“Kabine”den “Kabîle”ye “Başbakanlık”tan “Başkan”lığa
Artık bu solan bahçede bülbüllere yer yok
Bir yer ki, sevenler, sevilenlerden eser yok
Bezminde kadeh kırdığımız sevgililer yok
Bir yer ki, sevenler, sevilenlerden eser yok
Lafı uzatmaya ne gerek var: Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi (CHS) hiçbir şekilde bir “başkanlık” sistemi değil, bozulmuş bir parlamenter sistem; parlamenter sistemin, “cabinet” sisteminin bir “kabîle” sistemine “zümre”, “oymak” sistemine doğru bir (geçiş dense yanlış olur) bozuluşu, bir ekşiyişi, bir çürümesidir. CHS, Türkiye’nin bir yönetim sistemi tartışmasından değil, Erdoğan’ın azalan gücünün, otoritesinin bir şekilde tahkimi, onarılması, tamir edilmesi ihtiyacından doğdu. Onu bir bozuluş haline getiren temel faktörlerden biri de ne yazık ki budur. Türkiye için sorun olan şey bir “parlamenter sistemden” bir “başkanlık sistemine” geçilmesi değil; bu dönüşümün sadece ve sadece Erdoğan’ın biten pilini şarj etmek için yapılıyor olmasıdır. Bu ajanda onu bir çakma (replicated) Milli Şef sistemi haline getirdiği kadar bir “kabîle sistemi” haline de getirir. CHS Parlamenter sistemden uzaklaştığı ölçüde “kabine sistemi”nden uzaklaşır; bir başkanlık sistemine erişemediği ölçüde de “kabîle sistemine” dönüşür.
Cabinet sistemi ve Türkiye’de Başbakan’ın Doğuşu
Tekrar etmeme izin verin: CHS Tayyip Erdoğan’ın, hem AKP hem TBMM hem de siyasal sistemin genelinde kaybetmekte olduğu gücü, yitirdiği iktidarı tekrar kazanma ve hukukî mekanizmalarla bu gücü garanti altına alma operasyonundan başka bir şey değildir. Sırayla dile getireyim, yazının sonunda bana hak vereceğinizi düşünüyorum.
- Cumhurbaşkanlığı makamı, Tayyip Erdoğan’ın hem AKP hem TBMM hem de siyasal sistemin tamamındaki gücünü azalttı; “azalttı” ne kelime, Erdoğan ve partisi 2015’te iktidarını “kaybetti”.
- Tayyip Erdoğan’ın bugün siyasal sistem üzerinde sahip olduğu tüm gücü, sadece ve sadece, AKP içerisindeki gücüne bağlıdır; ondan kaynaklanır ondan türer ve ancak onunla devam edebilecektir.
- CHS, Erdoğan’a başbakanlık kurumunun ona sağlayacağı partisi ve TBMM üzerindeki otorite ile, cumhurbaşkanlığı kurumunun ona sağlayacağı saygınlığı birleştirecek; (Anayasa, TBMM, yüksek yargı, üniversite… de dahil) tüm devlet kurumlarını işlevsiz hale getirecek (sadece Erdoğan’ın arzularının tezahür ettiği kurumumsular haline getirecek) yepyeni bir otoriterlik imkânı verdi.
Önce “kabine” ve “kabîle” den ne anladığımı açıklamaya çalışayım, sonra da Başbakan’ın doğuşu derken neyi kastettiğim üzerine konuşmaya çalışayım. Kubbealtı Lugatı kabîle kelimesi için “Aynı soydan gelen ve bir başkanın yönetiminde yaşayan göçebe topluluk, boy” tanımını veriyor. Aman dikkat, kelimemiz kâbile değil kabîledir; ilki ebe kadın anlamında, diğeri, oymak, zümre. Oymak (Moğolca aymag) için Nişanyan sözlüğünde, aşiretten küçük ve aileden büyük birim, klan, kabîle anlamlarını veriyor ama aynı zamanda aymag, Moğolcada, aynı sınıf, tabakadan olanlar anlamına da sahip. Bir ulusun içinde aralarında din, dil, kültür, ekonomi, kan ve evlilik bağları bulunan ailelerden oluşan göçebe veya yerleşik topluluk, aşiret anlamında kullanmış Kubbealtı Lügatı. Benim “kabîle” siteminden kastettiğimden biraz uzakta kalıyor “oymak” anlamı. Bugünkü “çakma [socalled] bakanlar kurulu” Damat Bey’in içinde olduğu zamanda bile basitçe bir “aile efradı” olarak tanımlanamazdı. Ama oymak’ın zümre kelimesinde de belirgin olan “Topluluk, grup, câmia, sınıf” anlamları bizim kabîle sistemi mantığına hayli yakın.
