Fiili olarak seçim sürecinin başlamış olması nedeniyle hem Saray/AKP/MHP iktidarı, hem altılı masa, hem de sol/sosyalist/devrimci ittifaklar, parti ve örgütler söylemlerini ve politikalarını büyük ölçüde seçimleri düşünerek belirliyorlar. Bu durumun doğal ve kaçınılmaz olması bir yana, sosyalist ve devrimci parti ve örgütlerin seçimler sonrasını da kapsayan birleşik, ortak bir mücadele hattı inşasına yönelik adımlarının yetersizliğini söylemek zorundayız. Geçmiş yıllardaki seçimler ve referandumlarda da en çok kullanılan ‘bu seçim çok önemli’, ‘bu referandum çok önemli’ gibi saptama ve nitelemelere rağmen iktidarın karşısında neden ortak bir sosyalist/devrimci mücadele hattı öremediğimizi de sorgulamamamız gerekiyor.
Son yıllarda rejim tartışmalarını da içeren bir ideolojik/siyasi/politik atmosfer içerisinde yapılacak bu seçimin çok önemli olduğu kesindir. Saray/AKP/MHP iktidarının devletleştiği, gerici ve faşist düzenin geçmişi de aşan düzeyde tüm yaşam alanlarını kuşatmaya başladığı, siyasi ve ekonomik gücün iktidar ve çevresindeki azınlığın elinde toplandığı koşullarda yapılacak seçim bu durumun onaylanması veya reddedilmesi gibi bir anlam da taşıyor. En azından toplumdaki karşılığı bu biçimde olacaktır.
İktidarın özellikle üç yıla yakın bir zamandır oy ve güç kaybettiği açıktır. Bunun en önemli nedeni üretim ve bölüşüm ilişkilerinin yoğun bir sömürü üzerine kurulmasıdır. Devletten sosyal yardım alanların sayısının artışı, icra dosyalarının artışı, çalışanlar dahil toplumun büyük kısmının gelirinin yoksulluk ve açlık sınırı altına düşmesi, anti demokratik uygulamaların devlet düzeni haline getirilmesi, etnik-mezhepsel-cinsiyetçi ayrımların iktidar politikası haline getirilmesi gibi onlarca etken iktidarın oy ve güç kaybının sebepleri olarak sıralanabilir. İstanbul Sözleşmesi’nden çıkılması, dün yapılan ve devlet tarafından desteklenen LGBT karşıtı miting, geçtiğimiz aylarda iptal edilen festivaller ve konserler iktidarın dini ve milli değerler söylemi ve dış politikayı iç siyasi malzeme yaparak kendi geleneksel seçmen tabanını tutma, milliyetçi/ulusalcı seçmenleri kazanma çabası olarak okunabilir. Fakat bunun yalnızca seçim kazanmak için değil, gelecekte inşa etmek istedikleri toplum düzeninin de ön çalışmaları olduğunu görmemiz gerekiyor. Daha önceki bazı değerlendirmelerimizde belirttiğimiz bir iktidar mecburiyetini de eklemeliyiz. Örneğin 12.07.2021 tarihli “Baskı, Şiddet, Yok Saymak” başlıklı yazımızda belirttiğimiz gibi, “…iktidar mecburiyeti siyasi, toplumsal, kültürel, ekonomik alanlar dâhil tüm yaşamın kuşatılması ve baskı altına alınması gibi uygulamaları beraberinde getiriyor.”
