Türkiye, esas olarak Cumhuriyet’in (en azından yakın) geleceğinin oylanacağı bir seçim sürecine daha girmiş durumda. Son yıllarda gerçekleşen her seçimin “Türkiye’nin en önemli seçimi” olduğu iddialarını bir yana bırakırsak, olası Haziran 2023 seçimlerinin bu vurguyu gerçekten hak edecek belki de yegâne seçim olma özelliği göstereceği açık.
Kuşkusuz her seçim sürecinin, ülkede sürmekte olan sınıflar mücadelesinin sandıktaki devamı, sandık sonucunun ise bir “ara toplam” olduğu bilinir.
Emekçi sınıfların, sosyalistlerin ellerinin kollarının bağlandığı, demokratik hak ve özgürlüklerin kısıtlandığı, sermaye sınıflarının ise kendi aralarındaki ilişki düzeyine bağlı olarak kurulan dengelerin bir izdüşümü olarak gündeme gelen seçimlerde, sadece ülkeyi çeşitli düzeylerde “yönetecek kişiler” değil, aynı zamanda o kişilerin arkasında dizili olan sınıflar ve o sınıfların ideolojik politik yönelimleri de dolaylı olarak tercih konusu haline gelir. Seçimler, ülkenin hangi “ideolojik politik çizginin” tayin ediciliğinde ilerleyeceğine işaret ettiği kadar, hangi ideolojik temel çizgilerin gidişata hangi ölçüde etkide bulunabileceğinin de belirginlik kazanmasını sağlar.
Seçim sonuçlarının sınıfların (ve temsilcilerinin) ekonomik, siyasal ve toplumsal yönelimlerinin, buna bağlı ittifaklar politikalarının, uzlaşma ya da çatışmayı tercih etmelerinin yön ve düzeyine doğrudan etkide bulunabilecek bir manası da bulunur. Bu açıdan da kimi zaman özellikle sosyalistler devrimciler tarafından küçümsense de sandık, egemenlere belirli bir meşruiyet sağlama açısından önemlidir.
Bu yüzden her seçim süreci aynı zamanda seçim sonrası da devam edecek sınıf mücadelelerinin seyrini etkileyecek “örtük bir referandum” özelliği taşır. Sandıkta kullanılan her oy, aynı zamanda açık ya da örtülü “Nasıl bir Türkiye” sorusuna da bir yanıt içerir.
Haziran 2023’de gerçekleşecek seçimler ise bu manada, örtük bir referandum niteliğinden çok Cumhuriyet’in geleceğinin oylanacağı “açık bir referandum” niteliği taşıyacak.
Ne var ki, daha şimdiden, (daha önceki birçok süreçte olduğu gibi) bu süreçte de emek güçleri ve sosyalistlerin tayin edici, kurucu bir pozisyon tutamayacaklarını söylemek yanlış olmayacak.
Ne yazık ki, Türkiye’nin (Cumhuriyet’in) geleceği, Erdoğan ve ittifakları ile CHP öncülüğünde (Erdoğan’ın iktidar olmasına da vesile olan) 90’lı yıllarda dağılan “burjuva merkezi” yeniden inşa etmeye çalışan ittifak arasındaki güç dengeleri üzerine inşa edilecek.
Erdoğan’ın uzun süredir Türkiye’de “yeni bir sermaye rejiminin” inşasını dini-mezhepçi bir siyasal toplumsal vizyon ile harmanlamaya çalıştığı açık. Erdoğan’ın bu ikili yönelimi zaman zaman kesintilere uğrasa, ulusal ve uluslararası eleştirilere maruz kalsa bile, hali hazırda hayata geçirilmeye çalışılan temel siyaset zemini olma özelliğini hala koruyor.
Bugün Saray/AKP/MHP (ve ulusalcılar) ittifakı şeklinde cisimleşen bu bloğun seçimler üzerinden yeni mevziler kazanmasının, hâlihazırda ülkeyi götürdükleri karanlığın toplumsal meşruiyetini de sağlamaları açısından önemli sonuçları olacaktır.
Uzun yıllardır ülkedeki demokratik kurum ve kuruluşların etkisiz hale getirilmesi, demokratik hak ve özgürlüklerin ortadan kaldırılması, demokratik işleyişin parçalanmasının en ağır sonucu, demokrasinin sandığa indirgenmesi oldu.
Böylece demokrasi ufku seçimden seçime “seçmen avı”na kadar daralmış oldu. Bu yüzden, bütün burjuva siyasal oluşumlar nüfusun büyük çoğunluğunu oluşturduğu iddia edilen “muhafazakâr seçmeni” kendi çadırlarına çekmeye çalışan panayır cazgırlarına dönüştü. Öyle ki iktidarın Alevilerle ilgili önerisinin bir kültür sorunuymuş gibi Kültür Bakanlığı’na bağlı bir başkanlık üzerinden ‘denetimine’, (rüşvet verir gibi) Alevi Dedelerine isterlerse maaş bağlanacağının açıklanmasına ve Alevilere sorulmamasına ciddi bir tepki verilmemesi de mevcut yönelimin bir sonucudur.