Kabine, cabinet, İtalyanca gabinetto; 1600’lerin ortasına kadar Ali Baba ve 40 Haramiler’deki “Açıl susam açıl!!!” deyince açılıveren gizli depo (secret storehouse) ya da bir nevi hazine (treasure chamber) anlamında. 17. yüzyıldan sonra -de ki, kapitalist ulus-devlet formunun şekillenmesi ve parlamenter sistemin bugünkü halini almasından sonra- bakanlar kurulunu imliyor. Kavram, parlamenter sistemdeki bakanlar kurulu ile ya da doğrudan doğruya westminster system ile eşanlamlı kullanılsa yeridir. Başkanlık sistemindeki Türkçe ifadesiyle “bakanlar”ın oluşturduğu kurul cabinet olarak anılmaz; ABD örneğinde hepsi “state secretary”dir. 1920(nisan)-23 (ekim) Türkiye’sindeki adı “icra vekili” ve “icra vekili heyeti” idi. Bakanlar kurulu, Cumhuriyet’le birlikte öğrendiğimiz bir yapılanma. Ancak icra vekili heyetinden bakanlar kuruluna geçiş, asla basit bir dil tercihi değil, kurumsal bir dönüşümdür de aynı zamanda. Cumhuriyet öncesinde her bir bakanlığın işi, meclisin kendi işi olarak addedilirdi. Bakanlıkların apayrı kurumsal yapıları yoktu. Bugün “bakan” dediğimiz insanların her biri de meclis içinden yine her biri ayrı ayrı (içişleri, dışişleri, eğitim, sağlık nafi’a vb.) meclisin bir görevi olan bu işleri yerine getirmek üzere seçilen insanları ifade ederdi. Ortak sorunluluğa sahip bir bakanlar kurulu, bir cabinet system’e kabine sistemine geçiş Cumhuriyet sonrasında oldu.
CHS’ye geçişle birlikte bu kabine sistemi tarumar oldu. Artık yürütme gücünü, idare mekanizmasını, işgal eden ve her biri apayrı tüzel kişilikler olan bakan/bakanlıkların oluşturduğu bir heyet olarak “kabine” ve onların başında primus inter pares anlamında bir “baş”bakan yok. Hoş, 1983 sonrasının “baş”bakanları hiç de eşitler arasında birinci (primus inter pares) olma anlamında “baş” bakan değil bayağı bayağı “âmir” anlamında “baş”bakandılar. Lâkin ne olursa olsun, bakanlar kurulu, bir hukuki/idari/siyasi kurum olarak her daim önemini ve işlevini korudu. Ta ki CHS’ye kadar. Önce Başbakan’ın doğuşuna bir bakalım.
Başbakan’ın Doğuşu[1]
Başbakanlık’ın Doğuşu 22 Mayıs 1950 tarihinde Refik Koraltan başkanlığında açılan Meclis’in ilk işi, Cumhurbaşkanlığı seçimi oldu. Yeni Meclis, Celal Bayar’ı Cumhurbaşkanı seçti. Cumhurbaşkanı’nın ilk işi ise Aydın Milletvekili Adnan Menderes’i hükümeti kurmakla görevlendirmek oldu. Meclis Başkanı Koraltan’ın oturuma 20 dakika ara vermesinden sonra, hükümetin tayin edildiğine dair Cumhurbaşkanlığı Tezkeresi okundu. Bu tezkere, sadece Menderes Hükümeti’nin -21. Hükümet’inin- tayinini değil; Tek Parti Dönemi’nin de fiilî ve hukukî anlamda sona erdiğinin nişânesiydi. Menderes’in 22 Mayıs 1950 tarihinde göreve başlayan hükümetiyle birlikte, başbakanlık ve cumhurbaşkanlığı makamları arasındaki güç dengesi de başbakanlar lehine değişmeye başlamış; bu tarihten sonra parti ve ülke siyaseti üzerinde belirleyici güç sahibi olanlar cumhurbaşkanları değil (Hürriyet, 23.05.1950) başbakanlar olmuşlardır: 9 Haziran’da resmen DP Genel Başkanlığı’na seçilen Menderes ve hükümeti ile birlikte artık Türkiye siyaseti başbakanlar üzerinden okunmaya başlayacaktır. Cumhuriyet’in ilanından Atatürk’ün vefatına kadar geçen sürede, istisnalar hariç tutulursa başbakanlık koltuğunda sadece İsmet İnönü oturmuştur. Bunun ilk istisnası, İnönü’nün 22 Kasım l924’teki