İstibdat ve Askerî Operasyon Yoluyla Rejim İnşası

Türkiye bugün içinde bulunduğu “araf”tan ya devrim veya islamofaşist karşı devrim ile çıkma ikilemine gidiyor. İkincisinin imkânları çok daha organize ve planları oturmuş… İlkinin sosyal zemini ise sanıldığından daha güçlü…

Türkiye’de siyasi rejim bir kez daha kabuk değiştirme noktasına geldi dayandı.

Ülkenin saplandığı yeni istibdat rejimi istikrarlı da değil, sürdürülebilir de…

Yeni bir şeye evrilme çabasında… Neye dönüşme derdinde, neye dönüşebilir, ne tür “sürprizler” yaşanması mümkün… Bunları analiz edebilmek için, önce buraya nasıl geldik bir dönüp hatırlamalıyız.

Yeter mi? Yetmez!

Son Gara harekâtı ile, açıkça bir iç manipülasyon aracı olarak kullanılmaya çalışıldığı belli olan sınır ötesi operasyonların gerçek anlamını da analize tabi tutmalıyız. Zira bu operasyonlar, göründüklerinden (ve AKP’nin zannettiğinden) daha derin anlamlar taşıyor olabilirler.

**

2010 yılından başlayarak AKP’nin, yasama ve yürütmenin dışında yasamayı da kontrol altına alması; 2015 darbe kalkışmasının ardından OHAL adı altında bir karşı darbeyi hayata geçirmesi, muhalefetin “tek adam rejimi” dediği, bizim ise ayrıca yeni-istibdat rejimi olarak nitelediğimiz bir siyasi restorasyonu başlattı.

O zamandan beri, Türkiye’deki yeni rejim, Marx’ın, Hegel’den aldığı ilhamla yazdığı şu meşhur sözlerin ispatı ile meşgul: “Bütün tarihsel büyük olaylar ve kişiler hemen hemen iki kez yinelenir. Hegel eklemeyi unutmuş: ilkinde trajedi, ikincisinde komedi olarak.”

2. Abdülhamit mukallitliği yeni rejimin her tarafından akıyor ama, bu kez bu mukallitliği belki sadece komik değil ancak trajikomik diye nitelemek mümkün!

Bu yeni istibdat rejiminin bir yanıyla eski Abdülhamitçiliğe öykünmesindeki çarpıcı benzerlikleri “Kahrolsun İstibdat Yaşasın Hürriyet” kitabımda Eski ve Yeni Abdülhamitçilik bölümünde (2. Baskı, s. 293-303) arasında anlatmıştım.

Fakat aynı kitapta asıl ve daha önemli bir süreci daha incelemiştim: Yeni Abdülhamitçilikten İslamofaşizme bölümündeki girişte (s. 315-325) tarihte sık gözlenen eskiye öykünmelerin, öykünenler daima farkına varmasa bile, her zaman yeni bir sistemin doğuşu için kullanıldığını vurgulamıştım.

Mussolini’nin Roma’nın Jül Sezar’ına öykünmesi Roma imparatorluğunu olduğu gibi yeniden kurmak niyetiyle değildi elbette, faşizmi kurmak içindi. Kendisi faşizmin çağdaş anlamda yeni Roma olduğunu zannediyor olabilirdi ama o zan da, tarihî gelişmeler tarafından yine trajikomik biçimde tekzip edilecekti Ne yazık ki bu teşebbüs ve nihayetindeki tekzip, sadece “onun sorunu” olmaktan öteydi.

Bu konunun arka planındaki geniş ekonomik ve siyasi analizler kitabımda mevcut. Şimdi gelin biz kendimizi sadece askerî operasyonlarla sınırlayalım.