Bu verili durumda iktidar geçtiğimiz hafta dünyanın en büyük sosyal konut projesi diyerek dar gelirli aileler için konut ve arsa üretme projesi diyerek önemli bir adım attı. Algıdan öteye geçemeyecek olan bu projenin önemi iktidarın yoksulların oyunu alabilmek için onların hayallerini çalıyor olmasıyla birlikte inşaat sektörüne açacağı rantın büyüklüğüdür. Şu ana kadar başvuru yapanların sayısının 3,5 milyona yaklaştığı haberleri doğruysa yaratılan rant kadar getireceği oyun da büyük olduğu söylenebilir. Bu konuda belirtilmesi gereken ilk gerçek aylık geliri asgari ücret ile asgari ücretin 1000-2000 TL üzerindeki yurttaşların bir yandan kira, bir yandan konut taksiti ödemeleri mümkün olmadığıdır. Toplam ücretliler içinde bu oranlarda geliri olanların %60’ı geçtiği düşünülürse açıklanan projeye çalışanların %60’tan fazlasının başvurması olanaksızdır. Ayrıca konut başvurusu için İstanbul’da 16 bin, diğer kentlerde 14 bin TL. hane geliri olacak, taksit tutarı hane halkı gelirinin %30’unu geçmeyecek, %10’u da peşin ödenecektir. Şu ana kadar 3,5 milyon dolayında başvuru olduğundan hareketle büyük kısmının yeterince bilgi sahibi olmadığı açıktır.
Mevcut konut ve arsa fiyatlarıyla konut ve arsa talep edecek olanların aylık ödeyecekleri taksitlerle 250 bin konutun 2 yılda yapılması mümkün değildir. Sosyal konut ve arsa projesinin maliyeti bugünkü fiyatlarla 356 milyar TL. TOKİ’nin bütçesi 1 milyar TL, başvuranlardan iki yılda toplanabilecek paranın yaklaşık 35 milyar TL dolayında olacağı düşünülürse bu koşullarda iktidarın bu konutları yapması da, sözünü ettiği 2 trilyon TL’ye ulaşacak bir ekonomi yaratması da mümkün değildir. Bu konutların bedelini hazine karşılamadığı sürece bu taksit miktarlarıyla inşaatların başlaması da mümkün değildir. Başvuru yapanların Ocak ve Temmuz aylarında memur maaş zammı oranında yapılacak artışları nasıl karşılayacakları da ayrı sorudur. Saray/AKP/MHP iktidarının açıkladığı Orta Vadeli Plana göre bile olsa mevcut enflasyon ve bu oranda memur maaş artışlarıyla 2 yıl içinde bitirileceği söylenen 250 bin konut için ödenecek toplam miktar iyimser bir yaklaşımla 2 milyon TL’yi bulacaktır.
Konutun bir meta, yatırım aracı olmadığının, bir hak olduğunun bilince çıkarılması gerekiyor. Bu açıdan yapılacak konutların sabit fiyatla, daha düşük taksitlerle ve bir kısmının devlet tarafından karşılanması veya mülkiyetinin devlette/belediyelerde kalması koşuluyla konutu devletin/belediyelerin yapması ve ihtiyacı olanlara verilmesi savunulmalıdır. Toplumun büyük çoğunluğunun yoksulluk- açlık sınırı altında ücretle yaşadığı, 25 milyon icra dosyasının biriktiği, 1 milyondan fazla çocuğun okula gidemediği, gidenlerin karnını doyuramadığı, üniversite öğrencilerinin yurt bulamadığı ev kiralayamadığı, çalışanların gelirlerinin büyük kısmını kiraya verdiği koşullarda iktidarın açıkladığı sosyal konut projesi bir sömürü aracına dönüşecektir. İktidara geldiklerinden bu yana 1 milyondan fazla konut yapmakla övünen iktidara 2002’de %70 dolayında olan konut sahipliğinin bugün neden %50’ye düştüğünü sormak zorundayız. Ancak o zaman konut/barınma hakkının nasıl bir sömürüye dönüştüğünü anlatabiliriz. Bunun yanında TOKİ’nin yaptığı benzer projelerde binlerce insanın hala daha evini alamadığı, bazılarında çalışmaların bile başlamadığı gerçeğini vurgulamalıyız. Konut bir haktır ve ekonomik, siyasal bir sömürü aracına dönüştürülemez.
