Cuma, Nisan 26, 2024
spot_img

Gökhan Atılgan ile Türkiye İşçi Partisi Radyoda: Proletaryanın Büyülü Kutusu

Geçtiğimiz hafta Kitaba Dair’in konuğu Gökhan Atılgan’dı. Gökhan Hoca’yla Yordam Yayınları’ndan çıkan Türkiye İşçi Partisi Radyoda: Proletaryanın Büyülü Kutusu kitabı üzerine sohbet ettik.

gokhan atilgan

Mete Kaan Kaynar: Gökhan Hocam, Attila Aşut ile hazırladığınız Proletaryanın Büyülü Kutusu Yordam Yayınları’ndan çıktı. Öncelikle, her ikinize de böyle bir kitabı yayın dünyasına kazandırdığınız için teşekkür etmek istiyorum. Çalışmanızın iki açıdan çok değerli olduğunu düşünüyorum. İlk olarak, çalışmanızda Türkiye’de radyonun siyasal yaşamdaki işlevini 1960’lar on yılındaki toplumsal dönüşümün etkisinde izleyebiliyoruz. Ayrıca Türkiye İşçi Partisi ile ilgili çok önemli bilgi ve belgeleri de çalışmanızda okuyucularımızla paylaşıyorsunuz. Özetle çalışmanız, bir yönüyle akademik bir çalışma ve hem medya konusunda çalışan iletişim bilimcilerin hem de siyasi tarihçilerin kütüphanelerinde mutlaka yer alması gerekiyor. Diğer yönüyle ise oldukça eğlenceli bir içeriğe sahip ki yayın dünyasında pek de yaygın olmayan bir uygulamayla bazı seçim konuşmalarını hatta bir seçim şarkısını kitabınızdan dinleyebiliyoruz.  Kitaptaki bazı metinleri sahiplerinden dinleyebilmek muazzam bir çalışma gerektirmiş olmalı. Ayrıca Attila Bey’in sadece araştırmanın hazırlayıcılarından biri değil aynı zamanda kitabın konusunun, kitapta hayat hikâyeleri de verilen “yüzler”in bir parçası olması da kitaba ayrı bir renk katıyor. Hocam ilk sorumda bu yönde olacak, bu kitap fikri nasıl ortaya çıktı, nasıl şekillendi; Attila Bey ile çalışmaya nasıl başladınız, arşivlere nasıl ulaştınız? Kitabın mutfağından bahsedebilir misiniz bize?