Gerek operasyon öncesi gerek sonrası yaşanan gelişmeler ilk ve ama sadece görünen hedefin, PKK’dan çok HDP, hatta HDP’den çok Millet İttifakı olduğunu herhalde yeterince ortaya çıkarmış durumda…

Amaç basit:

  1. Mümkün olursa HDP ile olan dolaylı “ilişki”yi vurgulayarak İyi Parti’yi ittifaktan koparmak. Denendi; şimdilik başarısız.
  2. Bu propaganda ile İyi Parti’yi yıpratarak “milliyetçi” oyların (şimdilik) sadık ortak MHP’ye akmasını sağlamak. Denendi, başta başarılı olundu, şimdi ise anketlerin söylediği doğruysa, süreç tam tersine işliyor. Yani bu “ümit” de bekleneni veremedi.
  3. Son çare, Batı ile işlerin acil olarak düzeltilmesinin çok gerekli olduğu bir süreçte bile, HDP’ye sadece baskı uygulayıp hareketsiz kılmakla yetinmeyip, kapatmaya kadar gitmek. Ekonomi ve dış siyasetin mevcut kırılganlığı veri alındığında ülke için hayli maliyetli. Fakat AKP’nin iktidarını tehdit altında gördüğü her aşamada ülkenin çıkarlarını pek de umursamadığını biliyoruz.

Bir de unutmayalım AKP’nin şimdi içinde bulunduğu Türk-İslam sentezi atmosferinin Kürtlerle ilgili bir ideolojik önyargısı var. Çok eski yıllardan beri bazı askeri veya sivil bürokratların kafalarına kazınmış bir önyargı… Özeti şu: Kürtler sopadan anlar!

Bu zihniyet, “Kürtlere” taviz verildikçe astarını isteyecekleri, sopayı yedikçe sakinleşecekleri, hatta iktidara yanaşacaklarına kâni olmuş durumda…

“Kürtler” dedikleri insan topluluğunun, sınıf ve tabakalarıyla, sosyal ve siyasi kurumlarıyla yıllardan beri çok değiştiği ve çeşitlendiği, cumhuriyetin ilk dönemlerinde bile doğru olmayan bu önyargının gerçekle -başka her insan topluluğuyla olduğu kadar- ilgisiz kaldığını ne kadar kavrıyor o kafa, tartışılır.

Kayyım ve Kürt siyasetçilere hapis politikası ve yanında iç dış operasyonlar çok da kavradığına işaret değil.

AKP’yi, artan ekonomik maliyetleri nedeniyle ülkeyi arka arkaya ekonomik sıkıntılara sürükleyen o kesintisiz operasyonlara girişmeye kendini “mecbur”  hissettiren sebepleri incelemeye devam edelim.

Önce AKP sınır ötesi operasyonlarının güncel iç siyaset boyutundan farklı; hem ekonomik hem de dış siyasetle ilgili birkaç sebebinden daha bahsetmeliyiz:

  1. “Savunma sanayii” denilen sektörün fon ihtiyaçlarına cevap vermek… AKP’nin Ponzi (saadet zinciri) ekonomik düzeni, sadece inşaata ve finansa yönelik ayakta duramaz. Savunma sanayii bu amaçla geniş potansiyelli bir alan olarak, inşaat ve finansın tersine rant yerine artı yerini alamasa da değer yaratımı kapasitesi ile ekonominin yeni bir sütunu olmaya adaydır. Tek sorunu (!) bunu deneyen Alman Nazi rejimi veya ABD “demokratik” rejiminin de hep şahit olduğu gibi, daima dış gerginliklere, dahası en nihayetinde savaşlara ihtiyaç duymasıdır.
  2. Saadet zincirini sürdürmek için zorunlu olan dış para girişinin, ancak Türkiye’nin bölgedeki jeopolitik öneminin sürmesi ve artması ile mümkün olacağı düşüncesi… Görüldüğü gibi, operasyonlar bu jeopolitiği nitel olarak arttıracak bir bölgesel etkinlik umudu için araç olarak kullanılıyor.
  3. Türkiye, nüfusu ve yarı gelişmiş ekonomisi ile artık biraz “müsaadeye mazhar” bir yeni-sömürge 3. Dünya ülkesi gibi hayatını sürdüremez durumda. Başka her şey bir yana ekonomisi buna izin vermiyor. O ekonomi öyle bir aşamadaki ya yükselecek ya düşecek. Düşüş çoktan başladı ve AKP bunu bir cins “alt-emperyalist” bölgesel güç olarak bölgesel pazarlarda belli bir hâkimiyet sahibi olarak çözmeye çalışıyor. Bu amaçla Orta Doğu’da, Irak, Suriye, Libya gibi yerlerdeki tüm bu emperyalist özentisi denemelerin tamamı şu ana kadar tam anlamıyla şapa oturdu. Balkanlarda da durum böyle… Fakat girilen yolda geri dönüş de kolay değil. Battıkça batıyor! Tek ümitleri yarattıkları kargaşayı bir pazarlık unsuru gibi kullanıp Batı ile son bir anlaşma… Bunun için “yoksa Çin’e, Rusya’ya yedekleniriz” şantajı ne kadar etkili olacak göreceğiz. (İşin sonunda eski sevgiliyi kıskandırayım derken yanlışlıkla yenisinin “kapatma”sı olmak da var.)