istifasıdır. Ardından kurulan Fethi Okyar Hükümeti yaklaşık dört ay görev yaptıktan sonra istifa etmiş ve İsmet İnönü 3 Mart l925’te tekrar başbakanlık koltuğuna oturmuştur. İnönü bu görevine, kesintisiz olarak 1 Kasım 1937 tarihine kadar devam etmiş ve bu tarihte başbakanlıktan ayrılarak yerini Celal Bayar’a bırakmıştır. İnönü, yaklaşık bir yıl sonra, Atatürk’ün vefatının ardından, ll Kasım 1938’den, 22 Mayıs 1950 tarihine kadar Cumhurbaşkanlığı makamında görev yapmıştır. İnönü’nün Cumhurbaşkanlığı’nın ilk aylarında 25 Ocak 1939 tarihine kadar Celal Bayar başbakanlık koltuğunda oturmuş; bu tarihte istifa eden Bayar, koltuğunu, Refik Saydam’a bırakmıştır. Cumhurbaşkanı İnönü, 8 Temmuz 1942 tarihine kadar Refik Saydam ile 1946 yılı ağustos ayına kadar Şükrü Saraçoğlu ile geri kalan dört yıllık görev süresince de kısa dönemler itibariyle Hasan Saka, Recep Peker ve en son olarak da Şemsettin Günaltay ile çalışmıştır. Hiç kuşkusuz her biri siyasal yaşamımızda önemli isimlerdir. Bu açıdan, Menderes’in Başbakanlık, Bayar’ın Cumhurbaşkanlığı makamlarına gelmeleri ile Türkiye’de bir Başbakan’ın doğduğu şeklindeki iddia yanlış değerlendirilmemelidir. Başbakanlar erken dönem Cumhuriyet tarihimizde de hayli önemli simalardır ve bir siyasi ağırlıkları vardır. Örneğin Atatürk’ün Cumhurbaşkanlığı döneminde de Başbakan İsmet İnönü, Atatürk’ün hükümet üzerindeki kimi tesirlerini engellemeye çalışmış; rahatsızlığını dile getirmiş; siyasi olarak ağırlığını her daim hissettirmiştir. 1937’de toplanan Nyon Konferansı ile ilgili olarak, Cumhurbaşkanı’nın İsviçre’de bulunan Hariciye Vekili Tevfik Rüştü Aras’a verdiği talimatlara karşı, Başbakan’ın direnerek farklı yönde politikalar izlemeye çalışması; Atatürk Orman Çiftliği’ndeki Bira Fabrikası ile ilgili olarak aralarında çıkan anlaşmazlıklar; Atatürk’ün Başbakan’ın önünde Ziraat Vekili Şakir Kesebir’e yönelik eleştirilerine İsmet İnönü’nün aynı sertlikteki yanıtları; Hatay sorunu ile ilgili görüş ayrılıkları gibi birçok olay da örnek olarak verilebilir ki, erken Cumhuriyet döneminde de başbakanlar, sadece Cumhurbaşkanı’nın emirlerini yerine getiren emir erleri (memurlar) gibi davranmamışlar, her zaman bir siyasi ağırlığa sahip olmuşlardır. Ancak bu, erken Cumhuriyet döneminde Cumhurbaşkanı’nın hem parti örgütü, dolayısıyla TBMM grubu ve genel anlamda siyasetin belirleyicisi, hâkimi olduğu gerçeğini değiştirmemiştir: Menderes’in başbakanlık dönemine kadar siyasetin şoför koltuğunda cumhurbaşkanları oturur. Cumhurbaşkanı’nın siyasi pozisyon ve sıkletindeki değişime dair ilk izleri, CHP’nin Mayıs l946’da gerçekleştirilen kurultaydaki tüzük değişikliklerinde bulmak mümkündür. Bu kurultayda Değişmez Genel Başkanlık statüsü kaldırılmış; genel başkanın, parti milletvekilleri arasından dört yıllık bir süre ile seçilmesine karar verilmişti. Ancak bu değişiklik, ismi ve statüsü ne olursa olsun, İsmet İnönü’nün iktidardan ayrıldığı tarihe kadar hem Cumhurbaşkanı hem de Parti Genel Başkanı olarak siyasetin temel belirleyicisi olduğu ve parti örgütü üzerinde de kesin bir hakimiyete sahip olduğu gerçeğini değiştirmeyecektir. Hatta bu durum, 1947 Temmuz’unda, basında yer alan beyannamesinde vaat ettiği gibi ” … her iki partiye karşı müsavi derecede vazifeli” olduğunu belirttiği dönemde bile değişmemiş, aynı kalmıştır. DP’nin