gokhan atilgann
Gökhan Atılgan

Gökhan Atılgan: Öncelikle bu yayın daveti için hem Mukavemet ekibine hem de size çok çok teşekkür ederim Mete Hocam. Kitabın hikâyesi şöyle: Ben daha önce 1960’lı yıllar üzerine bazı yayınlar yapmıştım. Yön-Devrim Hareketi adlı bir kitabım var, Behice Boran üzerine bir biyografim var, başka makalelerim, kitap bölümlerim var. O yüzden çok aşina olduğum bir dönem aslında 1960’lı yıllar. Burada en ilgimi çeken şeylerden birisi, bu kitabın konusu olan Türkiye İşçi Partisi’nin radyo konuşmalarıydı, çünkü bu önceki çalışmalarımı yaparken çok sayıda söyleşi gerçekleştirmiş, dönemin tanıklarıyla görüşmeler yapmıştım. Orada herkes bana şunu anlatıyordu: Türkiye İşçi Partisi sözcüleri radyodan öyle konuşmalar yaptılar ki solcu olmayan, Türkiye İşçi Partisi’ni bilmeyen; akrabasının, arkadaşının, çevresinin solculukla alakası olmadığı pek çok insan bu radyo konuşmalarını dinleyerek sosyalizme yöneldiler, geldiler, TİP’i arayıp buldular. Sonra döndüler ve ilçelerinde, köylerinde Türkiye İşçi Partisi’ni kurdular. Ben hep düşünüyordum, bu nasıl bir şey ki yani hiç bilmediğiniz bir dünyaya bir radyodan gelen bir ses aracılığıyla temas ediyorsunuz ve sonra o dünyanın aktif bir öznesi haline geliyorsunuz. Bu bana çok büyülü bir şey olarak geliyordu ve sonra dedim ki bunu, o dönemin konuşmalarını, ses kayıtlarını bulup acaba bir kitaba dönüştüremez miyiz? Buna karar verdikten sonra, benden daha önce TİP’in radyo konuşmaları aracılığıyla sosyalist olmuş ve sonra kendisi de bir sosyalist olarak TİP adına devlet radyosundan halka seslenmiş bir isim olan Attila Aşut ağabeyimizle yolumuz kesişti, çünkü o da böyle bir yayın hazırlığındaydı. Biz hem işleri hem güçleri hem de eldeki malzemeleri birleştirerek yola koyulduk. Ben doğrusu çok iyimserdim Mete Hocam, çünkü radyo kayıtlarını kolay bulacağımızı, konuşmaların metinlerine kolay ulaşabileceğimizi düşünüyordum. Fakat hiç de öyle olmadığını gördüm. Unuttuğum bir şey vardı: Bu, bir sosyalist parti. Devlet tarafından kapatılmış, yöneticileri tutuklanmış, belgelerine, arşivlerine el konulmuş ve sonra devletin kayıtlarından itinayla dışlanmış bir parti olduğunu göz önüne almamışım pek demek ki. İlk gayretlerimiz büyük ölçüde boşa çıktı ama çok ilginç bir şekilde Mehmet Ali Aybar genel başkan olmadan önce Türkiye İşçi Partisi’nin 1961 Anayasa referandumunda iki konuşma yaptığını öğrendik ve bunun kayıtlarına ulaştık. Bu müthiş bir sürprizdi. Kemal Türkler ve Sina Pamukçu’nun 61 Anayasa referandumunda Türkiye İşçi Partisi adına yaptıkları konuşmalar, metin ve ses kaydı olarak ilk kez kitabımızda içerilmiş oldu. Daha sonraki başka büyük destekçilerimiz Türkiye Sosyal Tarih Araştırma Vakfı’ydı ve TÜSTAV’da bazı kayıtlar vardı ama çok ilginç bir tesadüftür, TÜSTAV’a 1965 yılında ulaştırılan Amerikan Haberler Ajansı muhabiri Kemal Tanındı tarafından kaydedilmiş bir bant var. Bant diyorum, o zaman daha kaset gelişmemiş yani kaset Türkiye’de yaygın bir teknoloji değil. Bir bant var, bandın da iki yüzüne -dört yüzlü oluyormuş o bantlar, ben de sonradan öğrendim- Kemal Tanındı sekiz tane kayıt yapmış. TÜSTAV bu kayıtları dijitalize ederken dört tanesinin farkına varılmış. Sonra biz bandı alıp radyo hocalarımızla incelediğimizde bandın içerisinde sekiz tane kayıt olduğunu öğrenmiş olduk. Bunların içerisinde tabii benim için en önemli olan Mehmet Ali Aybar’ın konuşmasıydı, en önemli olanlardan bir tanesi. Çünkü Aybar’ın o meşhur “İşçiler, ırgatlar…” diye başlayan konuşmasının kitapta ses kaydı olarak yer almasını çok çok istiyordum. Sonra, TİP’in radyo konuşmalarının kahramanı olan Gaziantep’in Çapalı köyünden bir çoban olan Hamdoş’un, asıl adı Hamdi Doğan’dır ama o kadar bizden ki herkes ona Hamdoş der, ses kaydının olmasını çok istiyordum ve o da oldu. Böylelikle devlet radyosundan on bir tane Türkiye İşçi Partisi adına yapılmış radyo konuşması kitabımıza sadece metin olarak değil, ses olarak da dâhil oldular. Kitapta karekod teknolojisi kullanılıyor; okuyucularımız telefonlarını, tabletlerini, bilgisayarlarını kitaba tutuyorlar ve Kemal Türkler’in, Rıza Kuas’ın, Çetin Altan’ın, Tarık Ziya Ekinci’nin, Hamdoş’un, Mehmet Ali Aybar’ın ve daha pek çok ismin konuşmalarını dinleyebiliyorlar da. Tabii, tahmin edersiniz ki bunda başka zorluklar da vardı Mete Hocam. Biraz önceki küçük klipte gösterildiği gibi TİP’in çok öne çıkmış isimleri var: Behice Boran, Mehmet Ali Aybar, Sadun Aren, Çetin Altan, Tarık Ziya Ekinci gibi. Bunlarla ilgili bilgilere ulaşmak kolay oluyor nispeten ancak Rahmi Eşsizhan, Naci Eren gibi bugün adları çok bilinmeyen ama TİP’in o kalkışındaki, yükselişindeki emekleriyle eşsiz şekilde imzalarını atmış isimlere ilişkin bilgilere, fotoğraflara ulaşmak çok zor idi. Bir başka zorluk, biz her seçim döneminin bağlam bilgisini belirten sunuşlar hazırladık kitaba. Orada gördük ki TİP’in katıldığı seçimlerde aldığı oy oranları, sayıları vesaire; bunlarla ilişkili bilgilerde biraz karışıklıklar var, rakamlar birbirini tutmuyor.

