Perşembe, Nisan 18, 2024
spot_img

AKP Sonrasını Düşünmek – VIII

Erdoğan, ne kadar “HDP ile görüşmek”i, “HDP ile irtibat kurmak”ı “makbul muhalefeti” “bölücü teröriste” çeviriveren bir büyülü iksire dönüştürebilirse, bunun Millet İttifakı’nı dağılma noktasına getirebileceğinden emin…

CUMHURİYETÇİ CEPHE/ÖRTÜLÜ İŞ BİRLİĞİ

Cephe ve Cumhuriyet

HDP’nin de içinde yer alacağı gevşek -Korkut Boratav Hoca’nın ifadesiyle örtük, iş birliğine dayalı bir Cumhuriyetçi Cephe düşüncesi, AKP sonrasını (sadece tahayyül değil) inşa etmenin önemli manivelalarından birisi. Boratav Hoca bu düşüncesini yazılarında, katıldığı program ve söyleşilerde sürekli olarak yineliyor. Türkiye’nin Faşizmleri ve AKP kitabının genişletilmiş yeni baskısı yayınlandıktan sonra katıldığı Kitaba Dair programında da bu düşüncelerini dile getirmişti. 30 Temmuz’da BirGün’de yayınlanan Ozan Gündoğdu röportajında da aynı düşüncelerini farklı cümlelerle ifade etmiş.

Korkut Hoca’nın, Cumhuriyetçi Cephe’si büyük ölçüde Millet İttifakı’nın izlediği politikaları kapsamakta. Nitekim CHP’nin primus inter pares anlamda patron olduğu bu ittifak, basit bir seçim iş birliğinden fazlasını ifade ediyor ve İstanbul Büyükşehir Belediyesi seçimlerinde de görüldüğü gibi bu ittifakın içinde gevşek/örtülü olarak HDP de yer almakta. Peki o zaman, Korkut Boratav’ın bu tartışmalara katkısı ne? Korkut Hoca sadece olanın resmini mi çekiyor yoksa Cumhuriyetçi Cephe düşüncesinde bundan fazlası mı var? Farklı bir ifade ile Korkut Boratav, Millet İttifakı’nın bir Cumhuriyetçi Cephe’ye dönüşmesinin gerekliliğini dile getirip bunun koşullarını mı ortaya koyuyor?

Gerçekten de Korkut Hoca Cumhuriyetçi Cephe önerisiyle Millet İttifakı’na;

  • onu bir arada tutan/tutacak olan değerleri hatırlatmaktadır. Bir iş birliğinin tutkalı, koltuğundan etmek istedikleri ortak rakip(ler)i olabilir. Bir ittifak neyi istemediği konusunda da net olabilir ki Millet İttifakı da net. Lakin bu, o ittifaka, eline fırsat geçtiğinde, şimdiki iktidarı yerinden edebilecek güce kavuştuğunda ne yapacağı konusunda yardımcı olamayacaktır. Sözü uzatmaya gerek yok, sadece neyi istemediği konusunda ortak olanlar ne yapacakları konusunda birbirlerinin gözlerini oymaya başlayacaklardır. “Cumhuriyet değerleri” “istemezük” karakteri daha belirgin Millet İttifakı’nın neyi hedeflediği konusundaki vizyonunu netleştirmesi için ona önemli bir perspektif sunacaktır.
  • bu ortak değerlerin (Cumhuriyet değerlerinin) yaşantılarımıza dair birer tercih olduklarını ve gittikçe Cumhuriyet ve İslâmcı yaşam tarzları/değerleri arasında tercihe zorlandığımızı hatırlatmaktadır. Boratav Hoca, AKP’nin 2017’den bu yana bir rejim değişikliğine gitmekte olduğunun altını çiziyor: “AKP 2017 referandumundan bu yana ‘rejim değiştirme’ tasarımını filen uyguluyor ama itinayla gizleyerek… CHP yönetimi de bu tuzağa düşüyor; ama seçmeni, parti tabanı farkındadır; karşıdır. Siyasal mücadeleye de açık-seçik taşınması gerekir.”