Bir de AKP’nin yeni “Yetmez Ama Evetçilik” merakı… İktidarına yamayacak bir işbirlikçi ekibi bulmakta gerçekten mahir bir parti AKP…

İktidarının başlarında “sol liberal” kesimi, “Kemalizmin yuvası ordu”nun dişlerini sökerek “Avrupa Birliği tarikiyle demokrasi” projesine nasıl asker yazmıştı hatırlayın. Bu kafa, o yeme atlayıp (Oya Baydar’ın kendi için dediği gibi “Biraz sazanlık da vardı”) 2010 Anayasa Referandumu ile zaten yasama ve yürütmeyi elde tutan AKP’ye yargı erkini de hediye etmekte Kürt hareketi ile birlikte davranınca…

(Rejim değiştirme operasyonu olduğu ayan beyan belli 2010 referandumunda “Hayır” oyu vermemeyi, “boykot” peçesi altında gizlemekte 2009 1. Çözüm süreci müzakerelerindeki hangi vaatlerin yol açtığını da Pervin Hanım belki bir gün açıklar. Ama o tercihin demokratik “Kürt hareketi”ni bugün ne hale soktuğu malum.)

Popüler ifade ile söyleyecek olursak “tek adam rejimi”ne giden yol o işbirliği sayesinde son hızla seyahate elverişli hale geldi. Bilindiği gibi bu ekibe “Yetmez ama Evetçiler” (YAE) deniyordu.

2015’ten beri sürekli söylediğimiz gibi 2. YAE ekibi ise bazı liberallerden değil kendine “ulusalcı” diyen kesimin bir kısmından devşirildi.

Bu kez yem demokrasi değil, Kürt hareketinin ezilmesi ve Batı’dan kopup Avrasya’ya kesin bir dönüş. Yeni nesil YAE’ciler neye inanırlarsa inansınlar AKP bu hedefte de samimi değil. Gerek sol liberal, gerek ulusalcı her iki YAE’ci kesimin bir sorunu, ihtiraslarının büyüklüğü ve o ihtiraslara karşı duydukları bağımlılığın, onları gerçekleştirmek için gereken öz güçlerinin çok ötesinde oluşu…

Aslında bu özelliği AKP ile de paylaşıyorlar.

AKP bu tür işbirlikleri ve işbirlikçi olmayan muhalefetteki genel atalet sayesinde, ancak hayal etmeye muvaffak olabildiği birçok şeyi gerçekleştirebildi. Bu “mucize”den kalkarak, artık en aşırı hayallerini bile yine gerçekleştirebileceğine dair bir inanç ve o inançla beraber büyüyen kibir hemen bütün kilit kadrolarından fışkırıyor.

İşbirlikçilerin maddi siyasi güçlerini abartmaya gerek yok gerçi… Ne sol liberaller ne de o bir kısım ulusalcı, AKP’nin o zamanki yakın plan hedeflerini gerçekleştirmesi için yeterli kitlesel güce sahip değildi. Fakat kendilerine yakın kitlelere yönelik belli bir ideolojik etkiye sahiptiler.