cildirmdan once
Selda Telek (Gn. Yay. Yön.) (2021) Çıldırmadan Önce Son Çıkış: Duygular ve Değerler, 1. Sayı (Nisan, Mayıs, Haziran), Destek Yayınları. Elimde bir dergi var. Dergi de denebilir, kitap da. Zaten kendi önsözünde de bu türün bukazin ismiyle anıldığını söylüyor derginin/kitabın da editörlüğünü yapan Selda Telek Hanımefendi; hem dergi hem kitap türüne, “book” ve “magazine” kelimelerinin İngilizcede bir araya getirilmesiyle oluşan “bukazin” diye bir türe girdiğini söylüyor. Derginin ismi Çıldırmadan Önce Son Çıkış. Neden bu ismi seçtiklerini de söylemiş Genel Yayın Yönetmeni: Bir umut, bir ışık vadediyor çıldırmadan önceki son çıkış. Hem içinde bulunulan durumun vahametini hem de yine de bir umudun altını çiziyor. Derginin ilk sayısının ana temasıysa “Duygular ve Değerler”le ilgili. Gerçekten de birçok akademisyenin, araştırmacının konuyla ilgili yazılarına başvurulmuş. Hepsini baştan sona okumak mümkün değil, zaten çok geniş bir okuyucu kitlesine hitap ettiği için kimisi çok daha popüler yazılar kimisi akademik yazılar. Ama benim en çok ilgimi çeken Mehmet Zihni Sungur’un “Zihni Meseleler” yazısıyla Hakan Urgancı’nın “Bir Kitle İmha Silahı Olarak Değerler” yası oldu. Tabii, diğerleri de elbette ki çok iyidirler ama benim gözüme bunlar çarptı. Derginin son tarafında “Çıldırmadan Önce Okunması Gereken Kitaplar”, “Çıldırmadan Önce İzlenmesi Gereken Filmler”, “Çıldırmadan Önce Yapılması Gereken Şeyler” gibi yaklaşık 15-20 maddelik hazırlanmış listeler var. Popüler kültürün izlerini burada biraz görmek mümkün, bütün hepsi için bir şey diyemeyeceğim ama “Çıldırmadan Önce Okunması Gereken Kitaplar” listesinde verdikleri on kitabın baya eski ve biraz acele derlenmiş olduğunu söyleyebilirim.

Onların hepsini Resmi Gazete’den, Devlet İstatistik Enstitüsü Yayınları’ndan tek tek çıkarttık ve net, kesin bilgilere büründürdük ve bir de bazı dönemler -mesela 1966 seçimleri öyle- TİP’in yayın organı yok, Sosyal Adalet, Yön o sıra kapatılmış vesaire. O 1966 yılına ilişkin konuşmaların metinlerine dahi ulaşmak çok çok zordu. Velhasıl biraz kolayca ve coşkuyla yapacağımız bir kitabı, yine coşkuyla ama büyük zorluklara göğüs gererek, onları tek tek, sabırla aşarak hazırlamaya çalıştık. Nihayetinde TİP’in beş seçimde -yerel seçim, genel seçim, kısmi senato seçimi ve bir referandum- 61’le 69 arasında yaptığı radyo konuşmalarının metinlerine ve bunlardan bazı çok önemli örneklerinin ses kayıtlarına da ulaşarak kitabı meydana getirdik. Bir de şunu da belirtmek istiyorum: Biraz önce dinlediğiniz şarkı “Yarının Şarkısı”, Cumhuriyet tarihimizde bir siyasal parti tarafından kullanılan ilk seçim şarkısıdır. Erdem Buri ve Tülay German ikilisinin müthiş bir şaheseridir. Kendilerine çok teşekkür ederiz, Tülay German’a ve Kalan Müzik’e, izin verdiler. Ayrıca bu da kitabımız aracılığıyla dinlenebiliyor yine karekod yoluyla. Bir de Can Yücel’in yazdığı “TİP Türküsü” adlı bir marş var. Onu Barış Özgenç bizim için, bu kitap için özel olarak seslendirdi, o da sesli olarak kitaptan dinlenebiliyor. Böylelikle hem ses hem metin olarak dönemin bütün atmosferini okuyucularımızın zihninde canlandırabileceği, seslere aşina olabileceği, yüzleri hayal edebileceği bir kitap hazırlamaya çalıştık.

“Büyülü kutu” metaforuyla kastınız nedir? Radyo neden proletaryanın büyülü kutusu da mesela köylülerin ya da esnafın büyülü kutusu değil?

