Perşembe, Nisan 25, 2024
spot_img

Damgalayanların Bitmeyen Pedagojik Mesaileri-2

Elbette ki Konakçı, Boynukalın ve müstakbel benzerlerinin, iktidarın etki alanı azaldıkça gerçek sorunların görülmesine engel olunması maksadıyla, “Vurun Kahpe”ye filminin günümüz versiyonunu oynatma çağrıları devam edecektir ama bu çağrıya dönüp bakacak olanlar, onların varsaydığı kadar çok olmayacaktır.

Damgalama hakkında bir önceki yazımda “dikkat edilmesi gereken nokta damgalananın neliği değil, damgalamanın ne tür durumlarda, kimler tarafından, kimlere uygulandığı ve bundan ne tür politik sonuçların hedeflendiğidir” demiş ve Erdoğan’ın Gezi direnişinde bulunan kadınlara “sürtük” demesini tartışmıştım. Gün geçmiyor ki Türkiye’de kadınlar hakkında damgalayıcı sözler söylenmesin. Şimdi de Ankara Melike Hatun Cami imamı Halil Konakçı “Bak sokaklar ne hale geldi! Kasap dükkânı gibi. Et görmekten içimiz dışımıza çıkıyor artık. 100 yıl önce dedelerimizin yatak odasında göremediği kıyafetleri biz çarşıda pazarda plajda görüyoruz. Neden? Bu kadınların başında yok mu adamları abileri babaları kocaları? Geçtim helali haramı hadi buna inanmıyorsun. Tamam ateistsin, imanın zayıf… Ya hiç mi kıskanmıyorsun lan?” dedi. Bu cümlelerde kadınları “bir parça et”e indirgeyerek damgalıyor, erkekleri dindar-muhafazakâr eril kıskançlığı göstermemekle itham ediyor, erkeklerin kadınlar üzerinde yeterince denetim kuramadıklarını söylüyor ve onları “göreve” çağırıyor. “Bak sokaklar ne hale geldi!” derken sokakların daha önce sahip olduğunu varsaydığı ve şimdi de sahip olması gereken belirli bir “hal”den uzaklığına duyulan dinbaz hayıflanmayı anlıyoruz. Nedir sokakların eskiden olan ve şimdi olması gereken “hal”i?

Konu hakkına Yeni Şafak’tan bir yazar[1] içeriğinin değil ama üslubun sorunlu olduğunu yazdı. Bu yazara göre, Konakçı genç, yetkin bir imam ve kitlesi onu bu türden cümleler kurmaya zorladı. Ettiği cümleler açık kadınlar ve onların namusundan sorumlu olması gereken erkekleri üzerinde hocanın nasihatlerini dinlemeye yönelik bir etki yaratmadı/yaratmayacak ama “Halil Hoca’nın üslubunu belirleyen kitle biraz daha memnun oldu. Biraz daha tatmin oldu.” Burada vurgulanan şey, imamın bireysel fikirlerini dile getirmesinden ziyade, hitap ettiği kitlenin duygu ve düşüncelerini dile getirmiş olmasıdır. Yani aslında dertleri, toplumsal bir desteğin olduğu varsayımıyla kadınların denetlenmesi gerektiği fikrine, dinsel bir güç ve eylemlilik atfetmek. Halik Konakçı ve öncesinde Ayasofya imamı Mehmet Boynukalın gibi Diyanet, iktidar ve medya desteğiyle kendilerini pedagojik otorite farz eden kişiler, sosyal medya hesaplarından ve/veya youtube kanallarından kendilerine biat eden küçük “dava” öznelerini kurmaya, gerektiğinde işe koşmaya yönelik pedagojik seanslar yapıyorlar.