iktidara gelişi ile birlikte Başbakan ve Cumhurbaşkanı arasındaki güç dengesinin göreli olarak değişmesine imkân veren ayrıntı ise 7-11 Ocak 1947 tarihinde toplanan Birinci Büyük Kongresi’nde Ana Davalar Komisyonu’nca kabul edilen Hürriyet Misakı’nın 3. maddesinde yer alan ve parti nizamnamesine de eklenen Cumhurbaşkanlığı ile Parti Genel Başkanlığı’nın birbirinden ayrılması kuralıdır. Hürriyet Misakı’nın üçüncü maddesi şöyledir: “Devlet Reisliği ile fiilî parti reisliğinin bir zat uhdesinde birleşmemesi esasının kabullü” seçim kanununun vatandaş iradesinin serbest tecellisini, reylerin masuniyetini teminat altında bulunduracak şekilde tadilinin temini, Anayasaya uygun olmayan kanun hükümlerinin kaldırılması ve idare cihazının tarafsızlığından doğan ve bir arada mütalaası her vatandaşın yüreğini sızlatan, endişeye düşüren idari tasarrufların nihayete ermesinin ilk şartı olmak bakımından da Devlet Reisliği ile fiili parti reisliğinin bir zatın uhdesinde birleşmemesinin kabulü millî hakimiyet esasının zaruretleri olarak tespit edilmiş ve bu meseleler karşısında parti grubumuzun Meclisteki durumunun günün şartlarına göre mütalaa edilerek bu hususta bir karar alınması yüksek heyetinize bırakılmış bulunmaktadır. DP, muhalefette olduğu bu dönemde, Cumhurbaşkanlığı ile Parti Genel Başkanlığı makamlarını kesin çizgilerle birbirinden ayırmakta ve parti genel başkanlığını, diğer bir ifade ile parti örgütü ve TBMM grubu üzerindeki denetim ve hâkimiyeti başbakana bırakmaktadır. Bunu, muhalefetteki DP’nin, İsmet İnönü’nün hem Cumhurbaşkanı hem de CHP Genel Başkanı olmasına bir tepki olarak okumak daha doğru olacaktır. DP’nin iktidara gelişi ile birlikte gerçekleşen ise her ikisi de önemli siyasî ağırlıklara sahip Cumhurbaşkanı ve Başbakan arasındaki güç dengesinin göreli değişimidir. Bu uygulama, sadece DP iktidarı ile de sınırlı kalmayacak; siyasetin başbakanlar eliyle belirlenmesi ve parti TBMM grubu üzerindeki hâkimiyetin yine onlar ve çevreleri aracılığıyla tesis edilmeleri günümüze kadar devam edecektir. Bu, o kadar belirgin bir dönüşümdür ki, başbakanların siyasal yapının başat gücü olmaları durumu, darbelerin ardından Cumhurbaşkanlığı makamını işgal eden muktedir emekli askerler döneminde dahi değişmeyecektir. Cumhurbaşkanları ile başbakanlar arasındaki siyasi güç dengesindeki göreli değişimi sağlayan, cumhurbaşkanlarının partilerinden istifa ederek, hukuken de olsa parti Genel Başkanlığı’nı Başbakanlara bırakmaları; Başbakanların, TBMM’deki gücü de, Milletvekili Genel Seçimleri’nde partilerinin müstakbel milletvekilleri olacak Milletvekili Aday Adayları’nı belirleme yetkisinden kaynaklanmadır. Aslında çoğu partide bu yetki, Kongre’de seçilen Merkez Karar Yönetim Kurulu’na aittir; ancak o kurulun da başkanı olarak parti Genel Başkanı, partisinin Milletvekili Aday Adayları’nın belirlenmesi sürecinde de hâkim bir güce sahiptir. Basitleştirerek ve farklı partilerdeki nüansları dikkate almayarak süreci şöyle özetleyelim. Parti Genel Başkanı, parti teşkilatları, dolayısıyla Büyük Kongre’de oy kullanacak delegeler üzerinde etkilidir. Delegeler, Genel Başkan ve Kongre’den sonra en üst karar mercii olan Merkez Karar Yürütme Kurulu’nun teşkilinde; Merkez Karar Yürütme Kurulu, Milletvekili Aday Adayları’nın belirlenmesi sürecinde belirleyicidirler. Aslında