Bu çok güzel bir soru ve çok teşekkür ederim. Ben de buna mutlulukla cevap vereceğim. “Büyülü kutu” metaforunun üç tane anlamı var. Birincisinden bir önceki soruda kısmen bahsettim. Kitabın yazarlarından Attila Aşut Abimiz Trabzonlu, babası Trabzon’da kasap ve tutucu, sağcı bir insan ve Attila Abinin etrafında, arkadaşları, akrabaları arasında herhangi bir solcu kimse yok. Solculukla hiçbir alakası yok. Bir gün Trabzon meydanında yürürken bir esnafın radyosundan Orhan Arsal’ın 1963 yılında yaptığı bir konuşma kulağına çalınıyor ve o sesin peşinden gidiyor, o konuşmayı yapan kişinin Türkiye İşçi Partisi sözcüsü olduğunu öğreniyor. Trabzon’dan yola çıkıyor, İstanbul’a gidiyor, Mehmet Ali Aybar’ı buluyor. Sonra Mehmet Ali Aybar, onu Trabzon’da Türkiye İşçi Partisi’ni kurmakla görevlendiriyor ve Attila Abi geliyor, Trabzon’da Türkiye İşçi Partisi’nin kuruluşuna önayak oluyor. Müthiş bir hikâye. Kitapta bununla ilgili bir söyleşi de var derslerle dolu. Burada Attila Abi yalnız değil, böyle onlarca belki yüzlerce insan var sosyalizmle radyodaki konuşmalar aracılığıyla tanışan. Gerçekten hiç bilmediğiniz bir dünyaya yolculuk yapıyorsunuz. Bu çok büyülü bir şey değil mi? Metaforun birincisi bu. İkincisi, radyo konuşmalarının şöyle bir özelliği var: Konuşmayı yapan kişiyi, onun ilişkiler ağını, dünyasını hiç görmediğiniz ve sadece sesi duyduğunuz için onu zihninizde canlandırıyorsunuz. Bunun da çok büyülü bir şey olduğunu düşünüyorum. Metaforun üçüncü anlamı: TİP’in radyo konuşmaları bir büyü bozumu aynı zamanda. Kitaptaki kendi sunuşumda bunu anlatmaya çalıştım. O zamana kadar burjuva partilerinin sözcüleri çıkıp insanlara ne diye hitap ediyorlar? “Aziz ve muhterem vatandaşlarım!” diyorlar. Aslında aziz ve muhterem vatandaşlar arasında zengin var, fakir var, maraba var, ağa var, işçi var, patron var, memur var, amir var ama bu politik söylem sınıfsal çelişkileri beyaz bir örtüyle çok güzel bir şekilde gizliyor. Sonra Türkiye İşçi Partisi sözcüleri geliyorlar, devlet radyosunun başına oturuyorlar, “İşçiler, ırgatlar, azaplar, arkasız memurlar!” diye konuşmaya başlıyorlar ve bütün o aziz vatandaşlar büyüsü bir büyü bozuma tabi tutuluyor ve bunlar gerçek birer aktif özne olduklarını anlıyorlar. Özneyi, Türkiye İşçi Partisi sözcüleri kendi adlarıyla çağırmaya başlıyorlar. Bu politik söylem bakımından devrimsel nitelikte bir şey ve aynı zamanda bir büyü bozumu. Bu üç anlam kitabın adındaki metaforu sanırım yeterince iyi açıklayacak. Neden proletarya sözcüğünü kullanıyoruz onu da söylemek isterim. Proletarya sözcüğü burjuvalar tarafından marjinalize edilmiş bir sözcük. Böyle biraz marjinal, biraz tehlikeli bir sözcük gibi. Oysa kelimenin hem Latincedeki kökenine hem siyaset bilimi tarihindeki kullanımlarına baktığınız zaman proletarya üreten, doğuran, yaratan demek ve emeğiyle geçinen, emeğini satarak yaşayan herkesi kapsayan en geniş kavram. Bunun içinde işçiler de var, köylüler de var, arkasız memurlar da var, işsizler de var, gençler de var, seyyar satıcılar da var, küçük esnaflar da var. Aslında Türkiye İşçi Partisi’nin seslendiği en geniş kitle de bu. Türkiye İşçi Partisi sadece sanayi işçilerine seslenen bir parti değil, toplumda emeğiyle yaşayan ne kadar insan varsa hepsine seslenen bir parti. Bu bakımdan “proletaryanın büyülü kutusu” demenin çok yerinde olacağını düşündük Mete Hocam.

acilan kapilar 1
Yusuf Ziya Bahadınlı (2018) Açılın Kaplılar, Yazılama Yayınları. Bu hafta sizlerle paylaşmak istediğim bir diğer kitap bir roman. Yusuf Ziya Bahadınlı’nın Açılın Kapılar başlığını taşıyan romanı, Yazılama Yayınları’ndan çıkmış. Almanya’da yaşayan; yaşamak, 12 Eylül’den sonra göç etmek zorunda bırakılan insanların gündelik yaşamları, göçle ilgili deneyimleri, aşkları, cinsellikleri bu romanın konusunu oluşturuyor. Ayrıca başlı başına göç olgusuna da romanda değinilmiş; Almanya’ya göçenlerden ziyade bir roman dili içerisinde göç olgusunun gayet de güzel bir şekilde anlatıldığını fark ettim satır aralarında. Benim için de gayet ilginç oldu böyle bir romanı okumuş olmak.

Hocam, çalışmanızda yer alan makalenizde iktidarların sesi devlet radyosunun mikrofonlarının TİP gibi bir partiye nasıl uzatıldığını ya da sizin ifadenizle “kapının aralanışı”nı anlatıyorsunuz. Bu süreci okuyucularımızla da paylaşabilir misiniz?