Althusser’in[2] “çağırma” metaforunu hatırlayalım. Bu metafor, öznenin iktidar tarafından adlandırma, atıf yapma veya seslenme yoluyla, yani söylemsel kuruluşunu izah eder. İktidarın kurduğu ve pedagojik yollarla vicdanında ve sağduyusunda yer ettiği özneler, onun tarafından çağrılmaya duyarlı hale gelirler.  İktidar çağırdığında bu özneler kendisine hitap edildiğini anlar ve bu daveti kabul ederler. Özneler iktidarın telkiniyle o an kurulmaz ve o an buna maruz kalmazlar, bu kurulma performatif bir şekilde gerçekleşir. Yani özne bir taraftan bu söylemlere maruz kalırken, bir taraftan bu söylemlerce oluşmuş normları belli bir şekilde eyleme dökerek içselleştirir, doğallaştırır ve kendisinin bir parçası haline getirir, böylece kendiliğinden yürüdüğünü düşünür. Kitlesel linç hareketlerini bu çerçevede düşünebiliriz. Şimdi bu söylediklerimi Konakçı’nın yapmaya çalıştığı şeyi izah etmek için kullanalım: Kendini dindar otorite/iktidar konumunda gören bu kişi, dindar öznelerin öteden beri maruz kaldığı ama içselleştirerek doğal hale getirdiği pedagojik yatkınlıklara seslenerek, özneleri belli konularda istenen eylemliliğe sevk etme gayesi taşımaktadır. Bu yolla hem kendisini büyük iktidarın gönüllü öznesi haline getirerek görülmeyi ve ödüllendirilmeyi arzuluyor hem de kendi küçük öznelerini yaratarak iktidar ve küçük özneler arasında kendisinin de vazgeçilmez bir yeri olan pedagojik bağları kurmaya çalışıyor. Nereden bakarsanız kendi kitlesini iktidarın kullanışlı bir aracına dönüştüren ahlaksız ve iki yüzlü bir oyun bu. Bu damgalama oyununun küçük öznelerinin hepimizin gündelik hayatına yaptığı müdahalelere somut örnekleri aşağıda vereceğim.

Öğrencilerle derste birkaç hafta boyunca Goffman’ın “Damga” adlı kitabını ve Becker’ın “Hariciler” adlı kitabından bir bölüm okuduktan sonra, onlardan bir dahaki derse kendi çevrelerinden veya Türkiye’den damgalama örnekleri yazarak tartışmak üzere sınıfa getirmelerini istedim. Beklediğimden daha fazla öğrenci derse hazırlıklı olarak geldi. Şunları örnek verdiler: Erkeklerin küpe takınca “gey” olmakla suçlanması; saçı uzun erkeklere “kız gibi” denmesi;  “Dindarlar” tarafından Atatürk’ün yaptığı yeniliklerin değil, sigara ve içki kullanımının öne çıkarılması; başörtüsü takan kadınların “şeriatçı”, “cahil”, “yobaz” olarak görülmesi; başörtülü olmayan kadınların şort, kısa etek, dekolteli kıyafetler giyince “aranıyor”, “yollu”, “hafif kadın” olarak görülmeleri; evlenmeyen kadınların “evde kalmış” olarak tanımlanması; çocuk sahibi olamayan kadınların “eksik” kadın olarak görülmesi; hapisten çıkan bireylere iş verilmemesi; Kürtler’in “terörist”, “vatan haini” olarak görülmesi; dini ibadetleri yerine getirmeyenlerin dindarlar tarafından “dinsizlikle” suçlanması; psikoloğa veya psikiyatriye gidenlere “deli” denmesi; üniversite bitirdiği halde iş bulamayanların “yeteneksiz” olarak görülmesi veya  “boşuna okumakla” itham edilmesi; Alevilerin, mültecilerin, engellilerin, LGBTİ’nin damgalanması… Damgalama listesi uzayıp gitti.

Bazı öğrenciler de derste kendi deneyimlerini anlattılar:

I.

Başörtülü bir kadın öğrenci, ailesinin İzmir’de yaşadığını, başörtüsünden dolayı cahillikle, yobazlıkla suçlandığını söyledi. Bunun ardından başka bir (başörtüsüz) kadın öğrenci ise “açık” kadınların da başörtülüler tarafından “ahlaksız”, “aranan” olmakla itham edildiklerini söyledi. Diğer öğrencinin damgalanmaya maruz kalanın sadece başörtülü kadınlar olmadığını, onların da bir benzerini başörtülü olmayan kadınlara yapmış olduklarını söylemesi, damgalamanın çift yönlü görülme gerekliliğini ve bir mağduriyet ekonomisine dönüştürülmemesini ortaya koydu.