Ben Boratav Hoca’dan farklı olarak, 2017’deki Mühürsüz Referandum’un, “rejim”in -daha doğrusu “siyasal sistemin”- değiştirilme düşüncesinin şekillendiği değil, fütursuzca dile getirilebildiği, kuvveden fiile geçme imkânının test edilebildiği bir tarih olduğunu düşünüyorum. Ayrıntıya girmeye gerek yok. Adım adım siyasal sistem dönüştürülürken Boratav’ın da altını çizdiği gibi, “İktidarın hedeflediği ‘rejim değiştirme’ tasarımı, milyonlarca insanı tercihe zorlamalıdır. Sıradan seçmen için ayrım çizgisi, ortaçağ dünyası ile Cumhuriyet dünyasının karşıtlığını simgeleyen, basit ikilemlerle belirlenebilir.” Saltanatla Cumhuriyet, Hilafetle Laiklik arasında bir tercihe zorlandığımız sarih şekilde ifade edilebilirse AKP’nin sistemi dönüştürme hedefi önlenebilir.

  • iktidarı önümüzdeki -en geç 2023’te gerçekleştirilecek- ilk seçimlerde devralmasından sonra izlemesi gereken politikaların ana hatlarını hatırlatmaktadır. İktidarın AKP’den Cumhuriyetçi Cephe’ye geçişiyle iki temel ve öncelikli sorunla karşı karşıya kalınacaktır. Birincisi, “…önemli boyutlara ulaşan topluma ait varlıkların yağmalanmasından kaynaklanan yolsuzluklardan ve ülke dışına taşan karanlık işlemlerden ödünsüz hesap sormaktır.” Cumhuriyetçi Cephe’nin iktidarı devralmasından sonra ivedilikle çözüm bekleyecek sorunların ikincisi de kamu yönetimiyle ilgilidir. Boratav şöyle devam eder: “Yirmi yıllık bir iktidarda kamu yönetimi kadroları tümüyle değişti. Osmanlı’dan devralınan liyakat ölçütleri sistematik olarak aşındırılarak… Bu ölçütlere hızla dönülmesi gerekiyor. Dahası, 2017 sonrasında cumhurbaşkanlığı kararnameleri, aşınmakta olan kurumsal yapıyı dahi dağıttı. Bu bozuklukları düzeltmenin ilk adımı benzer kararnamelerle atılır. Bu nedenlerle Cumhurbaşkanı seçilecek kişinin bugünkü cumhurbaşkanlığı yetkilerini çekinmeden, ama ters yönde kullanacağı bir ara dönem yaşamak gerekecek. Sorun konusunda Boratav Hoca ile aynı fikirde olsam da “Erdoğan’dan kurtulmak için bir anti-Erdoğan’a ihtiyacımız” olduğunu düşünmüyorum. Erdoğan’ın bozduğu devlet mekanizmasını yine Erdoğanvârî yöntemlerle tamir etmeye kalkışmanın Cumhuriyet fikrini tamamen yitirmeye neden olabilecek riskleri barındırdığını da akılda tutmak gerekiyor.

Korkut Hoca’nın, böylesi bir Cephe’nin kuvveden fiile geçirilmesi konusunda sosyalistlere bir görev ve sorumluluk yüklediğini ayrıca not etmek gerekiyor. Buradan hareketle de Boratav, “Düzen-içi muhalefetin ufku[nun] fevkalade sınırlı” olduğunu belirterek “Öncülü[ğün], doğrudan doğruya sosyalist muhalefete düş[tüğünü]” dile getirmekte. Nitekim biz de Mukavemet TV olarak, Anayasa Tartışmaları – AKP Sonrasını Düşünmek/Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi ana başlığı etrafında, Korkut Hoca’nın da altını çizdiği bu öncü rolü yerine getirmeye gayret etmekteyiz: Sadece sosyalistlerin, sosyalizmin önceliklerini esas alan bir mücadele hattının değil; kendi parametrelerimizi unutmadan ancak şu an için, Cumhuriyet değerleri etrafında geniş bir Cumhuriyetçi Cephe’nin AKP sonrasını düşünmeye başlamanın mihenk taşı olabileceği kanaatindeyiz.

