Perşembe, Nisan 25, 2024
spot_img

“Akşamları Çürük İplerimden Akın Akın…”

...Metil alkolden yapılan, merdiven altı üretilen rakı nedeniyle veya mantar zehirlenmesinden ölenlerin sayısını bilmiyoruz ama giderek arttığından/artacağından eminim. Yoksulluğun insanları daha ucuz olduğu için yönelttiği diğer yiyecek ürünlerini yazamadım; bu zalim fakirliğin dayattığı korkunç savrulmuşluk insanların yaşamını sinsice tüketiyor.

Mesleğe başladığım ilk yıllardaydı, kasım veya aralık ayı olmalı, 36-37 yıl önce. Toroslarda bir köyün sağlık ocağı hekimliğini yapıyorum; sağlık ocağı köyün merkezinde, yaklaşık 500 metre mesafede de evim var. Benim mesai saatim belli ama hastalıkların belirsiz; hastalığının acil olduğuna karar veren herkes gece veya gündüz evimin kapısını çalıyor… Soğuk bir gecenin kör vakti kapım çalındı. Tek katlı evimin camlarından vuran farların ışığına, motoru çalışan traktörün horultusu eşlik ediyordu. Tablo tanıdık, beni çağırmak ve almak için tek ulaşım araçları olan traktörle gelmişlerdi. Elektrikler de kesik olduğu için traktör farları evime yöneltilmiş. Tıbbiye yıllarımdan kalma parkayı üstüme geçirip kapıyı açtım. Orta boylu, kırklı yaşlarda bir erkek mahcup bir dille iki hasta getirdiğini, hastaların sağlık ocağının kapısında beklediğini söyledi. Belli etmemeye çalışıyordu ama oldukça alkollü olduğunu anlamıştım. Adını sordum; “Arıcı Yusuf” derlermiş ona… Traktör kullanmayı bilsem direksiyona geçeceğim ama çaresizim, Yusuf’un “güzel kafa” ile kullandığı traktöre bindim; neyse ki yol kısa ve kim bilir, traktör yolu biliyor olmalı!

Hava soğuk ve bulutlu; göz gözü görmüyor, tam bir zifiri karanlık. Vardık sağlık ocağına, kapı önüne çömelmiş bekleyen iki erkek kişi vardı, el lambalarımızın yardımıyla kapıyı açtım. Bu tip durumlara hazırlık olması için girişe bir muayene masası ve lüks lamba koydurmuştum. Lüks lambası[i] odayı aydınlatınca gecenin uzun olacağını hissetmiştim. Üçünün yaşları birbirine yakındı; üçü de adamakıllı alkollü olsa da biri zigzaglar çizerek de olsa traktör kullanabiliyor, ayakta durabiliyordu ama ikisi karın ağrısı ile kıvranıyor, renkleri uçuk, görüntüleri toksikti.

O yıllarda Google yoktu ama hastalıklara ilişkin toplumun derin belleklerine sinmiş, ezberlerden çare arayan kara dürme zihniyetimiz şimdinin tıpkısıydı. Teşhislerini kendileri koyup gelmişlerdi! Durumunun daha ağır olduğunu düşündüğüm kişiyi muayene masasına oturturken ne olup bittiğini anlamaya yarayacak sorular soruyordum. 3 kişi beraber içmişler, hem de çok içmişler… Onların deyimiyle zayıf meze ile hızlı içmişler, belki yoğurt biraz ekşiymiş… O yılların her derde deva ilacı linkosin ve novalgin ampul yanında bulantı kesici bir iğne yapsam sabaha zımba gibi olurlarmış. Her iki hastanın da vital[ii] bulgularına yönelik muayenelerini yaparken içkinin yanında ne yediklerini sordum. Izgarada mantar yapmışlardı ama o dokunmazmış ki… Yusuf’a dönüp “mantardan zehirlenmiş olmayasınız?” diye sordum. Yusuf cahilliğime acır gibi baktı, hepsi kendilerini bildi bileli ormandan mantar toplar, zehirlisini köyün öte ucundan bile tanırlarmış. Arkadaşları üşütmüş, hızlı içince rakı vurmuştu; novalgin linkosin yapsam yeterdi onlara.

24 yaşındaydım, hekimlik deneyimim azdı, hızlı karar vermek zorundaydım! Karşımda kıvranan iki kişinin durumunu bozulmuş yoğurt ve hızlı içilen rakıyla açıklamak olası değildi. Üstelik Arıcı Yusuf’da da zehirlenme bulguları görülmeye başlamıştı. Köyde acil durumlarda hastaları yakındaki ilçeye götüren, arabası olan tek bir kişi vardı. Arıcı Yusuf ve iki hastanın itirazlarına rağmen yarım saat içinde köyü ayaklandırıp 30 kilometre uzaklıktaki hastaneye gitmelerini sağlamıştım. Arıcı Yusuf’u da gönderdim, bulgular daha hafif olsa da onun da zehirlendiğinden emindim. Amma velakin!