II.

Trabzonlu bir erkek öğrenci, yurt kayıtları sırasında erkek yurt görevlisinin kendisine “odanda Kürt bir öğrenci var, istersen seni başka bir odaya göndereyim” dediğini söyledi. Kendisi buna gerek yok demiş ve o öğrenciyle zaman içinde iyi anlaşmışlar. Bu örnekte Trabzonlu birinin otomatik olarak “Türk milliyetçisi” görülmesinin ve “hasmı” konumundaki Kürt biriyle bir odayı paylaşmak istemeyeceğinin farz edilmesinin nedenlerini tartıştık.

III.

Bir kadın öğrenci Sosyoloji bölümünün, etrafındaki hiç kimse tarafından tanınmadığını, anlatsa dahi anlaşılmadığını, daha çok bitirince iş bulup bulamayacağıyla ilgilenildiğini, iş imkanlarının olmadığını söylediğinde de “boşuna okumakla ve masraf yapmakla” itham edildiğini anlattı. Başkalarının bakışı, bu öğrencinin gözünde okuduğu bölümü değersizleştiriyor ve derslerine yeterli emeği ve zamanı vermenin beyhudeliği duygusunu yaratıyordu. Fakat sosyoloji okumanın beyhudeliği meselesi, bizi bölümlerin iş bulabilirliğine göre oluşan piyasayı daha net görmek için bir imkân oldu. Öğrenciler, kaldıkları devlet yurtlarında “manevi hizmet danışmanı” diye bir tabelanın bir odanın kapısında asılı durduğunu ama ne iş yaptığını bilmediklerini anlattılar. Bir öğrenci, “oruç tut, namaz kıl” diye öğüt verdiklerini söyledi. Halbuki yurtlarda sosyologlar çalışamaz mıydı? diye sordum. 2021 yılında Türkiye genelinde sosyoloji bölümlerinin tercih edilirliği geçmiş yıllara nazaran dramatik bir biçimde düştü. Kontenjanları ve tercih edilirliği oldukça yüksek olan İlahiyat Fakülteleri ile karşılaştırıldığında, sosyologların yerine kimlerin istihdam edildiği ortaya çıkar.[3] Verdiğim bilgiler ve yaptığımız tartışmalar neticesinde sosyolojinin değersizleştirilmesinin neden ve nasıl mümkün hale geldiğini, sosyolojinin kendiliğinden değil, AKP’nin bilinçli politikalarının ürünü olarak bu hale geldiğini açıklıkla ortaya koyduk.

IV.

Bir kadın öğrenci “solak” olduğunu, akrabalarıyla biraya gelip yemek yedikleri bir sırada bunu fark eden bir akrabasının “sen sol elinle mi yemek yiyorsun?” diye şaşkınlıkla sorduğunu ve ardından ve “Peygamber efendimiz sol eliyle yemek yemezdi. Bu nedenle sol el ile yemek yemek ve su içmek günahtır” diyerek azarladığını ağlayarak anlattı. Sol elini kullanıyor diye günahkarlıkla suçlanması oldukça ağrına gitmiş. Bu özelliğini değiştirmesi gerektiği söylenmiş ona. Öğrencinin yaşadığı tekil olmayan bu deneyimi eleştirel aklı reddeden, nakilci, cemaatçi, mürşit merkezli, hiyerarşik, biat talep eden, hakikati tekeline alan anaakımlaştırılmış dinci anlayışın hegemonik tedrisatına maruz kalmanın sonucu olarak gördüğümü söyledim ve bunu tartıştık.

V.

Bir kadın öğrenci, arkadaşlarıyla doğum günü kutlaması yaptığı bir kafede, yan masada oturan orta yaşlı bir erkeğin yanlarına gelip kulağında iki küpesi olan erkek arkadaşlarını “o küpeleri çıkar, insanların ahlakını bozuyorsun, sen gey misin?” diye azarladığını söyledi.

VI.