Dün iktidara yakın veya ideolojik olarak iktidarın parçası olan 150 kadar örgüt ‘Küresel Kötülüğe Karşı LGBT Dayatmasına Dur Diyoruz’ diyerek İstanbul’da miting yaptı. Sıradan bir temsili demokraside nefret suçu anlamına gelen bu miting için RTÜK’un kamu spotu yayınlaması, miting alanındaki konuşmalar, sosyal medya üzerinden yürütülen tartışmalar iktidarın dini ve milli değerler üzerinden yaratmaya çalıştığı gerilim ve ayrıştırıcı politikaları genişleteceğini göstermesi açısından önemlidir. Aileyi ve çocukları koruma, ‘küresel kötülüğü karı evrensel iyilik’ gibi söylemlerin arasına LGBT+ haklarının insan hakkı olduğunu savunan parti ve kişilerin düşmanlaştırılması da eklenerek seçimler süresince yeni bir saldırı alanı açılmakla birlikte, iktidarın ve bileşenlerinin kurmayı arzuladıkları gerici/ ırkçı toplumsal, kültürel, sosyal düzenin de yansımalarını gördük. İstanbul Sözleşmesi’nde çıkılma kararı sonrası LGBT+ bireylere ve kadınlara yönelik şiddetin bizzat bu çevreler tarafından yeniden üretildiği ve kalıcı kılınmaya çalışıldığı açıktır.
Kadın cinayetleri, çocuk işçiliği, açlık, yoksulluk, çalışanların haklarının gasp edilmesi, son yıllarda giderek artan uyuşturucu kullanımı, intiharlardaki artış, dini kurs ve vakıf yurtlarında yaşanan taciz vb. gibi aileyi ve çocukları çok daha derinden etkileyen olaylar karşısında sesiz kalan, bunların üzerine gidenlere saldıran gerici ve ırkçı yapılanmalar yaşanan gerçekliği gizliyorlar. LGBT karşıtlığı üzerinden toplumu germeyi, bu gerginlikle iktidara alan açıp oy devşirmeyi amaçlayan bu çevrelerin bir amacının da toplumu dönüştürmek olduğu açıktır. Bugün LGBT karşıtı bu mitinge katılan kadınların büyük kısmı yarın giyimi, kuşamı nedeniyle sokağa çıkamayacaktır. Kaldı ki mitinge katılan bir grubun miting öncesi çalınan müziğe karşı çıkması, ‘düşman orada’ diyerek sahneyi göstermesi yasaklanan konser ve festivallerin hangi odakların etkisiyle olduğunu göstermekle birlikte, sokağa egemen oldukları bir düzende neler yapacaklarını da göstermektedir.
Dini ve milli değerler, ailenin ve çocukların geleceği gibi kulağa hoş gelen ifadelerle bütün bir toplumun tornadan çıkmışçasına aynılaştırılması karşısında bireysel özgürlükleri savunmak, gerici/ ırkçı bir toplumsal düzen kurmak isteyenlere karşı kişisel ve kamusal hakları savunmak asgari birleşme noktamız olmalıdır. Mitingi düzenleyenlerin kullandıkları argümanlar laikliğin ne kadar vazgeçilemez bir değer olduğunu da göstermiştir. Referanslarını dini kaynaklardan alanların bugün LGBT+ nefreti yarın, ateistlere, deistlere uzanacaktır. Aynı çevrelerin azınlık vatandaşlara, Alevilere, Kürtlere yönelik ayrımcı, yok saymak üzerine kurulu yaklaşımlarını biliyoruz. Bu yüzden sıramızı beklemek yerine bugün en mağdur, en fazla düşmanlaştırılan, en fazla ezilen ve dışlananların yanında olmak hepimizin sorumluluğudur.