“Örtük”, “Gevşek” İttifakın Doğası: “HDP’yle Asla” ile “HDP’siz Asla” Arasında Salınan İttifak

HDP’nin Millet İttifakı içinde, ittifakın diğer bileşenleri gibi yer almasını zorlaştıran ve gevşek/örtük ittifakı zorunlu kılan iki faktörden bahsetmek gerekiyor.

Bu faktörlerden ilki, Millet İttifakı’nı oluşturan partilerin başta da İyi Parti’nin ve CHP’nin ulusalcı kanadının HDP alerjisi ile HDP’sizliğin imkânsızlığı arasında sıkışıp kalmalarıdır. Aynı gerilim MHP’den ayrılan İyi Partililerle, siyasal İslamcı Saadet Partililerle ve CHP’nin ulusalcı kanadıyla aynı ittifakın içinde yer alma konusunda benzer karın ağrılarını çeken HDP’li siyasî aktörler için de geçerlidir. Bu, Millet İttifakı’nın yumuşak karnını oluşturuyor. Millet İttifakı, hem HDP’siz bir ittifakın “eksik” değil “sakat” bir ittifak olacağı hem de HDP’nin “Cumhuriyet değerlerine uzak”(!) ve “terörle bağlantılı” bir siyasi parti olduğu düşüncesi arasında salınıp durmakta. İşte bu dilemma içinde gevşek/örtülü ittifak, HDP’yi bu ittifaka dahil etmenin ara çözümü olarak gündeme geliyor. Bir nevi çözümsüzlüğün çözümü gibi.

HDP’nin Millet ittifakı içinde, ittifakın diğer bileşenleri gibi yer almasını zorlaştıran ve gevşek/örtük ittifakı zorunlu kılan ikinci faktör, Cumhur İttifakı’nın, elbette en başta da AKP ve Erdoğan’ın, Millet İttifakı’nın bu dilemmasının farkında olmasıdır. Erdoğan, HDP’nin ötekileştirilmesiyle Millet İttifakı içindeki bu dilemmayı bir kopuşa doğru sürüklemeyi hedefliyor. Erdoğan’ın elindeki en önemli koz, HDP’yi sistemin ötekisi, siyasal düşmanı (hostis) haline getirmek; bu, Millet İttifakı’nın HDP ile kuracağı açık ittifakı “öteki” ile “terörist” ile kurulan bir ittifak olarak tanımlayabilmenin de önkoşulunu oluşturuyor. HDP ne kadar rejimin “öteki”si, rejimin “hostis”i, kamusal düşmanı olarak tanımlanabilirse, HDP ne kadar “terörle işbirliği içindeki parti”, “bölücü parti” olarak tanımlanabilirse Millet İttifakı içindeki çatlak da o kadar genişleyecek; çatlama yarılmaya, dağılmaya doğru genişleyecek; en nihayetinde toplumun geniş kesimi “muhalefete rağmen“ ülkeyi, terör belasından koruyup kollayan hâmîleri, ve bânîleri Erdoğan” ve partisi etrafında kenetlenebilecektir.  Erdoğan, ne kadar “HDP ile görüşmek”i, “HDP ile irtibat kurmak”ı “makbul muhalefeti” “bölücü teröriste” çeviriveren bir büyülü iksire dönüştürebilirse, bunun Millet İttifakı’nı dağılma noktasına getirebileceğinden emin; haklı da. Süreci HDP’li belediyelere kayyum atanması, HDP’nin siyasetin görünürlüğünün kısıtlanması ve HDP’ye kapatılma davası açılmasına kadar götüren süreç de bu noktada devreye giriyor.

O Duvar, Duvarınız…

HDP’nin bu derece hayatî hale gelmesi, partinin 2015 seçimleri, hatta öncesindeki Cumhurbaşkanlığı seçimlerindeki dönüşümüyle alakalıdır. Bu dönüşümü duvarın yıkılması olarak adlandırmak da mümkündür. İşte aslında bugün tartıştığımız çoğu şey, 1980 sonrasında kurulan yapının 2015 Haziran seçimlerinde tamamen âtıl hale gelmesiyle, ülke barajı duvarının yıkılmasıyla görünür hale gelmeye başladı.

