Cuma, Nisan 26, 2024
spot_img

Hiçleşen Birey, Yığınlaşan Kitle

Anlık öfkelerin ortaya çıkardığı kalabalıkların o an iktidarı/ sermayeyi sıkıştırmasının ve bizi kalabalık göstermesinin orta ve uzun vadede karşılık bulmasının yolu kendimizden geçmektedir…

çoğu insan yaşamıyormuş gibi; oturdukları yerde, çalıştıkları işyerinde, yürüdükleri sokakta, alış veriş yaptıkları pazarda, gittikleri düğünde, dinlendikleri parkta… herhangi bir nesne kadar dikkat çekmiyorlar. gün içinde sıradanlaşmış bir işleri varsa yaptıkları iş ile görünür olan, ses çıkardıkları zaman varlıkları fark edilen ve işleri bitince, susunca yitip giden insanlar…

toplum denilen insan yığınının içinde fakat parçası değil, kitle içinde fakat yalnız, sosyal bir türe ait fakat türün dışında kalmış!, dışına atılmış bir çöp gibi… her şey kendi izleğinde sürüp giderken yolunu yitirmiş veya yolun dışına itilmiş ve orada bırakılmış insanlar…

milyonlarca insan içinde ‘kullanım değeri’ sona ermiş, bir atık gibi insanlık aleminden uzağa, alemin dışına itilmiş gibi duyguları, düşleri, anıları, geçmişi, ait olduğu ailesi, becerileri, ilişkileri yok sayılan, yok sayanların bile bu yok saydıklarından, hatta kendilerinin de başkaları tarafından yok sayıldıklarından habersiz olan insanlar… zamanın ve mekanın bir yerinde unutulmuş, belki büyük bir kaza, bir ölüm ilanı, ya da ‘olağan dışı’ bir olayda adları geçinceye kadar unutuldukları zamanda ve yerde bir tutsak gibi kalacak olan insanlar…

belki mühendislik hatası, belki de bir mühendisliğin bile isteye sonucu olarak yitip giden, zamanın ve mekanın dışına atılan, varlıkları görünmediği için bu görünmezlik ve bilinmezlikte tutsak kalan insanlar yıllar yıllar sonrasının bugünkü tasarımları mı, yoksa yıllar yıllar sonra insanlığın düşeceği durumu bugünden görmemiz için birer uyaran mı?

‘ben’ dediğimizin ‘hiç’, ‘biz’ dediğimizin paramparça olduğu dünyada her bireyin özne olarak görünür, bilinir, duyulur, toplumun parçası, kitlenin oluşturucusu olması; görmemenin, duymamanın, var olduğundan habersiz olmanın yarattığı tutsaklığın son bulması ve dışa atılmış insanların yeniden içerilip özgürleşmesi için ne yapmalı…?

bu hiçleşme ve paramparça olma/ edilme durumu yalnızca bize özgü değil elbette… dünyanın her noktasında değişik biçimlerde ve düzeylerde yaşanıyor. daha doğrusu baskı, kültürel gerileme, iç ve dış çatışmalar, yoksulluğun derinleşip eşitsizliklerin yaygınlaşması vb. onlarca etkenle birlikte siyasal alandaki öznelerin, özellikle muhalif yapıların eski ezberlerinden kurtulamamaları bugünü görmelerini zorlaştırıyor.

bugünü açıklamak ve yarına önermelerde bulunmak için hepimizin milat olarak aldığı tarih ve olaylar var. kuşkusuz 12 Eylül darbesi büyük ölçüde ortaklaştığımız bir tarih olay… 40 yıl geçtikten bile sonra bugünkü gerilemeyi, yozlaşmayı, yoksullaşmayı, ayrışmayı, ben’in hiç, biz’in paramparça oluşunu tek başına 12 Eylül’e bağlamak olası mı, doğru mu…? ya da geçen 40 yıl içindeki ‘özneler’in bugünde payı yok mu?

sistem bildiğimiz veya hiç ayrımına varamadığımız onlarca araç ve yolla ben’i hiç edip, biz’i parçalarken ne yaptığımız ve yapmadığımız üzerine kafa yorup, yarın için bugün ne yapmamız gerektiğini bulmak zorundayız… kapitalizme, emperyalizme ve bunların yönetim biçimlerine karşı vereceğimiz savaşımın kültürel bir dönüşümü de içerdiğini düşünürsek ben’i hiç’likten, biz’i parçalanmışlıktan nasıl kurtaracağımızı, daha doğrusu nasıl ‘ben’ ve ‘biz’ olacağımızı bulmak zorundayız. “Artık hiçbir şey beklememek, hiçbir şey ummamak, arzu etme hakkı bile kalmamak, kendini yaşamın emekliliğinde yaşı geçmiş, işi bitmiş bir memur gibi düşkün bulmak…”* ayrımında olalım, olmayalım durumumuz budur. bizim kendimize bir rol, görev, işlev, birikim vs. atfetmemiz bu gerçeği değiştirmiyor…

