Cumartesi, Aralık 14, 2024
spot_img

Asgari Ücret Sıfır Adalet

Korona salgını sırasında "işten çıkarma yasağı" ilan ederek asgari ücretin yarısı kadar ödeneği işçilere çok görenler ve sözde yasak olmasına rağmen işten çıkarmalara, hak gasplarına ses çıkarmayanlar yine sermayenin isteği doğrultusunda bir ücret tespit edecekler

Aralık ayında belirlenecek asgari ücret tartışmaları başladı. Devleti yönetenlerin “asgari ücretliyi enflasyona ezdirmeyeceğiz” sözlerinin bir hükmü olmadığını bir kez daha göreceğiz. Çalışanların %60’a yakınının asgari ücret düzeyinde ücrete mahkûm edildiği, açlık sınırının 3.100 TL olduğu dikkate alındığında sokaktan doğru bir tepki örgütlenemediği sürece sonuç değişmeyecektir. Daha doğrusu Saray/AKP/MHP iktidarının yarattığı yoksullaşmanın masa başında düzeltilemeyeceği açıktır.

Korona salgını sırasında “işten çıkarma yasağı” ilan ederek asgari ücretin yarısı kadar ödeneği işçilere çok görenler ve sözde yasak olmasına rağmen işten çıkarmalara, hak gasplarına ses çıkarmayanlar yine sermayenin isteği doğrultusunda bir ücret tespit edecekler. İktidarın ülkeyi ucuz emek cehennemine çevirip yabancı sermaye çekme isteği ve TÜİK’in gerçek enflasyonu gizlemek için uyguladığı hesap oyunları da eklendiğinde sonuç şimdiden bellidir. Her şeyden önce çalışanların ezdirilmeyeceği TÜİK’in enflasyon oranının %19, ENAG (Enflasyon Araştırma Grubu)’nun enflasyon oranının %49 olduğu dikkate alındığında tek yol asgari ücretliler başta olmak üzere tüm ücretlilerin tepkisinin örgütlenmesidir.

Şu an toplu iş sözleşmesi görüşmeleri süren sendikaların (hatta işverenlerin bile) asgari ücret zam artışını bekledikleri açıktır. Buradan çıkacak zam oranı ölçü olarak alınacaktır. Emekli maaş artışlarının da asgari ücretle ilişkisi göz önüne alındığında gerçekte asgari ücret tüm işçi ve emeklilerin maaş artışlarında bir çıpa işlevi görmektedir. Dolayısıyla sendikalar asgari ücret tespitinde TÜRK İŞ’in iktidara ve sermayeye payanda olan tavrına karşı bir çıkış yapmak zorundadır.

Saray/AKP/MHP iktidarının ülkenin değişik yerlerinde, farklı işkollarında gerçekleşen hak gaspları ve işçilerin bunlara karşı direnişlerine gösterdiği duyarsızlık ve sermaye yanlısı işlem ve uygulamalar da bu süreçte sorgulanmalıdır. Tazminatlarına, maaş ve sosyal hak alacaklarına çökülmüş, sendika üyesi olduğu için işten çıkarılmış binlerce işçi var olan yasaların uygulanmasını isterken duyarsız kalan Çalışma Bakanlığı, Adalet Bakanlığı, işçilerin karşısına kolluk gücü yığan İç İşleri Bakanlığı şimdi daha çok gündeme getirilmeli, görünür kılınmalıdır.

Faizin düşürülmesi, döviz kurunun serbest bırakılması önümüzdeki günlerde kur artışları nedeniyle yoksullaşmanın tüm toplum kesimlerini etkileyeceği, asgari ücretlilerin açlık sınırına, görece yüksek ücret alan diğer çalışanların yoksulluk sınırının altına inileceği açıktır. Bunun bir iktidar politikası, krizden çıkış yolu olarak görüldüğü unutulmadan bugünden emekçilerin/ücretlilerin ortak mücadelesi için adım atmamız kaçınılmaz bir sorumluluktur.

Ücretlilerin adalet talebinin her alanda yükseldiği bu günlerde suç örgütü liderlerinden Kürşat Yılmaz serbest bırakıldı. Anayasal, yasal, uluslararası sözleşmelerden doğan hakları açıkça çiğnenen işçilerin adalet talebini duymayan iktidar hüküm giymiş suç örgütü liderinin; ‘Beni Fetöcü savcı ve hâkimler mahkûm etti. Yeniden yargılama talep ediyorum’ çağrısına anında yanıt vererek serbest bırakılmasını sağladı.