Başka bir kadın öğrenci Rize’de arkadaşlarıyla sahilde pikniğe gittiklerini, bir yaşlı amcanın yanlarına yaklaşarak şort giyen arkadaşlarına “utanmıyor musun buraya şortlu gelmeye, namusumuzu iki paralık etmeye, bizi günaha sokmaya? Burada aile var. Açmışsın bir yerlerini. Sen yollu musun?” diyerek azarladığını anlattı. Bununla birlikte yukarıdaki örnek Türkiye’de son zamanlarda duymaya başladığımız örnekler. Hem erkek hem kadın öğrenciler kaldıkları devlet yurdunda şortla yemekhaneye girdiklerinde, kadın öğrenciler pijama, tayt veya kısa etekle yurdun bahçesine çıktıklarında uyarıldıklarını söylediler. Medyaya yansıyan haberlerden yurtlarda bu türden uyarıların sadece sözlü olarak yapılmadığını, yemekhane kapılarına yazılı olarak da asıldığını, hatta bir kafede yan yana oturup fiziksel temasta bulunan bir çiftin mekân sahibi tarafından uyarıldığını veya sahilde bir bankta oturan bir çiftin de bir grup cemaat üyesi erkek tarafından uyarıldığını…okuduk. İktidarın dindar muhafazakâr olduğuna dair bir izlenimi yaratması ve korumasına istinaden, yani aslında bir dindarlık simülasyonunu[4] ayakta tuttuğu müddetçe bundan destek alanlar, seküler yaşam tarzlarına (sadece sekülerlerin değil, sekülerleşmiş dindarların da yaşam tarzlarına) müdahale etmeye devam edecekleri için benzeri haberleri daha çok okuyacağımızı düşünüyorum. Hayat tarzına müdahale eden bu kısıtlamaların öğrenciler tarafından hoş karşılanmadığını, hatta onlarda “nefret” yarattığını da özellikle belirtmem gerek.

VII.

Başörtülü bir kadın öğrenci pantolon ve tunik giydiği için yaşadığı köyün yaşlı teyzeleri tarafından dine uygun giyinmemekten eleştirildiğini söyledi. Kendisini eleştirenlerin aynısını hatta daha fazlasını yapan kendi kızlarına ise hiçbir şey söylemediklerini de ekledi. Bu örnek dinin bir sosyal baskı, disipline etme ve hizaya getirme aracı olarak nasıl iki yüzlü ve keyfi bir şekilde kullanıldığını bize gösteriyor. Din adına konuşma hakkını ellerinde tutanlar dini pratik ve söylemleri başkalarına rahatlıkla dayatırken, aynı gayreti kendi çocuklarına ve yakınlarına göstermiyorlar.

Althusser’in görüşleri, küçük öznelerin iktidarın ve küçük iktidarların damgalama çağrısına icabet edişlerini izah etmede oldukça yardımcı oldu fakat Butler’ın da eleştirdiği gibi Althusser egemen bir otorite modeli çiziyor ve çağrının gönderme yaptığı kişiyi önemli ölçüde oluşturduğunu varsayıyor. Halbuki özne bütün olarak tabiiyet içinde kurulmaz, tabiiyet içinde tekrar tekrar kurulur ve bu tekrarlar içinde meydana gelen kaymalar, mesela farklı söylemlere maruz kalması, farkındalık yaşaması, çıkarlarının veya koşullarının değişmesi vb. sebepler nedeniyle öznenin başka türlü kuruluşu da mümkün hale gelir. Yani kısaca iktidar her zaman arzu ettiği türden özneyi kuramaz ve onu arzu ettiği türden eylemliliğe koşamaz. Elbette ki Konakçı, Boynukalın ve müstakbel benzerlerinin, iktidarın etki alanı azaldıkça gerçek sorunların görülmesine engel olunması maksadıyla, “Vurun Kahpe”ye filminin günümüz versiyonunu oynatma çağrıları devam edecektir ama bu çağrıya dönüp bakacak olanlar, onların varsaydığı kadar çok olmayacaktır. En azından öğrencilerim, küçük öznelerin kendilerine ve etraflarındaki insanlara yaptıkları türlü damgalamalardan oldukça rahatsızlar ve başlarına gelenlerin farkındalar.