Sol liberaller kritik bir safhada, güçlerin dengede olduğu bir aşamada, bu etkiyi kendi dışındaki solu ve Kürt hareketini nötrleştirmek için kullandı; YAE’çi ulusalcılar da bunu, şimdi ordu içindeki veya sivil bürokrasideki milliyetçi kesimi pasifleştirmek için kullanıyor.

SAHTE BİR PANZEHİR OLARAK OPERASYONLAR

“Ordunun içindeki…”

AKP açısından ordu hâlâ büyük sorun ve bu operasyonlar ordunun olası bir darbe teşebbüsüne daha girişmesine karşı oyalayıcı bir işlev taşıyor.

Siyaset bilimiyle kenardan ilgilenen herkes az çok bilir, bir kez darbe denemeleri başlayınca nadiren tek kere ile yetinilir.

Fethullahçıların askeri ve sivil bürokrasiden tasfiye edilmesi ve hâttâ bu tasfiyenin bir tür cadı avına dönüştürülüp iktidara muhalif herkesi kapsayacak bir baskı aracı kılınması da yeterli değil…

Zaman zaman ağzın kenarıyla mırıldanılsa da çok sesli dile getirilmeyen bir gerçek var.

2015 Temmuz darbe teşebbüsü, Fethullahçıların önderliğinde ya da inisiyatifiyle oldu evet; ama diğer pek söylenmeyen gerçek: Darbe yanlıları sadece onlardan ibaret değildi.

Hem aktif darbe yanlıları hem de biraz başarılı olunsa desteklemeye hazır pasif darbeciler elbette söz konusuydu. Aksi takdirde mesela Boğaziçi Köprüsü’ndeki birkaç tank ve bir grup asker nasıl oluyor da saatlerce orayı kontrol altında tutuyor ve bu süre içinde hemen yakındaki 1. Ordu karargâhından, Selimiye’den en ufak bir müdahale olmuyordu?

Bu soruları sormak bile geçen süre içinde neredeyse suç haline getirildi.

Tıpkı yakın zamanda ortaya çıkarılan, en önemli Fethullahçı subaylardan birinin darbe sonrasında son derece kilit mevkiye terfi ettirilme skandalının gerçek anlamının analiz edilmesi gibi…

(Fethullahçı darbe ekibinden olduğu halde görevine devam eden ve üstelik 2020 YAŞ’ında terfi alıp, daha sonra da Kara Kuvvetleri İstihbarat Başkanlığı’na atanan bir subayın son anda engellenen terfisi diye hikâye edilen konu için Bkz. Yenişafak)

Darbe teşebbüsüne iştirak edenlerin sadece Fethullahçılar olmadığı, “Kemalist” subayların da işin içinde olduğu iddiası, zaman zaman AKP’li birileri tarafından yarım ağız gündeme getiriliyor. Şimdilerde yeni nesil YAE’ci “ulusalcı”ları ürkütmeme politikasına ters düştüğünden o kadarla kalıyor; yarın onlar için de yeni bir cadı avı gerektiği zaman çok daha yüksek sesle ifade edilecek bu iddia…

Hiç söylenmeyecek olan ise o darbeye katılan AKP yanlıları…

Zira gerçek kişilerle ilgili örnekleri yeterince bulmak mümkün…

(Kapatılan Şaban Dişli hadisesi sadece bir örnek, Melih Gökçek’le ilgili iddialar “FETÖ”ye yorulup geçiliyor. Sahi mesela AKP’nin içişleri bakanı Efkan Bey o gece ne yapıyordu, ya da daha önemlisi ne yapmıyordu? Niye görevden alındı? Böyle pek çok şüphe içeren soru sorulabilir.)

Fakat tekil örnekler kadar genel siyasal analiz de bazı kanıtlar sunar.

Askeri darbeler siyasetin normal yöntemlerle kendi mecrasında akması anormal müdahalelerle engellendiği zamanlarda o siyasi mücadelenin başka olağandışı yöntemlerle sürdürülmesidir esasen.

