu rakamın altında maaş alıyor ve emekli maaşının ‘asgari ücret seviyesine çıkarılması’ muhalifler arasında bile kabul görüyor. düşünebiliyor musunuz; daha yeni yılın ilk günlerinde emekli maaşlarının açlık sınırı düzeyine çıkarılmasına emekliler dahil, muhalefet bile fit olmuş durumda… asgari ücretliler dışındaki çalışanlar da asgari ücreti ölçü alarak kendi ücretlerinin ne kadar olması gerektiğini belirtiyorlar… yoksulluk sınırının 26.500 liraya dayandığı koşullarda 4 -5 yıl öncesine kadar orta gelir grubunda yer alan çalışanlar 30.000 lira istemek yerine asgari ücret karşılaştırması yaparak istedikleri ücretin haklılığını anlatmaya çalışıyorlar… o zaman asgari ücreti, çalışanların büyük kısmının neden, nasıl asgari ücretli olduğunu tartışarak emek savaşımının bir ayağını buna basmasını sağlamanın yollarını bulmamız gerekiyor…
yeni yıl yazısı gibi olmasa da bir muhasebe olarak görmenizi isterim… eski dertlerle, eski ve devam eden acılarla, eski fakat eskimeyen yoksunluklarla, eski ama yenilenen çatışma ve gerilimlerle 2023’e girdik… bir günlüğüne (o an yaşamakta olduklarımız dahil) olumsuzlukları unuttuk ve beklentilerimizi dile getirdik… hiç birimiz savaş dilemedik, hiç birimiz açlık ve yoksulluk dilemedik, hiç birimiz çalışırken ölmeyi, sevdiklerimiz tarafından öldürülmeyi dilemedik… o zaman hiç değilse dileklerimizi gerçekleştirmek, dileklerimize sahip çıkmak için bir araya gelmemizi, birlikte savaşmamızı kim engel olabilir ki…?
yeni yıl hakkımız olanları almak için bir araya geldiğimiz, birbirimizin haklarıyla birlikte yaşamlarımıza da sahip çıktığımız, emekçi ve insan kimliklerimizle düşündüğümüz bir yıl olsun… içinde bulunduğumuz koşulların sorumluları olan siyasi iktidarlara ve sermayeye karşı emeğin, yoksulların, ezilenlerin, tüm ötekilerin yan yana geldiği ve yaşamı sahiplenip, yücelttiği günlerin habercisi olsun… en önce de dileklerimize sahip çıktığımız, unuttuklarımızı anımsayıp yarınları kurmakta kullandığımız, öğrendiğimiz bir yıl olsun…