Özetle, etnik, cinsel yönelim, inanç ve cinsiyet temelinde yapılan damgalama, iktidarın ve onun organik bir uzantısı olarak hem yukarıdan aşağıya doğru uzanan hem yatay olarak yayılan irili ufaklı iktidar öznelerinin keyfi güç (unvan, mevki, otorite, para vb.) elde etme imkanlarını sürdürmeye yaramakta. Yani bu kötücül bir ittifak aslında. Bu irili ufaklı iktidar öznelerinin varsaydıkları ve doğallaştırdıkları pedagojik otorite konumlarıyla sürekli seslendikleri, örneğin öğrencilerin anlattıkları örneklerde mahalledeki, kafedeki, piknik alanındaki, sahildeki, evin içindeki, akrabalar arasındaki o küçük özneler ise, gündelik toplumsal hayat içinde bizlerin hayatlarını sözlü ve fiziksel şedit eylemlerle kırılganlaştırmak için “yetkilendirilmiş” toplumsal ajanlar olarak çalışmaktalar. Biz yeterince kırılganlaştırılmalıyız ki onlar arzu ettikleri her şeye sahip olabilsinler. Yalnız şunu bilin ki, her şeyin farkındayız ve ikrah ettik sizlerden!

 

[1] https://www.yenisafak.com/yazarlar/ismail-kilicarslan/halil-konakci-kasap-mi-2063612.

[2] Louis Althusser (2015). İdeoloji ve Devletin İdeolojik Aygıtları, Çev. A. Tümertekin, İstanbul: İthaki Yay., s. 81-89.

[3] Kemal Gözler, Hukuk Fakülteleri ile İlahiyat Fakültelerinin sayıları, bu fakültelerin lisans-yüksek lisans-doktora öğrenci sayıları ve öğretim elemanı sayıları arasında yaptığı karşılaştırmalarda bilhassa İlahiyat Fakülteleri lehine bir gelişmenin iktidar tarafından desteklendiğini söylüyor. Şöyle diyor: “Türkiye’de hukuk fakültelerinin önemli bir kısmı hocası olmayan, kendisine hukukçu dekan dahi bulamayan sefaletin hüküm sürdüğü fakültelerdir.” “İlahiyat Nereye Gidiyor?” https://www.anayasa.gen.tr/hukuk-ilahiyat.htm. Ayrıca Kemal Gözler’in anayasa.gen.tr’de yayımlanan bu konuyla ilgili şu yazılarına bakabilirsiniz: “Hukukçu Olmayan Hukuk Dekanları”, “İlahiyat Nereye Gidiyor? (2).  Ben de İlahiyat lehine oynanan bu adaletsiz iktidar oyununun diğer kaybedeninin (ya da kaybettirileninin) Sosyoloji olduğunu söylüyorum. 2021 yılında çalıştığım üniversitenin İlahiyat Fakültesine 90 öğrenci gelirken Sosyoloji bölümüne 4 öğrenci geldi. Bu durum, iktidarın uyguladığı istihdam politikasının bir göstergesi değil de nedir?

[4] Simülasyon derken, teori ile pratik arasındaki açıklığı kastetmiyorum. Kendi tutarsız, kararsız ve “kullan at” (dün dündür bugün bugündür) tarzda politikalarını hakikat olarak sunmalarının ve bunu din ile meşrulaştırmalarının dini söylem ve davranışları portatif bir yapıya soktuğunu, yani iktidarlarını ayakta tutmaya yarayan kullanışlı bir araca dönüştürdüğünü söylüyorum. Durum böyleyken, tutarlı politikalara ve dini söylemlere sahipmiş gibi yapmalarını simülasyon olarak tanımlıyorum. Fakat din bu değil, dinin bir özü vardır demiyorum. Dinin ne olduğu veya olması gerektiğine dair özcü bir yaklaşımı doğru bulmuyorum. İlaveten, İslam dininin, insanın ve toplum yaşantısının her yönüne müdahale eden bir yapısı olduğu anlayışının da sorgulanmaya açık olduğunu düşünüyorum. Sorgulanırsa iktidar ile din arasındaki ilişkinin özcü olmayan, tamamen dünyevi ve iktidar ilişkileri çerçevesinde yapılacak yorumlarına ulaşılabilir.

- Advertisement -

Bir Cevap Yazın

Önceki İçerik
Sonraki İçerik
İlknur Meşe
Akademisyen, Yazar