12 Eylül’den sonra kabul edilen 10 Haziran 1983 Tarih ve 2839 Sayılı Kanun, hem %10 genel baraj, hem de yerel baraj ya da resmî adıyla seçim çevresi barajı[1] öngörüyordu. Seçim çevresi barajı en son 1991 seçimlerinde uygulandı ve 1995 seçimlerinden önce kaldırıldı ama ülke barajı siyaseten bir anlamı kalmasa da hukuken varlığını hâlâ sürdürüyor. Ülke barajı görünürde, nispî temsil seçim sisteminin uygulandığı ülkemizde Türkiye genelinde %10’dan daha az oy alan partilerin TBMM’ye girmesini engelleyerek koalisyon hükümetlerinin kurulma ihtimallerini azaltacak, böylece daha istikrarlı yürütme organlarının teşkiline imkân tanıyacaktı. Ancak %10 barajı bu işlevinden daha çok bir “anti Kürt” kalkanı işlevi edindi. Kürt siyasî hareketinin istisnasız %10 barajı altında kaldığı 2015 seçimlerine kadar %10 ülke barajı, Kürt siyasetçilerin partili değil, ancak bağımsız aday oldukları takdirde mecliste temsil edilebilmelerine imkân tanıdı. Nispî temsil sisteminin bağımsız adayın seçilebilmesi için getirdiği ekstra zorluklar ve sayısal dezavantajlar ise görmezden gelinmek zorunda kalındı.

2015 Haziran seçimlerinin neden bir milat olduğunu anlatabilmek -bu konudaki başka bir yazımdan[2] da geniş olarak yararlanarak- için biraz geriye dönmek istiyorum. 1983’te seçimlerin yapılması ve askerin (kısmen) kışlasına dönmesinden sonra Kürt siyasî hareketi, 1984 sonrasında silahlı eylemlere başlayan PKK’nin haricinde, parlamenter/legal düzlemde de varlığını hissettirmeye başlamıştı. 1991 seçimleri öncesinde sağda Refah, Milliyetçi Çalışma ve Islahatçı Demokrasi partilerinin ittifakı gündeme gelirken, SHP de Halkın Emek Partisi ile ittifaka girmişti. SHP-HEP ittifakı basit bir seçim ittifakının ötesindeydi, nitekim Fransa Özgürlük Vakfı ve Kürt Enstitüsünün düzenlediği (17 Ekim 1989) Kürtlerin Kimliği ve İnsan Hakları konferansına katılan SHP’li yedi milletvekilinin ihracı gündeme gelince bu isimler partilerinden ayrılmışlar ve 3 Mart 1990’da bu isimlerin de aralarında yer aldıkları bir Çalışma Kurultayı toplanmış, ardından da 7 Haziran 1990’da Ahmet Fehmi Işıklar önderliğinde HEP kurulmuştu. Bir anlamda HEP’in hamurunda da SHP’nin mayası yer alıyordu ve bu, iki partinin (20 Ekim) 1991 seçimleri öncesindeki ittifakını kolaylaştırmıştı. Sonuçta yirmi bir HEP’li SHP listesinden TBMM’ye girdiler. Lakin daha meclisin ilk oturumlarındaki yemin kriziyle başlayan gerilim, yirmi bir milletvekilinden üç milletvekili (Fehmi Işıklar, Adnan Ekmen ve Salih Sümer) hariç on sekizinin istifasıyla had safhaya çıktı. Daha o gün Kürt siyasetinin parlamenter/legal yapı içinde faaliyet göstermesinin sanıldığından daha zor olduğu ve her iki tarafın da bu konuda hayli yol alması gerektiği anlaşıldı.