Tabii. Aslında TİP’e mikrofonu uzatmıyorlar. Sonra uzattıklarına da pişman oluyorlar ama o ayrı bir mesele. Bunun arkasında tek parti devri var, 1946’da çok partili hayata geçiş dönemi var ve daha sonra Demokrat Parti dönemi var. Hem 46-50 arasında Cumhuriyet Halk Partisi hem de iktidar olduğu on yıl boyunca Demokrat Parti radyoyu hep iktidar partisinin tekelinde bir araç olarak görüyor. Başka muhalefet partilerine, başka düşüncelere sıkı sıkıya kapatıyor ve sadece kendi propaganda aygıtıymışçasına kullanmaya çalışıyor. Cumhuriyet Halk Partisi de böyle hatta o zaman Celal Bayar’ın müthiş sert bir nutku var. İşte, “Radyoyu tekellerine aldılar, biz iktidara geldiğimizde radyoyu demokratikleştireceğiz.” filan diye. Ama öyle olmuyor bildiğimiz gibi. Demokrat Parti iktidara gelince CHP’den de beter bir şekilde radyoyu Demokrat Parti sözcülerinin bir aleti haline getiriyor ve muhalefet partilerini kısabildiği kadar da kısıyor. Şimdi, 27 Mayıs’tan sonra yeni bir anayasa yapılıyor. Aslında bu anayasa sizin de çok iyi bildiğiniz gibi bizim siyaset biliminde eşitsiz ve bileşik gelişme yasası olarak tanımlanan yasaya uygun bir şekilde demokratik bakımdan en gerideki ülkelerden biri olan Türkiye, en ilerideki anayasalardan birini yapıyor büyük bir sıçramayla. Bu anayasada da radyo bir kamu yayıncılığının vasıtası olsun ve toplumdaki farklı görüşlere ve bütün partilere eşit mesafede dursun ve herkese eşitsiz bir şekilde söz hakkı versin mantığı var. Anayasanın düzenlediği çerçeve bu. İşte, “kapının aralanışı” dediğimiz hikâye aslında 61 Anayasası’nın eşitsiz ve bileşik gelişmeye dayalı bir sıçramayla Türkiye’ye getirdiği kısmi demokratik düzenin bir imkânı. Ama imkân soyut bir imkân olarak da kalabilirdi. Türkiye İşçi Partisi’nin yaptığı şey bu imkânı gerçek bir somut imkâna çevirmek, radyoyu müthiş derecede etkili bir şekilde kullanabilmek. Belki biraz sonra da üzerine konuşabiliriz ama şöyle söyleyeyim: Radyodan konuşan partiler arasında en küçük parti 61’den 69’a kadar Türkiye İşçi Partisi ama her seçimde radyoyu kullanmak, etki yaratmak bakımından birinci parti daima TİP oluyor. O kadar iyi hazırlanılan, isimleri, konuşmacıları o kadar iyi seçilen, o kadar özen gösterilen, çok iyi hazırlıklarla kurgulanan bir iş olduğu için bu Türkiye İşçi Partisi’nin ivmelenmesinde, meşrulaşmasında, kitleselleşmesinde, parlamentoya girmesinde, topluma dalga dalga yayılmasında müthiş bir imkân oluyor.

hepimiz ayni surudeyiz
Ece Baban (2020) Hepimiz Aynı Sürüdeyiz: Kayıp Kimlik Sendromu, Destek Yayınları. Sizinle paylaşmak istediğim bir diğer çalışmaysa Ece Baban’ın Hepimiz Aynı Sürüdeyiz: Kayıp Kimlik Sendromu başlıklı kitabı. Kitap, bir doktora tezinden yola çıkılarak hazırlanmış, Ece Baban Hanımefendi doktora tezini Marmara Üniversitesi’nde hazırlamış ki doktora tezinden epey bir şey değiştirmiş. Bu tezler, her zaman söylüyorum, üzerinde tekrar çalışılıp basıldığında, tez olarak değilse de kitap olarak gerçekten daha kaliteli bir hale geliyor. Burada da gerçekten bunun izlerini görebiliyoruz. Marmara Üniversitesi’ndeki tez halini de kurcaladım, orada daha teknik konular ele alınırken -marka, marka kimliği, marka-tüketici ilişkisi, marka sadakati gibi konular, kültür endüstrisi, Adorno-Horkheimer’ın kavramları tartışılmış- burada biraz daha değiştirmiş tezden kitaba doğru geçerken. İnsanlığın gelişim süreci içerisinde internet, bilgisayar, reklam ilişkisi, dikizleme kavramı üzerinde duruyor yani biz, bu sosyal ağlarda insanları dikizliyoruz. Bir dikizleme kültürü; bunun çeşitli boyutlarını tartışıyor ve eğer insanlar yani bizler bir sosyal ağın kullanıcıları, tüketicileri olarak bunlara bu kadar bağımlıysak markalar neden bizim bu zaaflarımızı kullanmasınlar ya da nasıl kullanıyorlar konusuna değiniyor. Tabii, sosyal medya kullanıcıları olan bizlerle makak maymunları arasında kurduğu benzerlik, hayır diyemeyeceğimiz benzerlikler ama insan gerçekleri yazardan duyunca da pek de iyi olmuyormuş. Ne diyeyim? Ama benim de gerçekten ilgimi çeken bir kitap oldu. Sosyal medyayı ve interneti sıkça kullanan, burada da onu yapıyoruz, birisi olarak oradaki tüketici davranışlarında ben de kendimi gördüm. Sizlerin de ilgisini çekeceğini düşünüyorum.