2013 yılından beri AKP, kendi iç koalisyonunu bir arada tutmakta kullandığı ekonomik ve siyasal imkânların haylice azaldığı bir dönem yaşadı. Git gide sopa, manipülasyon, tasfiye, AKP’nin siyaset yapmadaki aslî metotları oldu. Bu metotları sadece Fethullahçılara değil, aileye yakın iç çember AKP’si hariç, kendi içine karşı da kullandı.

Bu siyasi “operasyon”ların altında Türkiye’de yükselen “Anadolu burjuvazisi”nin elindeki imkanlara da “aile”ye yakın birkaç müteahhit ve savunma şirketi başta olmak üzere bir cins oligarşi adına el konması yatıyordu.

Türkiye’nin bütün toplumsal farklılıkları, bütün sınıf ve tabakalarının parlamenter düzeyde çözülmeye çalışılan, iyi kötü bu konudaki belli bir gelenek sayesinde itiş kakış da olsa az çok uzlaşılan çelişkileri, şimdi “aile”nin dar çerçevesinin içine basınç uygulanarak sıkıştırılmaya çalışılıyordu. Kendini ifade edecek tek bir buhar çıkışı bırakılmadığında, siyasi düdüklü tencerenin kapağını atması çok da şaşılacak bir şey değildir.

15 Temmuz’a, günah keçisi yapılan (üstelik bunu hak ediyordu) Fetö kliği kadar doğrudan Ak Parti içindeki kimi grupların katıldığı herkesin bildiği bir sır aslında.

(Not: “FETÖ” terimini bütün Fethullah Cemaati” için değil, onun darbeye katılan ve darbeyi savunan silahlı yapılanması için kullanıyorum. Hukuken de bu ayrımın yapılması gerekli.)

Yeni YAE’ci ulusalcılar, bütün bu ekibi “kripto Fetöcü” diye niteleyerek, AK Partiyi aklayarak, işlevlerini yerine getiriyor. Ama AK Parti iç çekirdeği durumu biliyor ve bir yandan eski Fetöcüleri ve şimdilerde “kripto Fetöcü tabir edilen AKdarbecileri kısmen tasfiye, kısmen transfer ederken bilumum karşı darbe metotları ile, süregiden darbe tehdidini ve devrim tehdidini zor yoluyla engellemeye çalışıyor.

Darbe ve devrim?

Gerçekten de iki tehdit birden söz konusu…

Bahsettiğimiz üzere bir ordu darbesi tehlikesi ne AK Parti’nin ne de bütün bir toplumun başının üzerinden henüz geçmiş değil.

Egemen sınıf koalisyonun, kaynaklara keyfî biçimde el koymakla kalmayıp, bütün bu imkânlara rağmen devleti yönetmeyi beceremeyen çok dar bir gruba karşı gizli isyanının, asker ve sivil bürokrasiye “komploculuk” olarak yansımasıdır darbe teşebbüsü tehlikesi…

Yani “aile şirketi” haline getirilen “iç AKP”, iktidarını tekelci biçimde sürdürmeye çalışır ve siyasal ekonomik erk paylaşımına zerre izin vermezse bu tehlike potansiyel olarak hep sürecek.

Aynı şekilde devrimci partilerin hiç birinde bunu örgütleyecek bir irade ve organizasyon gücü olmamasına rağmen bugün kapitalist dünyada devrim açısından bakıldığında en zayıf halka yine Türkiye’dir.