Kürt siyasî hareketi 1995 ve 1999 seçimlerine Halkın Demokrasi Partisi kurumsal kimliği altında iştirak etti ve 1995’te %4,17; 1999’da ise %4,75 oy alarak parlamento dışında kaldı. 2002, 2007 ve 2011 seçimlerinde ise Kürt siyasetçiler parti kurumsal kimliği ile değil, bağımsız adaylar olarak seçimlere iştirak ettiler ve seçilmelerinin ardından parlamentoda grup oluşturmaya çalıştılar. Özetleyecek olursak, 1980 sonrasında Kürt siyasî hareketi, 2015 Haziran’ındaki seçimlere kadar parti kimliği ile TBMM’ye girme şansı elde edemedi. Ya 1991 seçimlerinde olduğu gibi bir partiyle girdiği ittifak yoluyla parlamentoda yer aldılar ya da bağımsız adaylar olarak seçildikten sonra parlamentoda grup kurarak siyasî faaliyetlerine devam ettiler. Her iki durumda da legal siyasette marjinal bir konumda yer aldılar ve %10 barajını geçemedikleri için büyük partilerin doğu ve güneydoğudaki milletvekilliklerini kendi aralarında pay etmelerine ses çıkaramadılar.

2015 Haziran’ındaki seçimlerde ise Selahattin Demirtaş ve Figen Yüksekdağ’ın önderliklerinde Halkların Demokratik Partisi’yle yer alan legal Kürt siyaseti, %13,12’lik oy oranı ile en yüksek oyu alan dördüncü parti olmasına rağmen, oyların %16,2’sini alan MHP ile aynı sayıda (80) sandalye kazanarak parlamentoya girdi. İşte bugüne kadar gelen olaylar zinciri de bu seçimlerle birlikte başladı.

2015 Haziran’ından sonra, bu seçime kadar %10 barajını aşabilen bir legal parti örgütüne sahip olamamış, ya ittifaklarla ya da bağımsız adaylarla zar zor grup kurabilecekleri sayıda milletvekili ile iştirak ettikleri parlamentoda, “müesses nizama müştak” (affiliate) yaşamış (yani siyaseten görmezden gelinebilen, yok sayılabilen, kolayca bastırılabilen, 1994’te DEP milletvekillerinin yaka paça TBMM’den atılması örneğinde olduğu gibi Meclis’ten kovulabilen, her şekilde müesses nizamın bağımlı değişkeni, türevi gibi kabul edilmiş) Kürt siyasetinin/HDP’nin, TBMM’nin -MHP ile birlikte- üçüncü partisi olmasıyla artık partinin baraj sorunu yaşamayan bir parti olduğu da tescillenmiş oldu. 2015 Haziran’ında HDP sadece ülke barajını geçti. Kasımda ise artık -oy oranı düşmüş olsa da- ülke barajını psikolojik olarak aştı ve bunu herkese ve kendine ispatladı. İşte bu, 12 Eylül sonrasının tüm dengelerini de altüst etti; 2015’ten sonra, 1983 sonrasında kurulan tüm siyasî dengeler de böylece hâk ile yeksan oldu. Bir anti-Kürt kalkanı olarak işlev gören %10 seçim barajının fiilen yıkıldığı hem Kürt siyasetince hem de muhaliflerince bu tarihten sonraki her seçimde iyice kabullenildi; zaten kapatmaya giden taşlar da bu süreçte döşenmeye başlandı.

Müesses nizam bugün halen bu gerçek etrafında şekilleniyor. AKP’nin artan otoriteryanizminin dahi bu konu dikkate alınmadan açıklanamayacağı aşikâr. Rejim, o günden bugüne, 2015 seçimlerinden sonra sosyalistlerle birlikte hareket eden Kürt siyaseti için %10 barajı diye bir sorunun ortadan kalkmış olmasının yarattığı sonuçları hazmetme, anlama ve karşı politikalar oluşturma derdinde: 7 Haziran 2015’ten sonra  yaşanan terör olayları, patlamalar, ölümler, seçimlerin yenilenmesi, başbakanlığın lağvı, FETÖ operasyonları, darbe girişimleri, 2018’den sonra kurulan Cumhur ve Millet ittifakları… hepsi ama hepsi bu bağlamda analiz edilebilecek olaylar. Tıpkı 17 Mart’ta HDP için verilen kapatma kararında olduğu gibi.