Çalışmanızda yer alan makalenizin başlığını da Tülay German’ın şarkısından seçmişsiniz; Türkiye İşçi Partisi’nin Radyo Konuşmaları:  O Koyu Günlerden Yarınlara Ses Veren. Hocam bu noktada şu soruyu sormak istiyorum: Bugünkü koyu günlerden o koyu günlere, 2021’in Türkiye’sinden 60’ların proletaryasının büyülü kutusuna baktığımızda nasıl bir manzara ile karşılaşıyoruz?

Çok teşekkür ederim bu soru için. Bizim bu kitabı hazırlamaktaki amacımız böyle nostaljik, geçmişe dair, tarihe dair bir şey yapmak değildi. Tabii ki sadece bu değildi. Bugüne de kitabın uzanımları ve mesajları var. Bu soruya bu mesajları aktararak yanıt vermeye çalışacağım. Bütün tarih boyunca işçi sınıfı, proletarya, emekçiler, sosyalist partiler her zaman karşıt sınıflara, karşıt partilere göre dezavantajlı konumda oluyor. Çünkü sosyalistler ve işçi sınıfı emeğe dayalı, burjuvalar ve burjuva partileri de hep sermayeye dayalı olduğu için bu taraf çok dezavantajlı oluyor. O zaman da öyleydi bu, bugün de öyle. Hiçbir zaman işçilerin elinde televizyonlar, radyolar, gazeteler olmuyor ki yani çok küçük imkânlarla halka seslenmek, iletişim kanallarını kıt kanaat imkânlarla yaratmak durumunda kalıyor. Bugün de böyle aslında yani evet, internet genel herkese açık bir şey sunuyor ama yine de buna rağmen işçiler daha dezavantajlı konumda bulunuyor. Türkiye İşçi Partisi’nin radyo deneyiminin gösterdiği şey şu aslında: Bütün bu kirliliğin içinde tertemiz bir ses, doğru bir ses, haklı bir söz, haklı sözü çok güzel ifade edebilecek partililer eğer var ise yani doğru sözü, haklı sözü aynı zamanda güzel ve uygun bir şekilde söylüyorsanız bu sizin sesinizi topluma ulaştırıyor, beklentilerinizin de üstünde ulaştırabiliyor ve toplumdan akisler alabiliyor. Şimdi düşünün mesela 1963 yılında Türkiye İşçi Partisi adına bir konuşmacı radyodan konuşunca Cüneyt Gökçer, bu seslendirme işlerinin en önemli isimlerinden birisidir, dinlemiş ve şapka çıkarmış, “Ben bile bu kadar güzel konuşamazdım radyoda.” demiş. Sadece haklı olmak yetmiyor, haklı sözü temiz bir sesle güzel bir şekilde söylemek gerekiyor. Bugün de Türkiye’nin ihtiyacı olan bu değil mi? Herkesin sesi çok fazla çıkıyor; müthiş bir ses kalabalığı, ses kirliliği var. İşte, bunun içerisinde temiz bir sesle haklı sözleri güzel bir şekilde söylediğimiz zaman Türkiye İşçi Partisi’nin 55-60 yıl önce yakaladığı ivmenin daha da yükseğini bugün de yakalamak mümkün aslında diye düşünüyorum.

Aralanan kapıdan geçen TİP, radyo imkânını nasıl kullanıyor ve devlet radyoları nasıl “proletaryanın büyülü kutusu” haline geliyor?  Radyo konuşmalarının TİP’in siyasal faaliyetlerine etkisi nasıl oluyor; TİP radyo ile kitlelere gerçekten dokunabiliyor, ulaşabiliyor mu?

Burada iki düzeyli bir yanıt vermeye çalışacağım bu soruya. Şimdi ekibi bir düşünelim Mete Hocam. Bunun içinde Aybar, Boran, Aren gibi sosyalist düşüncenin çok önemli isimleri var; Çetin Altan gibi dönemin en popüler gazete yazarları var; Kemal Türkler, Rıza Kuas, Kemal Nebioğlu, İbrahim Güzelce gibi sahici işçi önderleri var; Naci Eren gibi din adamları var; Hamdoş gibi çobanlar var; Fevzi Kavuk gibi köylüler var; Can Yücel, Hasan Hüseyin Korkmazgil gibi şairler var; Yaşar Kemal gibi Türkiye’nin gelmiş geçmiş en büyük romancısı var; aynı zamanda Tarık Ziya Ekinci, Kemal Burkay ve Mehmet Ali Aslan gibi Kürt aydınları da var. Dolayısıyla ekip, toplumun farklı farklı kesimlerine hitap edecek şekilde çok özenle belirlenmiş bir ekip ve üç tane de kadın var, zaten kitabı da onlara adadık. Önemle bunu belirtmek istiyorum; Behice Boran, Nazife Cemgil ve Şekibe Çelenk gibi üç tane de kadın var ki o dönemde kadınların siyasetteki yeri neredeyse yok denecek kadar az. Türkiye İşçi Partisi böyle bir devrim de yapıyor.