Gece doğru bir iş yapmış olmanın huzuruyla sabah erkenden sağlık ocağına yollandım, yol üstündeki köy kahvesine daldım, bir çay içimi için. Köylülerin güneş doğarken kalkıp hayvanlarının veya tarlasının başında olduğuna dair ilkokul bilgisinin tezvirat[iii] olduğunu o zamanlar öğrenmiştim. Hele ki erkekler için! Sabah erkenden çalışmaya başlayan kadınlardı. Erkekler fiziksel güç gerektiren işlerde, çarşı pazara gidileceğinde, orman idaresine, bankaya, kooperatife gidileceğinde biraz kıpraşır, sonra kahvede kış uykusuna devam ederlerdi. Haklarını yemeyeyim, çalışkan erkekler de vardı ama en delifişekleri bile kadınların her günkü rutin işlerinin yarısını bile yapamazdı. Neyse, bu kadar dedikodu yeter; ben daha oturmadan “çok mukallit[iv] adamdır” diye namı olan yaşlılardan biri laf attı:

-Doktorum, öte köyün serhoşlarını mantardan zehirlendi deyip hastaneye göndermişsin.

Kahveyi bir gülümseme sardı, kıkırdamalarını saklamakta zorlanıyorlardı. “Burada kimse mantardan zehirlenmez mi?” diye sordum.

-Bilmeyenler zehirlenir, buranın yerlisi mantarın zehirlisini bilir…

Israr etmemin anlamı da faydası da yoktu, eh, 24 yaşın alınganlığı ile tecrübesizliğini bir arada tutmak kolay değildi, çayı bitirmeden kalktım. Nasılsa biraz sonra hastaneye gönderdiklerimden haber gelirdi.

İlk haber öğleden sonra geldi, sabahleyin çok erken saatte hastaların üçü de 150 kilometre mesafedeki üniversite hastanesine ambulansla gönderilmişti. Geçmiş gün, ayrıntıları hatırlamıyorum ama 20-30 gün içinde ikisinin sırayla ölüm haberleri ulaştı. Ölüm sebepleri mantar zehirlenmesiydi. Arıcı Yusuf hastanede birkaç gün yatıp taburcu olmuştu.

Bu olay nereden geldi aklıma? Doğrudur, insan yaş almaya başlayınca Arthur Rimbaud’un Sarhoş Gemi şiirindeki şu dizeleri yaşamaya başlıyor:

“Akşamları çürük iplerimden akın akın

Ölüler inerdi gerisin geri”

Nedir, işin aslı şu, son zamanlarda köpeğimle yaptığım yürüyüşlerde çok sayıda yabani mantara rastlıyorum. Bazılarının görüntüsü nefes kesecek denli güzel. Hangisi zehirlidir, hangisi yenebilir diye hiç merak etmedim. Çünkü meslek yaşamımda karşılaştığım veya duyduğum hemen tüm mantar zehirlenmesinden ölenler, zehirli ile zehirsizini kesin olarak ayırabildiğini zannedenler olmuşlardır. Özcesi şudur; doğadaki zehirli ve zehirsiz mantarları kesin olarak ayırmak neredeyse olanaksızdır.

Yürüyüş yolumdaki mantarların fotoğraflarını çektiğim günlerde sosyal medyada büyük bir hastanenin yoğun bakımından sorumlu bir meslektaşımın çığlığını okudum.

-Yeter, yemeyin şu zıkkımı. Gencecik insanlar mantar zehirlenmesinden ayakta geliyor, tabutta çıkıyor.

Bu mesaja akademisyen bir meslektaşım kısacık bir yorum yapmıştı:

-Mantar zehirlenmesi hep vardı ama bu yıl katlandı.

Niye? Neden bu yıl mantar zehirlenmesi bu denli artmış olabilir? Cevabı bildiğinize eminim! Doğadan toplanan mantarlar, lezzet olarak etin yerini ikame edebildiği için… Et ürünleri, artan fiyatları nedeniyle toplumun büyük bir kesimi tarafından ulaşılamaz hale gelmiş durumda; yoksulluk, yüzbinlerce insanı çok tehlikeli yiyecek ve içeceklere yöneltti. Metil alkolden yapılan, merdiven altı üretilen rakı nedeniyle veya mantar zehirlenmesinden ölenlerin sayısını bilmiyoruz ama giderek arttığından/artacağından eminim. Yoksulluğun insanları daha ucuz olduğu için yönelttiği diğer yiyecek ürünlerini yazamadım; bu zalim fakirliğin dayattığı korkunç savrulmuşluk insanların yaşamını sinsice tüketiyor.

Yazıma Arthur Rimbaud dizeleriyle başlamıştım; İranlı şair Ahmet Şamlu’nun bir dörtlüğü ile bitiriyorum:

“Tuhaf zamanlardayız sevgilim…

Dudaklardan gülmeleri kazıyorlar,

ağızlardan şarkıları.

Neşeyi zulalamak en iyisi…”

 

DİPNOTLAR

[i] Lüks lambası: Hava basınçlı bir tür petrol lambası, lüks lambası. (TDK)

[ii] Vital: Yaşamla ilgili, gerekli olan, hayati, yaşamsal. (TDK- Hemşirelik terimleri sözlüğü)

[iii] Tezvirat: Yalan dolan şeyler

[iv] Mukallit: Taklitçi.

2 YORUMLAR

  1. Sayın Doktorum herhalde Antalya, Kaş, Kasaba köyünden bahsettiniz.
    Bu sene pahalılıktan dolayı daha çok doğal ürünleri tercih ediyorlar.

Bir Cevap Yazın

4,573BeğenenlerBeğen
2,371TakipçilerTakip Et
9,078TakipçilerTakip Et
[td_block_10 limit="6" custom_title="YAZARIN DİĞER YAZILARI" autors_id="10"]