ÖZBEKİSTAN’DAN ABD’YE
Tayyip Erdoğan geçtiğimiz hafta diyalog ortağı statüsüyle Şanghay İşbirliği Örgütü toplantısına katıldı. Öncesinde Putin’in davet ettiği haberleri de servis edildi. Saray/AKP/MHP iktidarının ekonomik krizden çıkış için yollar aradığı bilindiğinden bu toplantıya katılmasının ne gibi sonuçlar doğuracağı üzerine çokça tartışma yürütülüyor. ŞİÖ oluşturan ülkelerde demokrasi olmadığı için eleştirenler de var, bu örgütü emperyalizm karşıtı kabul edip Türkiye’nin tam üye olmasını isteyenler de var.
İktidarın önceliğinin Rusya’dan alınan doğalgazın fiyatında indirime gidilmesi, ödemelerin bir kısmının 2024’e sarkıtılması, Akkuyu Nükleer Santrali inşaatında yeni düzenlemelere gidilmesi vs. vardı. Kamuoyuna yansıdığı kadarıyla Akkuyu’da yeni anlaşmalar imzalandı fakat içeriği bilinmiyor. Doğalgazda indirim şu an görülmüyor, ancak ödemenin %25’inin ruble ile yapılmasına yönelik anlaşma yakında yürürlüğe girecek. Rusya’nın indirim ve borcu 2024’e ötelenmesiyle ilgili iktidarın Suriye’yle ilişkileri düzeltme şartı ileri sürdüğü yönünde. Tayyip Erdoğan’ın ŞİÖ toplantısı öncesi Hakan Fidan’ı Suriye’ye gönderdiği iddiaları da dikkate alındığında Saray/AKP/MHP iktidarının Suriye politikasında daha keskin dönüşler olması beklenebilir. İddialardan biri de Suriye’de savaşan cihatçı örgütlerin Türkiye’de yaşayan yöneticilerine kendilerine başka bir ülke bulmaları konusunda uyarıların yapıldığı şeklinde. BAE, Suudi Arabistan ile ilişkiler kurulduğunda ve Mısır ile ilişki kurma adımları öncesinde Türkiye’de Müslüman Kardeşler örgütüne bağlı medya kuruluşlarına sansür uygulanması ve başka ülke bulmaları istenmesi, İsrail’le ilişki kurulmadan önce bugüne kadar desteklenen Hamas’ın gözden çıkarılması gibi pratikler anımsanınca Suriye konusundaki iddiaların gerçek olma olasılığı yüksektir. Burada sorun Türk vatandaşlığı alan/verilen Suriyeli muhaliflerin ne yapılacağı, nasıl kontrol altında tutulacağıdır.
ŞİÖ toplantısı sırasında Çin devlet başkanıyla da görüşen Tayyip Erdoğan’ın Çin sermayesini Türkiye’ye çekme, borç, takas vb. taleplerinin şu an için karşılık bulmadığı yönünde. İktidar ve devlet bütünleştiği için görüşmelere yönelik bilgiler iktidarın istediği ölçüde yansıyor. Fakat Rus medyası ‘Rus şirketleri ürünlerini Türkiye üzerinden ihraç edebilecekleri sinyalini aldı’ şeklinde haber geçtiler. Bu ise iktidarın aradığı dövizin bir kısmının sağlanmasında Rusya ile kurulan ilişkilerin biraz daha pekişmesinde etkili olacaktır. Fakat Türkiye’nin NATO üyeliği, AB’ye aday üye pozisyonu gibi uluslararası koşullar ŞİÖ’ne tam üye olmasının önünde ciddi engellere olarak duruyor. Batıya, batının küresel hegemonyasına karşı kurulmuş olan ŞİÖ’nün batının askeri örgütü NATO’ya üye bir ülkeyi kabul etmesi zor görünüyor.