aradaki mekanizmaların pek de bir önemi yoktur: Partilerin kendi içlerindeki siyasal kırılma ve yeni bir adayın Genel Başkan olarak zuhur etmesi dönemleri dışındaki olağan süreçlerde parti Genel Başkanı, o partinin milletvekilleri üzerinde doğrudan söz sahibidir. Yine olağandışı dönemler bir kenara konulursa, partinin Genel Başkanı ile uyum içerisinde olmayan kişinin, en azından o parti içerisinde bir siyasi geleceğinden, o parti içerisinden tekrar milletvekili aday adayı olabilme şansından bahsetmek neredeyse imkânsızdır. Bu ‘de facto’ durum, parti içerisindeki hamilik ilişkilerinin de doğrudan belirleyicisidir. Partinin, cumhurbaşkanı olarak seçtiği (eski) genel başkanı, artık, bir sonraki seçimde Milletvekili Aday Adayları’nı belirleme yetkisine sahip olamayacaktır. Hatta, parti kongresi üzerindeki etkisi de o kadar sallantılıdır ki, cumhurbaşkanı olduğunda partisi üzerinde hâlâ denetimi tesis edebilmek için genel başkanlığa seçtirerek partisini emanet ettiği yeni genel başkanın bile bir sonraki Kongre’de tekrar genel başkan seçilme; o kişi genel başkan seçilse bile, eskisi gibi, mevcut cumhurbaşkanının (eski genel başkanın) iradesi doğrultusunda o partiyi idare edeceğine dair bir garanti dahi yoktur. Yukarıda çizmeye çalıştığım tabloya dair reel politik örnek mi istiyorsunuz: 1950 sonrası Celal Bayar’a bakın, 1980’lerin sonundaki Turgut Özal’a bakın, 1990 başlarındaki Demirel’e bakın. Erdoğan’ın tüm gücü AKP’den doğar. Tam da burada, ikinci önermemi hatırlatmanın, tekrar yazmanın zamanıdır: ‘Tayyip Erdoğan’ın bugün siyasal sistem üzerinde sahip olduğu tüm gücü sadece ve sadece AKP içerisindeki gücüne bağlıdır; ondan kaynaklanır ondan türer ve ancak onunla devam edebilecektir.’ Cumhurbaşkanı olmasının siyasal yapının tamamı üzerinde Tayyip Erdoğan’a muazzam bir güç verdiğini tartışmaya gerek dahi yok. Ancak akılda tutulması gereken ve Erdoğan’ın da aklından hiç çıkartmadığını düşündüğüm nokta da burasıdır: Erdoğan’ın kendisi de gücünün kaynağının Cumhurbaşkanlığı makamı olmadığının, Cumhurbaşkanı olarak sahip olduğu gücün kaynağının AKP içerisindeki gücü olduğunun farkındadır. Yukarıda da tartışmaya çalıştım. Cumhurbaşkanlığı görevi, o kişiye, eski genel başkanı olduğu, sevildiği ve takdir edildiği partisi içerisinde olağanüstü bir saygınlık verecektir; veriyor da. Tartışmaya ne gerek var ki ‘Tayyip Erdoğan AKP teşkilatı içerisindeki en saygın, en sevilen kişi’dir. Ancak siyaset biliminde ‘saygınlık’ ve ‘güç’ farklı şeylerdir. Birbirlerini besleyebilirler de ancak birbirlerinden doğmazlar. Güç ayrı şeydir, saygınlık ayrı. Tayyip Erdoğan’ın ‘formel’ olarak da olsa ‘AKP Genel Başkanlığı’ndan, AKP üyeliğinden ayrılmış olması onun formel iktidarını sıfırlamıştır. Şu anda parti içerisinde sadece saygınlığı vardır. Erdoğan’ın bir cumhurbaşkanı olarak AKP üzerindeki ‘gücü’, ‘iktidarı’ onun CHP üzerindeki ‘gücü’, ‘iktidar’ından ne azdır ne de fazla. Sadece bir cumhurbaşkanı olarak gücü çok da fazla değildir; hele hele o cumhurbaşkanı, iktidardaki parti ile tam anlamıyla uyumlu değilse gücü düşünüldüğünden çok ama çok daha azdır. Erdoğan da bu sistem değişmediği sürece, sonunun, örneğin, Turgut Özal, Süleyman Demirel ya da kendi partisinin Cumhurbaşkanı Abdullah Gül gibi olacağının farkındadır. Her biri kendi camialarının saygın