Cumartesi, Nisan 27, 2024
spot_img

Armutçuk’tan Soma’ya

"Siz hiç kucağınıza ölmüş bir evladınızı aldınız mı?"

badem yağlı, bol cilalı, boyaasiii

8 yaşındaydı… köyden yeni gelmiş; abisi, mahalle arkadaşları simitçilik, boyacılık yapıyorlar… o da çıkacak ayakkabı boyamaya, abisi ve arkadaşları boyacılığın incelikleri yanında bir de müşteriye karşı nasıl davranacağını anlatıyorlar…

  • kesinlikle ücrete takılma. “kaça boyuyorsun?” diye sorduklarında “canın sağolsun” abi de…
  • heyecana gerek yok. gösterdiğimiz gibi ayakkabıyı boya, yeter…

beldede maden işçilerinin ve ocak şeflerinin, çavuşlarının uğrak yeri olan, başçavuşlar lokali olarak bilinen yerin önünde, boncuk gibi dizilmiş, 8-10 boyacı çocuk müşteri beklerken, etap oynuyorlar… “sahi siz etap nasıl oynanır, bilir misiniz?”

oyun oynamayan birkaç çocuk, güneşe ve yağmura karşı branda germek için profil borulardan yapılmış çardakta barfiks çekiyorlar, o zamanlar “sallanmak” diyorlardı, barfiksi askerde öğrendi… “barfiks nedir, bilir misiniz?”

az sonra…boya sandığının başında bir adam belirdi.

  • kaça boyuyorsun?
  • ne verirsen ver abi…
  • param yoksa ne olacak?
  • canın sağolsun abi…

boyacı, müşterisinin oturması için hemen bir sandalye kapıp geldi… adamın paçalarını kıvırdı. çoraplara sürülmemesi için iskambil kağıtlarıyla çorapların üzerini kapatarak önlem aldı… daha sonra bu kağıtlarla 21, pişti, yanık oynamayı da öğrenecekti… “yanık oyununu bilir misiniz?”

  • badem yağı ister misin abi?
  • nasıl iyi olacaksa öyle boya…
  • ayakkabını yumuşatır abi…
  • tamam, bademyağı da olsun. şu fırçayı bir takıratsana biraz…
  • abi ben yeniyim, sen ilk müşterimsin, fırçayı takıratamıyorum daha…
  • olduğu kadar o zaman…

ustalaşmış olanların müzik yaptığı fırça aceminin elinde olunca topal bir atın yürüme sesine benziyordu… “siz fırçasıyla müzik yapan boyacıya rastladınız mı hiç?”

eline bez dolayıp cila atmaya başladı… böylece ayakkabı cilayı iyice emecek, ayrıca parmak izi de belli olmayacaktı… kadifesini de attıktan sonra, ayakkabının ucuna alttan vurdu. bu vurma hareketi, boya, cila, kadife atma sonrası yapılır ki müşteri ayak değiştirsin…

  • eee, ne olacak şimdi, param da yok?
  • abi canın sağ olsun, sonra verirsin…

boya sandığının ön yüzü ve yanlarında 50 krş yazıyordu. adam elini cebine attı, tombala torbası karıştırıp taş çeker gibi elini çıkardı…

  • aferim sana, bunlar senin dedi.

bir sürü bozuk para… orada, müşterinin gözü önünde sayamazdı; gitmesini bekledi. uzaklaşır uzaklaşmaz büyük paralardan başlayarak, sevinç ve heyecanla saymaya başladı…

  • 2,5 lira, 3,5 lira, 4,5 lira, 5,5 lira, 6 lira… 9 lira…

müşterisi 8,5 lirası bahşiş tam dokuz lira vermişti. 18 ayakkabı boyama parası… abisine seslendi

  • abi, abi ben eve gidiyorum. az önceki adam 9 lira verdi.
  • 9 lira mı? bereketli günündesin… tamam, hepsini harcama sakın.

hepsini harcar mıydı, harcardı. köyden yeni gelmiş, büyükbabasının aldıkları dışında hiçbir şeyi görmemiş, bayramlar dışında harçlığı olmamış bir çocuğun şimdi 9 lirayla ne yapacağı bilinmezdi ki; sonuçta abisi de aynı yollardan geçtiği için biliyordu, çocuksu açlığı…

“eskiden 2,5 liralar vardı bilir misiniz?” biz o zamanlar rayların üzerine koyup, üzerinden tren geçmesini beklerdik. o canım 1 liralar, 2,5 liralar kağıt gibi olurdu… eğlenceye bakar mısınız? çok pahalıymış eğlencemiz… hıncımız, öfkemiz mi vardı paraya, bilmiyorum… “siz hiç raylara bozuk para bırakıp trenin geçişini sabırsızlıkla beklediniz mi? biz vagonları bile sayardık… sanırım bunlar yüzünden hep yollardaydık, hep başkasıydık, hep aykırı ve “anlaşılmazdık”… yok, yok o günlerde doğaldık, sıradandık, çünkü 18 çift ayakkabı boyama ücreti veren abilerden öğrenmiştik ; paranın değil, paylaşmanın ve bir çocuğu sevindirmenin her şeye değer olduğunu. biz de çocuk aklımıza uyup, paraları trenlerin altına atarak mutlu oluyorduk… abilerin, ablaların ve dahi yüreği insandan yana olanların dertleri de çocukların sevinçlerini artırmak değil miydi…?

para ha harcanmış, ha ezilmiş; her durumda elinizden çıkıyor değil mi?