07.12.2020 tarihli ‘Çember Daralırken’ başlıklı değerlendirmemizde şunları yazmıştık. “Alaattin Çakıcı’nın hapisten çıkarılması, 1990’lı yıllardan anımsadığımız Mehmet Ağar, Korkut Eken, Engin Alan’la görüntü vermesi, Çakıcı’nın Kemal Kılıçdaroğlu’nu tehdit etmesi ve son olarak IŞİD’in Ekrem İmamoğlu’na yönelik suikast hazırlığı içinde olduğu haberlerinin iktidar medyası tarafından komplo teorileriyle sunulması girdiğimiz yeni evrenin ipuçlarını barındırıyor.” Geçen süre zarfından siyasi cinayetler işlenebileceği tartışmaları, muhalefete yönelik linç girişimleri ve ‘bunlar daha iyi günleriniz’ sözlerini duyduk.

Kürşat Yılmaz’ın serbest bırakılmasının ardından Devlet Bahçeli’yi ziyaret etmesi nasıl serbest bırakıldığını göstermektedir. Bu serbest bırakmanın gerekçesi olan Fetöcü savcı ve yargıçların tutuklama, hüküm verdiği tüm davaların yeniden görülmesi talebi bir kez daha tartışılmalıdır. Bu da yetmez Fetöcü savcı ve yargıçların hukuk dışı olduğu söylenen bu kararlarını onayan Yargıtay üyeleri de soruşturulmalıdır.

Fetöcü mahkeme üyelerinin karar verdiği davada tutuklanmak ve bunu yeniden yargılama konusu yaparak hüküm giymiş bir suç örgütü liderini tahliye etmek biçimsel açısından hukuki olabilir. Fakat aynı yargı sisteminde Anayasa Mahkemesi ve AİHM kararlarına rağmen serbest bırakılmayan Selahattin Demirtaş, Osman Kavala başta olmak üzere çok sayıda tutukluyu ısrar ve inatla içerde tutmak siyasi bir tercih ve hukuksuzluk olarak orta yerde durmaktadır. Benzer bir hukuksuzluk da Anayasa Mahkemesi kararına, mahkemelerin beraat kararlarına rağmen barış imzacı akademisyenlerin başvurularının OHAL Komisyonu tarafından reddedilmesinde görülmektedir. Saray/AKP/MHP iktidarı kendi dizayn ettiği yargının kararlarını bile uygulama ve gereğini yapma konusunda siyasi tercihte bulunmakta ve hukuksuzlukta sınır tanımadığını göstermektedir.

Geçtiğimiz hafta eski MİT yöneticilerinden Mehmet Eymür’ün yayınlanan röportajında geçmişte yapılan işkence ve faili meçhullerle ilgili açıklamalarının içerisinde ‘bugün daha fazlası var’ açıklaması, bu röportajlarla ilgili olarak şu an kadar herhangi bir soruşturma açılmamış olması önemli bir ipucudur. Kendi yaptığı işkenceleri itiraf etmesi dâhil, ‘bugün daha fazlası yapılıyor’ sözlerini dikkate almayan bir yargı sistemi belli ki işaret almadan harekete geçememektedir. ‘Siyasi cinayetler işlenebilir’ tartışmalarının, linç tehditlerinin, hukuksuz işlemlerin tartışıldığı bugünlerde Eymür’ün röportajı ve itirafları ayrıca değerlendirilmelidir.

HER YER SUÇ MAHALLİ

İktidar içindeki güç savaşlarının ve erimenin yansımalarından biri de son aylarda giderek artan ifşalar ve ortalığa saçılan belgelerdir. İktidara yakın veya bizzat iktidarın kurdurduğu vakıf ve derneklerin yarattığı paralel yapılanma, devletteki atamaların, terfilerin, açığa almaların, ihalelerin bu vakıf ve dernekler aracılığıyla kontrol edildiğinin belgeleri, itirafları her geçen gün artıyor. İktidar veya ilgili vakıf veya dernek yöneticilerin sessiz ve tepkisiz kalarak geçiştirmeye çalıştığı bu ifşalar asgari ücretliye, kamu çalışanlarına, çiftçilere, üniversite öğrencilerine çok görülen kaynakların nasıl bölüşüldüğünü, nasıl iktidar varsılları yaratıldığını göstermektedir.