sokaklardaki, işyerlerindeki, okullardaki, evlerdeki halimiz budur… onbinlerle yaptığımız eylemleri yeterli bulmadığımız günlerden elli kişilik basın açıklamalarına sevindiğimiz hallere nasıl düştük…? dikkat ediyor musunuz; dayanışmayı bile basın açıklamalarıyla gösteriyor, alana, dayanıştığımız insanların yanına temsilen gidiyoruz. hepimiz (ya da büyük kısmımız) iş başa düşünce çağrılar yapıyor fakat yapılmış/ yapılan çağrılara kulak vermediğimiz gerçeğiyle yüzleşmiyoruz… kendi önermelerimizin ve yöntemlerimizin mutlak doğru olduğunda ısrar ederken önerme ve yöntemlerini doğru bulmadıklarımız arasında çok da bir fark olmadığını görmek istemiyoruz. kısacası en doğru olanımızla en yanlış olanımızın sokaktaki, alandaki durumları birbirinden çok da farklı değil…

insanların anlık öfkelerini kabartan olaylar veya afet vb. durumlar karşısında verdikleri ilk tepkilerin uzun erimli olmadığı, olamayacağı gerçeğini de unutuyoruz çoğu kez ve bunların bir araya gelmeleri veya getirilmeleriyle sonuç alacağımızı umuyoruz… içlerinden bir iki duyarlı, birikimli insan mutlaka çıkacaktır. sorun yukarıdaki hiçleşme ve parçalanma durumunu görmeyişimizdedir… ya da şöyle sormalıyız; yıllardır uygulanan bu yöntemlerle şu an binler, hatta onbinler olması/ birikmesi gerekiyordu, oysa yine baş başayız…

elbette ülkemiz açısından iktidarın medyasıyla, yandaşlarıyla, trolleriyle, yazar çizerleriyle, devlet aygıtıyla insanların siyasetten uzaklaşması, sendikal ve toplumsal örgütlenmelerden kaçınması, hakları konusunda taleplerde bulunmaması için dönüştürme yolları inşa edilirken, karşı çıkanlar, teslim olmayanlarda da sonuçsuz bırakılan talepler yoluyla veya devletin zor gücüyle bir yılgınlık yaratılmaktadır…

yazdıklarım bir teslimiyet ya da vazgeçiş içermiyor… sistem/ düzen/ kapitalizm/ emperyalizm yarattığı ilişkiler ağıyla, kültürel, sosyal ve siyasal araçlarla insanı hiç’leştirip toplumu (veya kitleleri) yığınlara dönüştürürken bizim ne yaptığımızdan çok neleri yapmadığımızı, yapamadığımızı düşünme çağrısıdır… işten çıkarılan insanların o anki öfkelerini, öldürülen kadınlar için sokağa çıkan kadınların o öfkelerini, doğasını korumak için maden şirketlerinin önüne dikilen köylülerin o anki öfkelerini, afetler karşısında iktidarın yetersizliğine isyan eden insanların o anki öfkelerini, seçtiği belediye başkanlarının yerine kayyım atanan insanların o anki öfkelerini, taban fiyatların düşük tutulması sonucu elde ettiği gelirle kredisini ödeyemeyip malı mülkü icralık olan çiftçinin o anki öfkesini… neden bir araya getiremediğimizi, neden sürekli kılamadığımızı düşünmek ve bir yol bulmak zorundayız…

sorun bu insanların bir sendikaya, bir partiye, bir derneğe üye olmaları/ yapılmaları değildir… bir dönüşüme gereksinimimiz var; insanı birey/ ben, yığınları toplum/ kitle yapacak bir dönüşüme… kendini aşan, kendini aşarken örgütleyicilerini de aşmasını sağlayacak bir dönüşüm anlatmaya çalıştığım… bunun için de öncelikle bugüne kadar uyguladığımız yöntemleri, izlediğimiz yolları, kullandığımız araçları ve dilimizi gözden geçirmemiz gerekiyor. anlık öfkelerin ortaya çıkardığı kalabalıkların o an iktidarı/ sermayeyi sıkıştırmasının ve bizi kalabalık göstermesinin orta ve uzun vadede karşılık bulmasının yolu kendimizden geçmektedir…

*Guy De Maupassant / Ölümden Acı

 

2 YORUMLAR

  1. Kalemine ve yüreğine sağlık.. Sorunun çözümü için yöntem öneril(e)memiş ama çok önemli bir noktaya parmak basılmış. “ben” ve “biz” bir hayli iyi açıklanmış..

  2. merhaba; biraz da bilerek önermeler de bulunmak istemedim. çünkü aynı yanlış ve eksiklikleri ben de barındırıyorum… zamanla ayrımına vardıklarımla da yüzleşmeye çalışıyorum. öncelikle yaptığımız yanlışları ve eksikliklerimizi kabul edebilirsek çözümü birlikte buluruz…
    çok sağolun

Bir Cevap Yazın

Salim Çalık
Emekli Maden İşçisi, Şiir Yazar
836BeğenenlerBeğen
733TakipçilerTakip Et
633TakipçilerTakip Et
[td_block_10 limit="6" custom_title="YAZARIN DİĞER YAZILARI" autors_id="3" block_template_id="td_block_template_6"]