2015 seçimlerinde sosyalistlerin de desteğini yanına alan Kürt siyasetinin ülke barajını sadece “geçmesi” değil, fakat “aşması”, 17 Mart’ta HDP’ye yönelik açılan kapatma davasının sadece bir yönünü oluşturuyor

İşte HDP nefreti (HDP ile görüşmenin hainle görüşmek, iş birliği yapmak olduğunu, HDP’nin PKK’nın legal partisi olduğunu, onun devletin ve ülkenin bölünmez bütünlüğü aleyhine olduğunu ortaya koyabilmek…) basit bir seçim ittifakı olmayı aşamayan Cumhur İttifakı’nı bir yeni Milliyetçi Cepheye dönüştürecek HDP siyasal düşmanlığı/nefreti (hostisi) üzerinden tanımlı bir (Schmittyen) muteber biz’ler kümesi oluşturabilecek tek manivelaydı. HDP nefreti/düşmanlığı/hostisi üzerinden yaratılmaya çalışan bu “biz” şimdi HDP’nin kapatılması üzerinden yaratılmaya çalışılmaktadır. Erdoğan, Cumhur İttifakı’nı bir arada tutmak için değil, ancak onu bir (siyasal düşman karşısında inşa edilmiş) “biz”; bir “birlik ruhu” olarak sunabildiğinde başarılı olabileceğinin, aksi takdirde Cumhur İttifakı’nın MHP’nin kaprislerini tatmin aracından başka hiçbir işe yaramayacağının farkında.

Daha önce de belirtmeye çalıştığım gibi, HDP nefretinin (siyasal düşman inşası) yeni bir boyutu olarak HDP kapatma davası, CHP’nin başını çektiği Millet İttifakı’nın yumuşak karnı üzerinde düşünülmeden de tam olarak anlaşılamaz. Erdoğan, HDP’yi sadece, onun üzerinden Cumhur İttifakı’nı bir kerte yukarı taşıyacağı ve o politik düşman üzerinden “biz”i tanımlayacağı bir manivela olarak ele almakla kalmıyor; Erdoğan, bu politikasının Millet İttifakı içinde bir gedik açacağının da, HDP konusunun Millet İttifakı’nın yumuşak karnı olduğunun da gayet farkında.

Gerçekten de CHP-HDP arasında bir ittifak olduğu eleştirileri, İYİ Partili yetkililerin anayasa mevzuunda HDP’lilerle görüştükleri ve bunun gibi söylentiler, iddialar, bir “dişi MHP” olmakla “yeni merkez sağ” olmak arasında kimlik bunalımı yaşayan İYİ Parti ve ulusalcılar ve solcular olarak iki kampa bölünme riski taşıyan CHP için de bir mayınlı tarla. Erdoğan polarize olmuş bir toplumda kendi mahallesini tahkim etmek kadar karşı mahallede gedik açmanın da önemli olduğunu biliyor. Tekrar belirtmek gerekirse AKP’nin Cumhur İttifakı’ndaki zayıf noktası Saadet Partisi ise, müstakbel başarısı için rakibinin “yumuşak karnı” da İYİ Parti ve CHP içindeki huzursuzlardır. AKP ne Saadet’i ne de İYİ Parti’yi “HDP ile görüşmek” popüler yaftası ile kendi iktidarı etrafında kenetleyebildi ve hiç değilse kendi iktidarına razı edebildi; yine de hem İYİ Parti hem de CHP içine oynayarak dengeleri yeniden değiştirmeye gayret ettiği aşikâr. HDP’ye açılan kapatma davası da bu politikanın radikalleştirilmiş şeklinden fazla bir anlama gelmiyor.

Sorun artık Kürt siyasetinin diğer partilere, müesses nizama müştak olmaktan çıkmasıyla alakalıdır. %10 barajı sadece büyüyü bozmuştur. 2015’ten sonra müesses nizam, baraj sorununu “aşmış” bir HDP’nin sadece parlamento denkleminde değil, siyasal denklemde de “aktif”, “bağımsız” ve “oyun kurucu” olarak rol almasına tepki gösteriyor.