karni tok ruhu ac cocuklar
Fazilet Seyitoğlu (2021) Karnı Tok Ruhu Aç Çocuklar, Destek Yayınları. Sizlerle paylaşmak istediğim diğer bir kitapsa Destek Yayınları’na ait, Fazilet Seyitoğlu’nun yazdığı Karnı Tok Ruhu Aç Çocuklar başlıklı kitap. Kitap, Uzman Klinik Psikolog Fazilet Seyitoğlu’nun birebir terapiler sırasında topladığı öykülerden oluşuyor. Elbette ki Fazilet Hanım bu öykülerde isimleri değiştirdiğini, tanınmayacak hale getirdiğini ama ana omurgayı koruduğunu söylüyor. Özellikle ebeveynler için kayda değer güzel şeyler bulmak mümkün. Bir de “Bizim çocuklarımızın karınları tok ama ruhları aç, bıraksak bizleri de yiyecek.” gibi bir espriyle de başlamış. Bunları saymazsak kitap güzel konular, özellikle çocuk yetiştiren ya da küçük çocuğu olanların karşılaşacağı sorunlara ilişkin güzel öyküler, deneyimler paylaşıyor. Hem Destek Yayınları’nın tercihi hem belki yazarın tercihi bilemeyeceğim ama ben yine de kişilerin unvanlarının kitabın üstünde yer almasının çok da doğru olacağını zannetmiyorum. Aynı şekilde öz geçmişte de yazarın lisanstan onur yüksek derecesiyle mezun olduğu gibi bilgilere yer verilmiş yani sonuçta bunlar sadece ortalamamıza karşılık verilen şeyler ama sonuçta bu kitabın kalitesini de düşürmüyor. Dediğim gibi çocuk gelişimiyle uğraşanların ya da ebeveyn olanların ilgilenebileceği bir kitap, Destek Yayınları’ndan çıkan çocuk yetiştirmek üzerine Karnı Tok Ruhu Aç Çocuklar kitabı.

Düşündüğümüz zaman aydınları, sanatçıları, şairleri, yazarları, düşünürleri, işçi liderleri, köylü önderleri ile müthiş bir ekip var burada ve bu ekip o kadar iyi hazırlanıyor ki. Türkiye İşçi Partisi’nin bir bilim araştırma kurulu var, oradan radyo konuşmacılarına sürekli veriler aktarılıyor ve Fakir Baykurt, Yaşar Kemal gibi bu konuşma işlerini çekip çeviren, hani o haklı sözü güzel söylemek dediğim işin mahir insanları da bu işin içinde aktif olarak yer alıyor ve ortaya müthiş bir tablo çıkıyor. Ondan sonra bütün bu koşmalar köy kahvelerinde, mahallelerde, ev içlerinde dinleniyor ve müthiş bir ilgi görüyor. Bu konuşmaların önemli sırlarından bir tanesi de aynı zamanda pek çok şeyin yanı sıra gerçek insan hikâyelerine dayanmaları. Mesela Can Yücel’in kitapta sesli olarak da dinlenebilen konuşmasında Hürmüz Tako karakteri var; bu yaşayan, gerçek, mücrim bir çocuğun hikâyesi. Yaşar Kemal’in bir konuşmasında Koca Ömer’in, Diyarbakırlı bir köylünün, hikâyesi var. Mahmut Makal’ın konuşmasında Necip Emmi’nin hikâyesi var. Hayatın gerçeklerinin içerisinden dokunmuş, örülmüş muazzam konuşmalar bunlar. Okuyucularımız metinleri okuduğunda görecekler ki nasıl hece hece, kelime kelime dokunmuş konuşmalar ve gerçekten de karşılığını alıyorlar bunun. Türkiye İşçi Partisi’nin hem il teşkilatlarının, ilçe teşkilatlarının ve özellikle köy teşkilatlarının kurulmasında hem de partinin parlamentoya yürüyüp grup kurmasında radyo konuşmalarının belirleyici bir etkisi oluyor. Bu, dönemin çok önemli bir siyasal gerçeği aslında.

Çalışmanızda 60’lar başındaki Türkiye ile on yılın sonundaki Türkiye’ye dair rakamlar veriyor; on yılda Türkiye sosyolojisindeki, ekonomisindeki değişimleri ele alıyorsunuz. Dönemin Türkiye’sinin sosyoekonomik profili, dönemin medyası (ve tabii ki radyo) ve TİP’in siyasal pozisyonu bir arada düşünüldüğünde bu dönem, TİP’in medyayla ve Türkiye toplumuyla kurduğu ilişkinin biçimini de etkiliyor mu?