isimleriydi; ama hiçbiri başbakanlık dönemlerindeki ‘güç’lerini devam ettiremediler ve saygın ve sınırlı güce sahip birer Cumhurbaşkanı olarak siyasal yaşamlarını noktaladılar. Erdoğan, kendisini de bekleyen bu siyasî akıbeti net bir şekilde görmektedir. Başkanlık sistemi adı altında ortaya konan idarî revizyonun bu gidişi durdurabilecek tek çözüm olduğunun da farkındadır. Başkanlık sistemi Erdoğan’ın AKP’de kaybettiği gücü ona verecektir. Başkanlık sisteminin şimdikinden tek farkı, Tayyip Erdoğan’ın bir ‘partili cumhurbaşkanı’ olması olacaktır. Küçük bir ayrıntıdır demeyin; oldukça önemlidir. İki noktayı birbirine karıştırmamak gerekiyor. ‘partili Cumhurbaşkanı’ tartışması, siyasî olarak kendisini bir partiye, dünya görüşüne yakın gören bir cumhurbaşkanının olması ya da olmaması tartışması değildir; aksine bir partinin genel başkanı olan ya da olmayan bir cumhurbaşkanı tartışmasıdır. Tayyip Erdoğan ‘Farklı Cumhurbaşkanı’ ‘Cumhur’un Başkanı’ ‘Taraflı Cumhurbaşkanı’ gibi ifadelerle iki hususu birbirine karıştırmaktadır. Karıştırmak dediysem, Erdoğan’ın yanlışlıkla yaptığını düşündüğüm bir şeyden söz etmiyorum; aksine bilinçli olarak yapılan bir karıştırmadan bahsediyorum. Erdoğan ‘Taraflıyım!’ derken siyasi taraflılığı ima etmekte; ancak istediği şey bu değil, resmî olarak partisinin başında olacağı, böylece yasama organını ve parti teşkilatını eskisi gibi ‘gücü’ altına alabileceği bir başkanlık sistemidir. Mevcut sistemin ‘cumhurbaşkanının tarafsızlığı’ndan beklediği de aslında budur. Yoksa kimsenin, 40 yıllık siyasetçilerin, cumhurbaşkanı seçildikleri gün, tüm siyasî tercih ve geçmişlerini geride bırakmalarını, siyasî kimliklerinden soyunmalarını arzu ettiği yoktur. Herkes, Bayar’ın DP’li, Özal’ın ANAP’lı, Demirel’in DYP’li Gül’ün AKP’li olduğunu biliyordu ve bundan da büyük bir rahatsızlık duymuyordu. İşte Erdoğan’ın ‘taraflılık’ vurgusu da burada anlam kazanıyor. Türkiye’de parlamenter sistemle başkanlık sistemleri arasındaki bir tercih tartışması yaşanmıyor; Türkiye’nin böyle bir sorunu, bir tartışması asla, kat’a yok. Başkanlık sistemi adı altında yürütülen tartışma, Tayyip Erdoğan’ın Cumhurbaşkanı seçilmesi ile yitirmeye, formel dayanaklarından mahrum kalmaya başlayan gücünü tekrar kazanma çabasından başka bir anlam da taşımıyor.
Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi Bir Başkanlık Sistemi Değildir.
Daha önce de değinmeye çalıştığım gibi, başkanlık sistemi ile ilgili tartışmalar bir idarî/siyasî sistem tartışmaları olma seviyesini çoktan geçti. Tam da tartışmayı servis edenlerin arzularına uygun şekilde bir ‘Türk Usulü’ tartışma yürütüyoruz. İma ettiğim, “Türk usulü başkanlık sistemi” tartışmaları değil; başkanlık sistemi konusunun Türk usulü tartışılması ile ilgilidir. Bu bağlamda konuyu temelde ikiye ayırmak gerektiğini düşünüyorum. İlk olarak başkanlık sistemi ile ilgili algılarımızı, bu konuda yürütülen tartışmalardan hareketle ele almak istiyorum. Sadece tartışmaların genel argümanları üzerinden başkanlık sistemi tartışmalarının gerisinde yatan temel argümanlardan bazıları ile ilgili fikirlerimi söyleme niyetindeyim. İkinci olarak, AKP çevresinin başkanlık sistemi tartışmaları arkasına gizlediği temel amaçlarının ne olduğu ile ilgili söylemek istediğim bazı noktalar var; bunları paylaşmaya çalışacağım.