Millet İttifakı ile kurulacak Cumhuriyetçi bir Cephe’nin gevşek ortağı olma yönünde bizzat HDP’nin dilemmalarını da görmezden gelmemek gerekiyor. Partinin Eş Genel Başkanı Mithat Sancar’ın TBMM’nin 100. Yılı Özel Oturumundaki konuşması ilk Meclis’i öven, Millî Mücadele’yi olumlayan ve Mustafa Kemal’e ilişkin olumlu cümleler sarf eden üslubu nedeniyle kendi mahallesi ve komşu mahallelerin esnaflarınca da yerden yere vuruldu. Oysa bu konuşmaya, HDP’nin, Cumhuriyet değerleri etrafında berkitilmiş bir Cumhuriyetçi Cephe düşüncesine çaktığı, gevşek ve örtük iş birliğine çaktığı bir selam olarak bakmak da mümkündür. Bir yanda Cumhuriyetle barışık bir HDP, öte yandan da Sırrı Süreyya Önder ve Pervin Buldan’ın farklı zaman ve zeminlerde  de olsa dile getirdikleri “kimsenin Kürtleri çantada kekelik görmesin”  ikazları ile İttifaklar karşısındaki konumunu güncelleyen HDP.

Mithat Sancar’ın TBMM 100. Yıl Özel Oturumu’ndaki konuşmasını eleştirenlerden birisi de “Mavri Thallassa” adlı Youtube kanalında konuşan Tamer Çilingiroğlu’ydu. Çilingiroğlu, Sancar’ı Kurtuluş Savaşı diye bir savaşın olmadığını bilmemekle; konuşmasında “Pontus Soykırımı’ndan bahsetmemekle”, “Mustafa Kemal’i övmekle”, tarihi Hasan İzzettin Dinamo’dan (Kutsal İsyan kitabı) öğrenmekle suçluyor. Aydınlık gazetesi ise 30 Nisan’da, Sancar’ın “‘Özerlik İçin Anayasa Değişikliği Talebine Tepki: ‘Türkiye’yi Bölelim’ Diyor” başlığını atmış. Aydınlık, Sancar’ın konuşmasından “Adam Bölücülüğü Anlatıyor” (ki haberin alt başlıklarından biri bu) diye bahsediyor. Ahaber’den Bülent Erandaç da “Polit Bürosu’nun Manidar Anatomisi” (27 Nisan 2020) başlıklı yazısında Sancar’a laf yetiştirmeye çalışıyor. Sancar’ın bu fikirlerinin arkasında CHP’nin olduğunu vb. söylemeye getiriyor: “CHP-Kemal Kılıçdaroğlu Polit Bürosu’nda IMF-NATO- Almanya- ABD- TÜSİAD- HDP-sosyalistler- darbeseverler- Fetö Aşıkları, sivil oligarklar, Gardrop Atatürkçüleri var fakat halk yok” diyor yazar. Erandaç’ın makalesini post-truth çalışan meslektaşlarıma tavsiye etmeyi unutmayayım.

Artık muhalif olmaya karar veren Ali Bayramoğlu ise Karar gazetesinde 30 Nisan’da yayımlanan “HDP ve Sancar” başlıklı yazısında Sancar’ın konuşmasından müspet ifadelerle bahseder:

Mithat Sancar bunun bir örneğini 23 Nisan günü mecliste yaptığı konuşmayla verdi. Konuşması meclisin az gördüğü bir üslup ve içerik kalitesi taşıyordu. O konuşurken Bahçeli bile konuşurken kulak kesilmişti. Konuşmasında, Kürt meselesini merkeze almadı. Günü vesile bilip HDP’nin karşı karşıya kaldığı ağır koşulları dile getirmeyi, pozisyon siyaseti yapmayı da tercih etmedi. I. TBMM’nin oluşumunu, millî mücadelenin yerel direniş örgütleri ve yerel kongre iktidarlarıyla bağını, tabandan yukarı çıkış öyküsünü, yasalcılığını, çoğulculuğunu ve gücünü anlattı.