Yalnızca vakıf ve dernekler veya ihaleler değil; kamu kurumları da yandaşlara ait borç ve cezaların tahsilinde suç işlemek pahasına yıllarca devleti zarara uğratmışlar. Sayıştay raporlarında şehir hastanelerinden enerji şirketlerine, bankalardan bakanlıklara kadar çok sayıda usulsüz işlem sıralanıyor. Örneğin, Aile ve Sosyal Politikalar Bakanlığı tarafından Engelli Kayıt Sistemi’nde olmayan, engelli raporu bulunmayan 440 bin kişiye maaş bağlıyor, araştırılması iktidar oylarıyla reddediliyor. Bu 440 bin kişinin kimler oldukları, niçin maaş bağlandıkları, bu işlemlere nasıl imza atıldığı gibi onlarca soru orta yerde duruyor.

Bir başka örnek ise Sayıştay 2017, 2018, 2019 yıllarında EPDK’nun kanuna aykırı hareket eden enerji şirketlerine kestiği cezaları tahsil etmediğini saptıyor. Söz konusu tutar 3 milyar 696 milyon TL ve bazılarının zaman aşımına uğramak üzere olduğu belirtiliyor. Bu tutar aynı zamanda EPDK’nun 10 yıllık gelirine eşit bir tutar. Kamu bankalarının bazı yandaş şirketlerden alacaklarını tahsil etmediği, bazılarına halka gösterilmeyen biçimde kolaylık gösterildiği defalarca yazılıp çizildi.

10.05.2021 tarihli ‘Aşı-mız Yok Genelgemiz Var’ başlıklı değerlendirmemizde iktidar içindeki çatışmayı belirtmiş ve ‘Taht Kavgası’ alt başlığında; “Görünen o ki Abdurrahman Dilipak’tan Nagehan Alçı’ya iktidara yakın bazı gazetecilerin belirttiği “Artık AK Parti’nin içi fitne- fesat dolu bir kaynayan kazan haline geldi” biçimindeki yazıları bir süre daha göreceğiz.” demiştik. Yirmi yılın sonunda iktidar içinden, bürokrasiden, iktidara yakın örgütlerden sızdırılan bilgi ve belgeler, yapılan açıklamalar iktidar için kavganın genişlediğini, fakat Tayyip Erdoğan dışında bir seçenek arayışının da başladığını düşündürmektedir.

Ücret ve hak taleplerinde sürekli gözden kaçırılan unutturulan bir gerçek de iş cinayetleridir. Bütçe görüşmeleri sırasında Çalışma Bakanı’nın “İş kazalarının %98’ini önlemek mümkün” açıklaması suç itirafıdır. Aynı zamanda bugüne kadar “kader”, “fıtrat’, hatta Soma’daki maden katliamında, Sakarya’daki havai fişek fabrikasındaki patlamada dile getirilen sabotaj iddiaları böylece en yetkili ağızdan reddedilmiş oldu. Dolayısıyla 2002 yılından bugüne önlenebilir nedenlerden dolayı iş cinayetlerinden ölen 28 binden fazla insanın sorumluluğunun iktidarda olduğu dolaylı da olsa kabullenilmiş oldu. Açlık ve yoksulluk sınırının altında ücretle emeğin sömürülmesi ne kadar gerçekse, bu sömürünün bir parçası olarak emekçilerin canlarının yok sayıldığı o kadar gerçektir ve suçtur.

Asgari ücret, toplu iş sözleşmeleri, emekli maaş artışları, çiftçilere verilmeyen taban fiyatlar tartışılırken yukarıdaki vb. örnekler iktidar ve yandaşlarının yüzlerine vurulmadan tartışmanın bir karşılığı olmayacaktır. İktidar yandaş sermaye ve yandaş kitle yaratmak uğruna gözü kara biçimde kaynak transfer etmektedir. Bu kaynaklardan hepimizin emeğiyle üretilen, vergimizle biriktirilen kaynaklardır. Bizim olan bize çok görülmektedir. Bu yüzden iktidarın lütfettiğini değil payımıza düşeni ve hakkımız olanı kararlı biçimde istemek zorundayız.