Başkanlık sistemini değil bu konu ile ilgili tartışmaları ana hatlarıyla iki noktada toplamak mümkün; Başkanlık sistemini savunanlar, mevcut sistemin iki başlılığa neden olduğunu, başkanlık sisteminin bunu ortadan kaldırarak daha hızlı karar alabilmeye imkân tanıyacak bir idarî/siyasî örgütlenmeye zemin hazırlayacağını düşünenler. Başkanlık sistemi karşısında yer alanlar ise bunun bir diktatörlüğe yol açacağı kanaatindeler.
Tabii, “Zaten tek adam yönetimi yok mu başkanlık sistemiyle en azından bunu resmî hale çeviririz!” ya da “Mevcut durumu hukuka uydurmuş oluruz!” türünden faşizan zırvalıklara “düşünce” muamelesi edip tartışmaya hiç niyetim yok. Onlara tavsiyem eğer bir gün nezle olurlarsa intihar etmeleridir: öyle ya, nasıl olsa “hasta”dırlar; nasıl olsa “Hepimiz de bir gün öleceğiz!”. O zaman fiilî durum (nezle olma) ve teorik realite (fânî dünya) arasındaki çelişkiyi kaldırmalı ve intihar ederek de mevcut durumu hukukileştirmelidir; yav ne intiharı durun faşistlere söylüyorum, size değil.
Başkanlık sistemi tartışmaları daha hızlı karar almaya ve alınan kararları çok daha efektif uygulayabilmeye imkân verir mi? Hiç ama hiç tartışmayalım, vermezler. Eğer başkanlık sisteminin “Türk usulü” vb. diye ırzına geçmeye kalkmaz; olması gerektiği gibi uygulamaya kalkarsanız başkanlık sistemi Türkiye’de hiçbir genel başkanın (değil hayalini kurmak, arzulamak;) kabusu olacak bir rejimdir: Üzgünüm, uygulamalardaki farklılıkları bir kenara koyarsak başkanlık sisteminin benmari usulü de yoktur; tatlı ve hoş değildir sistem, başkanlık sisteminin özü yasama ve yürütmenin çok net bir şekilde birbirinden ayrılmasına ve yürütmenin çok ama çok sıkı bir şekilde yasamanın denetimi altına sokulmasına dayanır. Kendisini Abdülhamid zannedenlerin –ki şimdiki pompalanan Abdülhamid ne kadar, gerçekten Abdülhamid’di onu test ediyor…
Şu noktanın da altını çizmemiz gerekiyor: Parlamenter sistem yerine başkanlık sistemini tercih eden ülkeler, parlamenter sistemin karar almakta zorlandıklarını görerek, sadece ve sadece bunu engelleyebilmek için mi başkanlık sistemine geçmişlerdir? Soruyu tersinden de sorabiliriz. Bugün parlamenter sistem ile yönetilen (iki başlı, hızlı karar alamayan vb.) ülkeler, neden başkanlık sistemine geçmeye çalışmıyorlar? Demek ki başkanlık sistemini sadece hızlı karar alma, iki başlılık mevzularında tartışamayız. Hele hele başkanlık sistemi parlamenter sistemlerin yapısına mündemiç zaafları törpülemeye çalışan bir sistem olarak sunmaya çalışırsa, burada bir art niyet aramanın tam zamanıdır demektir. Yukarıda sorduğumuz soruyla bağlantılı olarak başka bir soru daha sormak zorundayız. “Size, demokrasinin en hızlı karar alabilen, karar alma mekanizmalarını bir araya getiren bir sistem olduğunu kim söyledi?” En hızlı karar alabilen ve aldığı kararları en etkili şekilde uygulamaya sokan rejimler demokrasiler değildir; aksine faşist rejimlerdir. Evet, bu rejimlerde bir kararın alınması için tartışılması (yasama süreci), alınan karar doğrultusunda idare edenlerin (yürütme) kararı alanlar tarafından denetlenmesi ve bu süreçte ortaya çıkan ihtilafların bambaşka bir organ (yargı) tarafından sonuca bağlanması gibi bir mekanizmaya ihtiyaç duyulmaz: Lider karar alır; ekibi uygular: Faşizm oldukça çabuk karar alabilen ve onu etkili bir şekilde uygulamaya geçirmeye yarayan bir sistemdir. Demokrasi ise bu açıdan oldukça berbat (!) bir rejimdir. Çoğu ülkede sadece yasama, yürütme ve yargı organları arasında görev dağılımı ile yetinilmez; çoğunda yasama organı (bicameral) ve yürütme organı bile (başbakan-cumhurbaşkanı/kral) ikiye bölünerek karar alma-uygulama süreci karmaşık bir mekanizmaya bağlanır. Ne kötü değil mi’ Yukarıda da ana hatlarıyla belirtmeye çalıştığım gibi, siyasal karar alma mekanizmalarını bölmek, demokratik mekanizmanın en bilinen özelliğidir. Bunun için teeeeee, Montesquieu’nun Kanunların Ruhu kitabına bakmak bile yeterlidir. Karar alma mekanizmalarını bölmek (bugün iki başlılık diye eleştirilen) demokrasilerin ‘kusur’u değil, hedefidir; daha da önemlisi, başkanlık sistemi bu iki başlılığı kaldırmak değil, derinleştirmek, kurumsallaştırmak hedefindedir. Başkanlık sistemi, yasama ve yürütmenin, parlamenter sistemden çok daha fazla ve kurumsal olarak ayrıldığı bir sistem olarak tanımlansa hiç de yanlış olmaz. Eğer bir tek adamlık özleminiz varsa bu (yürütmenin yasamanın içinden çıktığı, yürütmenin yasama organını rahatlıkla domine edebildiği ve güçlü parti denetimi mekanizmalarıyla her açıdan bunu başarılabildiği) parlamenter sistemlerde daha kolay gerçekleştirilebilirler. Unutmayalım ki, İkinci Dünya Savaşı öncesinin faşist sistemleri -yaygın olarak- parlamenter sistemle yürütülen ülkelerde mevcuttu; başkanlık sistemiyle idare edilen ülkelerde değil. O zaman şöyle özetleyelim; 1) İki başlılık vb. dediğiniz şey demokrasinin kendisidir; Sorun bu “baş”ları kesmek değil aksine -artık- o başları adam etmekle alakalıdır. Demokrasi her aşamada bu süreci bölme, parçalama amacındadır. İster başkanlık sistemi olsun ister parlamenter sistem bu değişmez. İki sistem arasındaki fark bu bölünmenin nasıl yapıldığı ile ilgili ‘teknik’ bir tartışmadır. Yoksa karar alma- uygulama- yargılama süreçlerinin tel elde toplanması/toplanmaması ile alâkalı değildir. Benzer şekilde, başkanlık sistemini eleştirenlerin sıklıkla dile getirdiği gibi, bu sistemin tek adam yönetimini güçlendireceğini söylemek de mümkün değildir. Demokrasi sadece bir usul değildir. Demokrasinin o toplumun kendi içinde (siyaset sosyolojisinde) bir karşılığı yoksa, o toplumun demokratları yoksa, parlamenter sistemin de başkanlık sisteminin de bir ‘şeflik’ sistemi doğuracağını tartışmaya bile gerek yoktur ki geçmişte de bunu yaşadık, günümüzde de yaşamaktayız. Başkanlık sistemi ya da parlamenter sistem (her iki tekniği de) içi boş bir kaba benzetelim. Şekil olarak her ikisi de demokratik sistemin farklı teknikleridir. Bundan fazlasını söylememiz mümkün değildir. Ancak o ülkede pratikte uygulanan sistemin bir tek adam yönetimine mi, bir şeflik sistemine mi yoksa demokratik bir içeriğe mi yol açacağı sadece siyasal ‘form’ ile değil, sosyolojik ‘öz’ ile şekillenir. Parlamenter sistemle geçmişte ve bugün de olduğu gibi bir ‘milli şef’ yönetimi tesis edebileceğimiz gibi, başkanlık sistemiyle daha demokratik bir yönetimi de inşa edebiliriz. Elbette bunun tersi de tam olarak doğrudur. Çünkü sistemin belirleyicisi kalıpların kendisi değil, onların nasıl uygulandığını şekillendiren siyasal kültür, toplumsal yapı gibi unsurlardır. Toparlayalım; ‘mevcut sistem iki başlılık yaratıyor; karar almayı zorlaştırıyor’ vb türünden bahanelerle başkanlık sistemini savunmak ya da başkanlık sistemi diktatörlük getirir diyerek sadece Tayyip Erdoğan’ı istemezükçülük yapmak için ya aptal olmak ya da karşındakini aptal yerine koymak gerekiyor. Net konuşalım; bu argümanlarla yola çıkanların aptal olduğunu düşünmüyorum; bizlerin bu kadar aptal olduğunu düşünebilecek kadar eblehleşmelerine içerliyorum!
Keyifli pazarlar
[1] Yazımın bu bölümünü Mete Kaan Kaynar, “Türkiye’nin 1950’li Yılları Üzerine Notlar” Türkiye’nin 1950’l Yılları, İletişim: 2015’ten aldım.