Erdoğan toplumun önemli bir kesimini “neo liberal”, “baskıcı”, “muhafazakâr” ve “yayılmacı” siyasetleri eliyle “yoksullaştırır”, “demokratik haklarından mahrum bırakır”, “gündelik hayatına müdahale eder” ve “bölge halklarına karşı kanlı tertipler düzenlerken”, toplumun diğer bir kesimine, aynı siyasetler yoluyla (bizatihi devlet eliyle yukarıdan aşağıya) “zenginleşme”, “özgürlük”, “dini hayat” ve “ganimet” vaat ediyor.
Böylece Tayyip Erdoğan ile kaderini birleştiren ya da ekonomik, siyasal toplumsal beklentiler içerisine sokulan önemli bir toplumsal taban da yaratılmış oluyor. Bugün yaşanılan derin ekonomik krizin belki de en fazla vurduğu bu kesimler üzerinde, iktidar eliyle “manevi değerler” ile kurulmak istenen siyasal toplumsal baskının ne ölçüde etkili olacağını bugünden kestirmek mümkün değil. Ancak post-Erdoğan dönem için iktidar hazırlığı yaptığını iddia eden CHP’li Millet İttifakı’nın “güçlendirilmiş parlamenter sistem”, soyut bir “adalet” söylemi dışında Saray/AKP/MHP ittifakına nasıl bir alternatif oluşturacağı da hala belirsizliğini koruyor. Daha çok Erdoğan karşıtlığı üzerinden bir araya gelmiş, ülkenin bugün içinde bulunduğu koşulların oluşumunda büyük etkileri ve suçları bulunan (bir şekilde bir dönem siyasal iktidarda görev almış) siyasetçilerin Erdoğansız bir Türkiye’de yeni “küçük Erdoğanlar” toplamı halinde hareket edip etmeyecekleri de belirsizliğini korumaktadır.
Erdoğan sonrası için yeni bir burjuva siyaset merkezi oluşturmak için en büyük çabayı sarfeden hatta bu konuda kurucu insiyatif alan CHP/Kılıçdaroğlu belli ki, ülkede her geçen gün ortadan kaldırılan demokratik hak ve özgürlüklerin, örgütlenmelerin geri kazanılması için bir araya topladığı ittifak ile birlikte iktidar ile bir tarihsel/güncel bir demokrasi mücadelesine girişmek yerine, seçim odaklı, seçimlerde muhafazakâr seçmeni Erdoğan hegemonyasından kurtararak inşa etmeye çalıştığı “yeni burjuva siyaset merkezi” etrafında kümelendirmeyi tercih ediyor.
Türkiye’de özellikle 90’lı yılların ikinci yarısından beri keskinleşerek tırmanan “egemenler arası mücadele”nin yeni evresi niteliğindeki bu sürecin düğümü net olarak Haziran 2023 seçimleri ile çözülecektir.
Özellikle “eski sermaye rejiminin” taşıyıcı kolonlarının (ordu, üniversiteler, yargı ve basının) birer birer tasfiye edilmesi, kanaat önderlerinin çeşitli yöntemler ile susturulması ile birlikte eski ve yeni egemenler arasındaki çatışma “yeni bir düzleme” taşınarak, “yeni sermaye rejiminin” kendi rasyonelleri, kabulleri içerisinde sürdürüldüğünden, Erdoğan karşısına daha önce (90’lı yıllarda) yapıldığı gibi “eski sermaye rejiminin” ideolojik politik oryantasyonları ile değil, bugünün rasyonellerini/kabullerini veri alarak çıkılmaya çalışılmaktadır.
Eski rejimin neredeyse bir tür “fotoğraf arabı” gibi benzer “devlet ve sermaye rasyonelleri”nin yeniden üretilmesi ile toplumsal formasyon değişiklikleri sağlamaya çalışan Erdoğan sonrası için en güçlü iktidar alternatifi, ne yazık ki, Erdoğan iktidarı ve onu iktidara taşıyan ittifakların ideolojik politik bagajlarını geleceğe taşımak isteyenlerdir.
Belki de, önceki sermaye rejiminin muktedirleri, yeni sermaye rejiminin dışlananları, eski sermaye rejiminin dışlananları da yeni sermaye rejiminin muktedirleri haline dönüştüklerinden sürekli aynı kumaştan dikilmiş iktidar pelerini giymeye çalışıyorlar. O yüzden Erdoğan’a karşı CHP’nin başını çektiği muhalefetin “sert” çıkışlardan, yüzünü sola dönmesinden daha çok devletin ve sermayenin yeni bir rejim içerisinde yeniden yapılanmasına hizmet edecek “bir yeni burjuva siyaset merkezi” inşa etmeye çalışması geleneksel devlet aklı ve bürokrasisi açısından da daha normal sayılmalıdır.