ABD ve RUSYA ARASINDA

İktidar Suriye ve Irak’ı içeren tezkere sonrası Suriye’de ağırlıklı olarak Kürt bölgeleri ve cihatçı örgütlerin bulunduğu alanlara yığınak yaptı. G20 zirvesinde ABD Başkanı Biden ile görüşen Tayyip Erdoğan’ın muhtemel bir askeri operasyon için nabız yokladığı tahminler arasında bulunuyor. Bu zirvede Biden’in insan hakları ve demokrasi vurgusu, F35 yerine F16 talebinin iç süreçleri olduğunu belirtmesi gibi açıklamalar beklenen desteğin ve onayın gelmediğini gösteriyor. Hatta ABD ve NATO’nun Karadeniz’i NATO’nun iç denizi yapma, Ukrayna ve Kırım konusundaki politikalarına uygun pozisyon belirlemenin bile şimdilik ABD için bir karşılığının olmadığı görülüyor. Bunların karşılığının olmadığını gösteren bir olay da ABD Başkanı Biden’ın seçilmesinin birinci yılında düzenleyeceği Demokrasi Zirvesi’ne Türkiye’yi davet etmemiş olmasıdır. Beyaz Saray yetkilileri listenin değişebileceğini söylüyor olsalar bile ilk listede NATO üyesi Türkiye’nin adının olmaması Saray/AKP/MHP iktidarına yönelik bir ayar ve uyarı olarak görülmektedir.

Rusya ise Türkiye’nin olası operasyon bölgelerine göre yeni hamleler yaparak kendi onayı olmadan operasyona göz yummayacağını gösteriyor. Bir yandan SDG ile Suriye yönetimi arasında arabuluculuk yaparak ortak davranmaları için zemin yoklarken, bir yandan da Türkiye’nin Kürt bölgelerine yönelik operasyonu karşılığında İdlip’i terk etmesi gerektiğinin sinyallerini veriyor. Böylece ABD ve batının Rojava/YPG hassasiyetini kullanarak Türkiye’nin batıdan tümüyle dışlanıp Rusya’ya yakınlaşması, İdlib’teki İslamcı örgütlerin Suriye ve Rus askerleri tarafından yok edilmesini de planladığı görülüyor.

Bu senaryo olası sonuçlarının üst düzey bürokratlar iktidara not edildiği ve ötelendiği söylense de bütün amacı iktidarı korumak, iktidarda kalmak olan Saray/AKP MHP iktidarının nasıl bir tercihte bulunacağını bugünden söylemek zor. Ancak olası bir operasyonun yeni ölümler, kapsamlı bir çatışma, Türkiye’ye yeni göç dalgasıyla birlikte özellikle İslamcı örgütlerin eylemlerinin Türkiye’ye taşınması olasılıkları da bölgenin belirsizliğini artırıyor.

01.11.2021 tarihli değerlendirmemizdeki çağrımızı yinelemekte yarar görüyoruz. “Sosyalistler, devrimciler, emekten yana olanlar olarak hepimizin savaş politikalarına karşı çıkarken, baskıya ve şiddete de karşı çıkıp ortak bir barış cephesi yaratmamız zorunludur. Savaşın ve şiddet politikalarının halklar hatta farklı siyasi tercihlere sahip işçi sınıfı içinde de ayrışmayı, çatışmayı körükleyeceği açıktır. Yaşam hakkı ve barış talebi açısından savaşa ve şiddete karşı çıkarken, savaş ve çatışma ekonomisinin hepimizin yoksullaşması, kaynakların silah tüccarlarına aktarılması anlamına geldiğini anlatmak, görünür kılmak zorundayız. Kaldı ki 30 yıla yakın zamandır çıkarılan onlarca tezkerenin sonuç vermediğini, ülkemizde ve içinde bulunduğumuz bölgede tek çözümün barış ve kardeşlik politikaları olduğunu anlatmak bize düşmektedir.”

Savaşa, Baskıya, Yoksulluğa Hayır

Bir Cevap Yazın

Haftalık Siyasal Durum Değerlendirmesi