Tayyip Erdoğan’ın ve iktidarın diğer bileşenlerinin ŞİÖ üyeliği konusunda hem fikir olup olmadıkları bir yana batıya karşı doğuyu, doğuya karşı batıyı kullanarak maksimum çıkar elde etmeyi, iktidarını meşrulaştırmayı ve gücü oranında özerklik elde etmeyi amaçlayan iktidarın bu tavrı her iki taraf tarafından da biliniyor. Dolayısıyla jeopolitik pozisyonu dışında bir pazarlık malzemesi kalmayan iktidar tavizlerle yoluna devam ediyor. ŞİÖ ile kurulan ilişki, yapılan açıklamalar vd. adımların ABD üzerinde baskı oluşturması ve gözlerini Türkiye’ye çevirmelerinin sağlanması gibi bir amacı olduğu da dikkate alınmalıdır.
Bu hafta yapılacak olan BM toplantısına katılmak üzere ABD’ye giden Tayyip Erdoğan’ın ABD başkanıyla ikili görüşme isteğinin gerçekleşmeyeceği, ayaküstü bir görüşme olabileceği söyleniyor. İktidar tüm araçlarıyla, ilişkileriyle seçimler öncesi dünya lideri sıfatına uygun bir iki görüntünün ve açıklamanın peşine düşmüş durumda. Oysa ABD Türkiye’nin Rusya ile kurduğu ilişki, Türkiye’de bazı bankaların Rus bankacılık sistemiyle uyumlu hale getirilmesi, Ruble ile alış veriş, Rus şirketlerinin ve zenginlerinin Türkiye’ye yerleşmeleri gibi gelişmeler sonrası Türk bankalarını izlemeye alıyor, AB ise bu konuları görüşmek üzere Türkiye’ye heyet göndermeye hazırlanıyor.
Komşu ülkeler başta olmak üzere barış ve karşılıklı işbirliği ve çıkarlar üzerine kurulu olmayan bir dış politikanın daha fazla sürdürülmesi mümkün değildi. Halkın çıkarı yerine iktidarın devamlılığı ve çıkarı üzerine kurulu ilişkiler ilk çıkar çatışmasında, ilk uluslararası krizde çözülmeye başlar. Ya da Saray/AKP/MHP iktidarı örneğinde gördüğümüz gibi dün sövülen, lanetlenen ülkelerle bugün dost, dün dostluğu ve kardeşliği övülen, öne çıkarılan ülkeler yarın düşman olur. Oysa hakim anlayışın diliyle söylersek ülkeler arasında ebedi dostluk, ebedi düşmanlık diye bir şey yoktur, ortak çıkarlar vardır. İktidar geldiği ve ülkeyi getirdiği aşamada ortak çıkarlar doğrultusunda bile politika üretemez ve zorunlu olarak taviz vermeye gönüllü hale gelmiştir.
Saray/AKP/MHP iktidarın içerde ve dışarda yarattığı yıkımı gizlemeye çalışıp, ortaya çıkanların sorumluluğunu muhalefete ve dış güçlere yıkarak kurtulmaya çalışıyor. Dün yapılan LGBT+ karşıtı nefret mitinginde bir amaç da buydu. İçerde yaşam hakkını ve bireysel özgürlükleri savunanlar suçlanırken LGBT+ küresel bir saldırı olarak sunuldu. İktidarın emperyalist ülkeler ve örgütlerle ilişkilerini, yaptığı pazarlıkları görmeyenler kendi komşularının, halkının özgürlüklerine, yaşam biçimlerine saldırarak küresel saldırıya ‘karşılık’ verdiler.
Tekrar etmekte yarar görüyoruz; karşı karşıya kaldığımız ideolojik, siyasi, kültürel ve ekonomik saldırıya karşı yarınları da içeren bir ortak mukavemet hattını kurmak zorundayız. En azından seçimleri de içeren fakat aşan ideolojik, siyasi, kültürel, ekonomik, temel bireysel özgürlükler konusunda sürekliliği olan bir ortak mücadele ve mukavemet hattı toplumsal barış için de gerekle ve zorunludur.