Evet, şimdi yine bu proleter kelimesinin üzerinden gidelim. Kitapta bizim kocaman kullandığımız bir fotoğraf var. 1968 yılında lastik işçilerinin bir grevinde açılan bir pankart. Orada diyor ki “Türkiye’de yirmi yedi buçuk milyon proleter var.”, o arada Türkiye’nin nüfusu otuz üç milyon. “Emeğini satan proleterdir.” diyor yani toplumun çok ağırlıklı bir bölümü artık işçi olduğunun farkına varmış, köylü olduğunun farkına varmış, ezildiğinin farkına varmış. Grevler, yürüyüşler, mitingler, fabrika işgalleri, üniversite işgalleri; Türkiye’nin belki de en hareketli olduğu dönemlerden bir tanesi ama Türkiye tabii bir dünya bağlamının içinde deviniyor.

renkler
Pelin Gülşen (2021) Renkler: Tarih-Kültür-Sanat-Psikoloji, Destek Yayınları. Sizlerle paylaşmak istediğim bu kitapsa renklerle ilgili. Bu çalışma, Pelin Gülşen’e ait olan ve Destek Yayınları’ndan çıkan Renkler kitabı. Bu aralar kendi alanım ve ilgi alanlarım dışında okuduğum gerçekten çok ilgimi çeken, çok hoş bir çalışma. Gerçekten sadece renkleri anlatıyor ama renklerin tarihini, kültürünü, siyasetini, psikolojisini, kökenlerini yani bunları ele alıyor. Tek tek ezbere sayamayacağım; kırmızı, mavi, pembe, turuncu, beyaz fakat Pelin Gülşen bunları tek tek, uzun uzadıya inceliyor. Seçmece okudum, öyle bütün renkleri de okumadım ama kırmızının tarihinden bahsederken Fransız Devrimi’ne gidiyor olmasından, Fransız aristokrasisinin kırmızı yüksek topuklu ayakkabılar giymesine, kırmızının daha sonra sosyalizmin sembolü haline gelişine; pembe renkle ilgili olanlara göz attığımda pembenin eskiden feminen bir renk değil, maskülen bir renk olduğundan ama daha sonra feminen bir renge doğru geçtiğine; beyazın saflığının nereden geldiğinden; bir sürü gerçekten çok ilgi çekici bilgiye Pınar Gülşen’in yazdığı ve Destek Yayınları’ndan çıkan Renkler: Tarih-Kültür-Sanat-Psikoloji başlıklı kitabından ulaşmak mümkün.

Sadece Türkiye değil, dünya da çok hareketli. Bütün dünya çapında emekçiler kapitalizmi nasıl aşabileceklerini; daha adil, daha eşitlikçi, daha özgür, daha demokratik yeni bir dünyayı nasıl kurabileceklerini sadece düşünmüyorlar, tartışmıyorlar, tezler geliştirmiyorlar; eylemleriyle de kendi içsel hayatlarıyla da yaşama geçirmeye çalışıyorlar. İşte, Türkiye İşçi Partisi bütün bu devingenliğin içerisinde aslında hem parlamentoya girmeyi hem radyoyu etkili bir şekilde kullanmayı hem Türkiye’nin en etkili muhalefet partisi olmayı başarabiliyor. Hatırlayalım, Türkiye İşçi Partisi’nin haklı sözü ile baş edemedikleri zaman ne yaptılar? Zorbalıkla onu susturmaya çalıştılar. Mecliste Çetin Altan’ın sol gözünü kör ettiler, mitinglerini bastılar, ilçe binalarını yaktılar. Her şeyi, ellerinden gelen her şeyi yaptılar. Ama halkın içerisinde o kadar kök salmış bir parti haline gelmiş ki Türkiye İşçi Partisi, karşı tarafın bütün saldırganlığına, bütün taarruzlarına rağmen daha ileriye doğru sürekli yürümeyi başarmış ve bugüne çok önemli bir miras bırakmış. Aslında dönemin halk hareketinin, dünyadaki halk hareketinin ve sol düşüncelerin, sol hareketlerin gelişimi içerisinde bir momentum olarak TİP’in radyo konuşmalarını değerlendirmenin doğru olacağını düşünüyorum.

Gökhan Hocam, sohbetimizi tüm misafirlerime sorduğum mutat bir soruyla bitirmek istiyorum: Bundan sonra Gökhan Atılgan okuyucuları hangi çalışmanızı okuyacaklar?

Bu en zor sorulardan bir tanesi benim için, çünkü masamda birlikte yürüyen birkaç tane iş var. Ama daha önceden ilan etmiş olduğumuz bir çalışmam var, kısaca söyleyeyim. Bir buçuk yıl kadar önce Mühürler adlı bir kitabım çıkmıştı, biliyorsunuz. Orada Türkiye Sosyalist Hareketinden eserler üzerine incelemeler yapmış idik. Mühürler’den sonraki bu kitabımın adı da Ömürler. Bu kitapta da Türkiye Sosyalist Hareketinden portreler vermeye çalışacağım ama bu portrelerin içerisinde sadece siyasal kimlikleriyle öne çıkmış olanlar yok, çünkü sosyalist hareket sadece siyaset sahnesinde yürümüyor. İşte, bu kitabın içinde Ruhi Su da var türküleriyle, Yılmaz Güney de var filmleriyle, tabii Mustafa Suphi de var siyasal mücadelesiyle yani Ömürler adlı yeni bir çalışmamla okurlarımızın karşısında olmaya çalışacağım, elimden geleni yapacağım.

Ne güzel. Umarım o kitap için de tekrar burada birlikte güzel bir sohbet gerçekleştiririz. Hocam katıldığın, geldiğin için çok teşekkür ederim, çok sağ ol.

Önceki İçerik
Sonraki İçerik

Bir Cevap Yazın

SON YAZILAR