Bu haliyle de CHP’nin uzun zamandan beri yüzünü sağa dönerek siyaset yapma girişimleri, Erdoğan karşısında yeni Türkiye’nin ideolojik, politik ve toplumsal koordinatları içerisinde “yeni merkezini” inşa etme çabası olarak görülmelidir. Bu yüzden her seçimde yeni sermaye rejiminin koordinatları içerisinde, büyük oranda sağa kaymış bir toplumun “dini hassasiyetlerine” uygun kişilikler ve söylemler “yeni bir burjuva siyaset merkezi”nin toplumsal hegemonyasının devşirilmesini sağlamak adına piyasaya sürülmektedir.
Bu sürecin, içinde kimi eski solcuların, solun çeşitli kesimleri ile yakın ilişkiler kuran kesimlerinin olması, zaman zaman sola meyilli gibi davranması, zihin dünyası “devletin ortak aklının” çitleriyle sınırlı olan CHP eliyle yürütülmesi var olan durumu stratejik olarak değiştirebilecek bir husus değildir.
Erdoğan sonrasında onun yerini alacak “yeni bir sağ koalisyon” inşa etmeye çalışanlar açısından, kendi olası iktidarlarının da en az Erdoğan’ınınki kadar neo liberal, baskıcı, savaş yanlısı ve muhafazakâr olacağının sayısız işaretinden söz etmek mümkün.
Emekçiler ve sosyalistler olarak böylesi bir ittifaktan beklenen ancak ve ancak Erdoğan gibi tek sınırı kendisi olan, ne yapacağı, nerede duracağı belli olmayan, “yeni bir kurucu ata” olma hamleleri yapan birisinin karşısında, sermaye egemenliğinin yekpare olmasını önleyici bir işlev görebilmesidir.
İktidar bloğu arasındaki çatlakların derinleşmesinin emekçiler ve ezilenler için hareket kabiliyetini arttırıcı bir yönü olmakla birlikte, bu durum emekçiler ve ezilenler için (mücadele edilmeden) kendiliğinden sonuçlar doğurmayacağı da çok açıktır. Devrimcilerin sosyalistlerin genel dağınıklığı ve etkisizliğinin devam ettiği koşullarda seçim sath-ı mailine girildiği göz önüne alındığında oluşturulan çeşitli sosyalist ittifakların sandıkta bir karşılıklarının olmayacağını söylemek mümkün. Ancak gerek seçim sürecinde gerekse de (dağılmadıkları koşullarda) seçim sonrasında toplumsal mücadelenin yükseltilmesi, güç biriktirilmesi açısından önemli işlevleri olacağı su götürmez.
Öte yandan Emek ve Özgürlük İttifakı’nın kurulmuş olması, hem sandık hem sokak açısından çeşitli olanakları içerisinde barındırdığı için önemli. Ancak bu karanlık tabloda mevcut ittifakların farklılıklarını koruyarak, hem sandık hem de sokakta işbirliklerini, ortak mücadele pratiklerini geliştirme ve güçlendirmeleri özellikle seçim sonrasında oluşacak yeni siyasal tabloda ortak mücadele ve örgütlenme pratikleri geliştirebilmek açısından da büyük bir deneyim sağlayacaktır.
Böylesi bir “ittifaklar ittifakını” Saray/AKP/MHP koalisyonu karşısında seçim süreciyle birlikte, seçimler sonrasını da içeren bir mukavemet hattı etrafında yaratmaya çalışmak her türlü baskı ve sömürü karşısında geniş kesimlerin diktatörlüğe karşı demokratik mukavemet eğilimlerinin güçlendirilmesi, açığa çıkartılması ve bunların demokratik zeminlerde örgütlenmesi açısından da umut verici olacaktır. Emek ve Özgürlük İttifakı, Sosyalist Güç Birliği ve bunların dışında kalanları, hatta CHP içinde bulunan solcuları da kapsayacak biçimde seçim sonrasını bugünden örmenin yollarını da aramamız gerekiyor. Seçim sürecinde seçim sandık ilişkisini, seçimlerden sonra özgürlük ve haklar temelinde talepleri birbiriyle buluşturacak, özgürlükler ve haklar temelinde verilecek mücadelenin ittifakını ve mukavemetini kuracak bir adımı bugünden düşünmemiz gerekiyor.
Pazar günü birçok kentte HDP’nin düzenlediği mitinglerde polisin milletvekilleri dâhil katılanlara uyguladığı yoğun şiddet, bir milletvekilinin bacağını kırması, 10 Ekim katliamının yıldönümünde ve yine bir seçim sürecinde yaşanması dolayısıyla önümüzdeki günlerde toplumsal talepler doğrultusundaki her muhalif çıkışın şiddetle karşılanacağını gösteriyor. Millet İttifakı ve Altılı Masayı oluşturanların toplumu sokaktan uzak tuttuğu, demokrasiyi sandığa indirgediği dikkate alınırsa sosyalist, devrimci güçlerin her alanda işbirlikleri geliştirmesinin önemi daha da net görülecektir.
Cumhuriyet’in yeni yüzyılının burjuva siyasetinin gölgesi altında şekillendirilmeye çalışıldığı koşullarda karanlık ancak böylesi bir yan yana geliş ile dağıtılabilir.