Devlet Bahçeli’nin “bile” Sancar’ı ciddiye alması sadece Bayramoğlu’nun dikkatini çekmez. Nedense aynı noktaya Abdülkadir Selvi de değinir. Selvi, Hürriyet (24 Nisan 2020) gazetesinde yer alan “Meclis’te Koronavirüslü Oturum” başlıklı yazısında şöyle yazar:

HDP Eş Genel Başkanı Mithat Sancar’ın Meclis’in 23 Nisan özel oturumunda yaptığı konuşmaya da dikkat çekmek istiyorum. MHP Genel Başkanı Devlet Bahçeli’nin dahi dikkatle takip ettiği bir konuşma yaptı. HDP’lilerin klasik konuşmalarından farklıydı. Birinci meclisi oluşturan ruhu anlattı. ‘En güçlü Meclis’in yüzüncü yılını en zayıf Meclis’te kutluyoruz’ gibi esaslı eleştirilerde de bulundu. Ama bunu yaparken Kandil’e, İmralı’ya selam çakan bir dil kullanmadı. Tam aksine hukuk profesörü Mithat Sancar birikimini konuşturdu. Bu dile ihtiyaç var.

İster HDP’nin Cumhuriyetin kurucu değer ve kadrolarıyla sorunlu olmadığını dile getiren ama “HDP CHP’nin ağzıyla konuşuyor” eleştirilerine neden olan, ister Kürtlerin çantada keklik olmadığını dile getiren ama “HDP Ak Parti ile anlaşmanın zeminini hazırlıyor!” eleştirilerine neden olan sözleri olsun, benzer ikilemleri HDP’nin de yaşadığına kuşku yok.

Sonuç olarak Boratav Hoca’nın ana hatlarını çizdiği Cumhuriyetçi Cephe, Millet İttfakı’nın tüm sorunlarını çözecek bir sihirli değnek değilse de Millet İttifakı’na bir yol haritası çizmesi ve AKP sonrasında kısa ve orta vadede yapılması gerekenleri de tartışmaya açması açısından oldukça önemli. Örtülü/Gevşek ittifak düşüncesi ise Millet İttifakı bileşenlerinin keşfettikleri değil, el yordamıyla buldukları, süreç içinde inşa edilen, kervan misali yolda düzülen bir politika oldu.

iza

 

 

 

[1] Yavuz Sabuncu makalesinde (“Seçim Barajları ve Siyasal Sonuçları”, Anaysa Yargısı Dergisi, Cilt 23, 2006, s. 191-197) yerel barajlarla ilgili şu tespiti yapmaktadır: “Bu baraj seçim çevrelerinin büyüklüğüne göre değişiklik göstermekte ve seçim çevreleri küçüldükçe çok yüksek oranlara tırmanabilmektedir. 104 seçim çevresinde uygulanan 1987 seçimlerinde en düşük baraj %20 (267 MV) olmakta, %25 (72 MV) ve %33,3 (105 MV) düzeyinde oluşan seçim çevresi barajları seçim sistemine hakim olmaktadır. 1991 seçimleri ise, bu basit seçim barajının yerine doğrudan yasa tarafından konulan %20 (323 MV) ve %25’lik (127 MV) barajlar ile yapılmıştır. 1995 yılında bir hayli maceralı seçim sistemi değişiklikleri sonrası Anayasa Mahkemesinin iptal kararı ile basit seçim çevresi barajı kalkmıştır. Gerek basit seçim barajının gerekse yasa ile saptanmış seçim çevresi barajının seçim ve temsil ilkesi bakımından bir hayli garip sonuçlar verebildiğini biliyoruz. Bu bakımdan örnek olarak 1987’de Van ilinde %25 oy alan partinin beş milletvekilliğinin tümünü kazanması ile 1991 seçimlerinde İstanbul’da %27,5 oy alan partinin 50 milletvekilliğinden 33 tanesini kazanması verilebilir.

[2] https://birikimdergisi.com/guncel/10354/hdp-ile-gorusmek-kavrami-uzerine-bir-siyasal-dusmanin-insasi

Bir Cevap Yazın

PAZAR PAZAR

Mete Kaan Kaynar
Akademisyen, Yazar
2,738BeğenenlerBeğen
28,707TakipçilerTakip Et
spot_img
[td_block_10 limit="6" custom_title="YAZARIN DİĞER YAZILARI" autors_id="22" block_template_id="td_block_template_6"]