“sahi siz bir çocuğa bahşiş verdiniz mi?” bakmayın adının bahşiş olduğuna, çocuk için mutluluktur, yarınlarda iyi olmaya çalışması, paylaşmayı öğrenmesi için ilk adımdır sizin bahşiş dediğiniz… insanlaşma yolculuğunda el vermek, izlek olmaktır…

Armutçuk’tan Soma’ya

yukarıdaki öykü eskilerin yaşam telaşesi dedikleri duruma ilk adım attığım güne ait… maden kentinde yaşıyorsanız yaşam telaşesinin yol açtığı ölümlere de tanıklık ettiniz, edeceksiniz demektir. o boyacı çocuk daha sonra simit, poğaça, börek, karaborsa sigara da sattı ocak ağızlarında, işçi gazinolarında… “o zamanlar samsun sigarası 1.,2.,3 kalite diye ayrılıyordu bilir misiniz?” paketin üzerindeki tütün yaprağı resmine bakıp anlardı bilenler…

sonra… her gün karşılaştığı insanların eksildiğini gördü çocuk. 1983 yılında 103 insanın öldüğü Armutçuk grizusu’nda ölenlerin beldedeki dispanserin morguna yığıldığını, yaralıların kamyon kasalarında taşındığını ve “yoğurt!! yoğurt getirin!! bağırışlarını… mahalleler, köyler büyük eksilmişti… sonradan çocuk da eksilmeye başladığını anladı…

sonra… Kozlu grizusu… 263 kişi’nin ölümüyle sonuçlanan bazı köyleri “erkeksiz” bırakan, zonguldak ve karabük’ü eksilten, ölenlerin aylar sonra çıkarılabildiği; kadınların, çocukların, anne babaların her gün, ama her gün madende kalan sevdiklerinin cenazelerini sordukları, ağıtlarını ocak girişlerine bıraktıkları…

sonra… Soma katliamı… 301 canın göz göre göre katledildiği, bu katledişin “fıtrat” sayıldığı, ölmeyip kurtulan madencinin “neden ölmedin?” der gibi tekmelendiği, geride kalanlara “sus payı” gibi “bugünden sonra madenci maaşlarının 2 asgari ücrete yükseltildiği” açıklamasına, dul ve yetimlere ev verileceği, tazminat ödeneceği açıklamalarına tanık olduk…

fakat Armutçuk ve Kozlu’dan faklı olarak Soma’da yitirdikleri yakınlarının hesabını soran insanlar vardı… tüm teklifleri geri çeviren, bu katliamın sorumlularının cezalandırılmasını isteyen kadınlar, çocuklar, anne babalar… siz bu satırları okurken soma katliamı davası yeniden görülmeye başlanacak. nasıl olduysa bir mahkeme ilk kez “bu ölümler fıtrat değil, ihmaller nedeniyle oldu” dedi… ne var ki muktedirler mahkeme üyelerini değiştirip, yeni üyelerin oylarıyla kararı bozdurdular…

yakınlarını yitirenler, köyünde, mahallesinde, kentinde eksilenler açısından verilen cezanın yetersizliği bir yana; muktedirler ve sermaye için ölenlerin, sevdiklerini yitirenlerin değil ölüme sebep olanların “hakları önemliydi” gördük… ömürleri kömüre değişilen, feda edilen insanların yaşadığı kentlerde yaşıyorsanız anlayabilirsiniz… sorun empati yapmak değil, tam tersine ölenlerin de kalanlarında haklarının olduğunu, bunların başında da yaşam hakkı olduğunu kabul etmekten, buna sahip çıkmaktan geçiyor…

bir çocuğun babasız büyümesi, bunun yarattığı boşluğu düşünmek gerekiyor… bir kadının eşsiz kalmasının, sevdiğini yitirmesinin sonraki yaşamında yaratacağı travmaları, toplumsal baskıları düşünmek gerekiyor… anne babaların çocuklarının ölümlerine tanık olmasını anlatacak bir sözcük var mıdır…? adaletin ve devletin görevi bu insanların yüreklerindeki yangını biraz soğutacak kararlar almak ve yeni acıların, katliamların önüne geçmek değil midir?

bu satırları yazarken aklıma soma’da oğlunu yitiren (daha önce de kardeşini yitirmiş) Elmas Abla geldi… mahkeme salonunda hakimlere dönüp, Soma katliamı’nın sorumlularını işaret ederek; “Deniz olsam isyanım kıyılara vururdu, bize bunların yalanlarını hikayelerini dinletiyorsunuz. Onlara bir şunu sorar mısınız: Siz hiç kucağınıza ölmüş bir evladınızı aldınız mı?” diye sormuştu…

Siz hiç kucağınıza ölmüş bir evladınızı aldınız mı?

SİZ HİÇ KUCAĞINIZA ÖLMÜŞ BİR İNSANI ALDINIZ MI?

Bir Cevap Yazın

Salim Çalık
Emekli Maden İşçisi, Şiir Yazar
836BeğenenlerBeğen
733TakipçilerTakip Et
633TakipçilerTakip Et
[td_block_10 limit="6" custom_title="YAZARIN DİĞER YAZILARI" autors_id="3" block_template_id="td_block_template_6"]