Benzer sebeplerden…

Halk sınıflarına yönelik sömürünün her türlü haddi aşması…

Bu sınıflara hiçbir gerçek siyasi katılım imkânı verilmeyişi…

Yeni bir istibdat rejiminden bir cins İslamofaşist düzene geçiş çabalarının yarattığı tehdit ve yeni kesimlerin de bu nihaî karşı devrim teşebbüsüne itiraz ederek muhalefete her geçen gün daha fazla katılışı…

“Aile şirketi”ndeki yolsuzluğun, yolsuzluk olmaktan çıkıp ülkenin ekonomik varlığını toptan tehlikeye atışı ve gerçek bir büyüme ve kaynak sağlamaktaki beceriksizliği körükleyişi…

Aile şirketindeki vasatlığın, ülkedeki iyi kötü derli toplu birkaç kurumu, üniversiteyi, kültürel odağı da kendi vasatlığına çekme ve ülkeyi beşinci sınıf bir Asya ülkesi pozisyonuna geriletme konusundaki kararlılığı…

Bütün bunlar, karşısındaki görünüşte sessiz muhalefeti anormal düzeyde kalabalıklaştırırken, rejimin iç kırılganlığını da aynı derece arttırdı.

Bu rejimi ısrarla bir “istibdat rejimi” olarak nitelendirdiğimi okuyorsunuz.

Bu basitçe geçmiş tarihe bir anıştırma değildir.

“İstibdat” bir uzun ara rejimdir.

Eskiye özenip bunu yeniden kurmanın imkânsızlığı karşısında, eskinin elbiseleri altında yeni bir düzeni kurma çabasındaki yeteneksizliktir.

Eski istibdat, devleti yürütmek için devam ettirmek zorunda kaldığı kapitalistleştirmeyi hem yükseltmek hem de engellemek istiyordu.

Ne bir burjuva parlamentarizmine yükselebiliyordu ne Prusyavarî bir modern despotizme… Eski siyasi ve ekonomik düzene geri dönmek istiyordu fakat o çoktan ölmüştü. İstibdada kalan tek çare o eski düzenin ancak taklidini yapmaktı.

Bir taklitçinin en büyük özelliği aslına, aslından bile aşırı benzeme çabasıdır.

İstibdat rejimi dış kabuğundaki o aşırı güç gösterilerine, iktidar sembolleri donatılarına rağmen içten tümüyle çürümüş olmakla kalmaz, devleti/toplumu iyi kötü ayakta tutmak için mecburen yapmak zorunda kaldığı mütereddit atılımlar bile kendi iktidar zeminini her geçen gün aşındırmaya katkıda bulunur.

Abdülhamid’in mesela inanılmaz despotik görünümünün yanı sıra bütün dönem şahitlerinin işaret ettiği korkaklığı, kuşkuculuğu, vehmi; sertliği, cinayetleri yanında en olmadık türden affediciliği, bütün bunlar hep sadece kişisel özelliklerinin değil kimi zaman o kişisel özellikleri bile biçimlendiren istibdat rejiminin olağan çaresizliklerinin, çelişkilerinin tezahürüydü.

O nedenle asla bitmeyecekmiş gibi görünen o istibdat yüksek sesle itiraz edebilen ve uzlaşmayan ilk devrimci irade ortaya çıktığında içi çürümüş köhne bir ağaç gibi çöktü.

“BURJUVA DEVRİM” TAZE BİTTİ “KARŞI DEVRİM” VERELİM

Bir ülke, zamanında, “burjuva devrimleri” denilen siyasi dönüşümlerle gereken reformları niteliksel olarak yeterli düzeyde başarıp tamamlayamazsa, yani bazılarının “modernleşme” dediği, ileri kapitalistleşme aracının rahat ilerlemesi için gereken yolları düzleyecek atılımları yapamazsa…

O zaman ya azgelişmişliğin cehennemi yahut ara gelişmişliğin “araf”ında tıkılı kalır. Kurtulmak istiyorsa o gecikmiş “devrim”in görevlerini bir başka şekilde halleder.

Nasıl?

Ya Rusya ve Çin gibi “kesintisiz” bir sosyalist devrim denemesiyle…

Ya mesela Kore gibi yabancı işgali eliyle

Ya da 1930’ların Alman usulü bir faşizm denemesiyle…

Türkiye bugün içinde bulunduğu “araf”tan ya devrim veya islamofaşist karşı devrim ile çıkma ikilemine gidiyor.

İkincisinin imkânları çok daha organize ve planları oturmuş…

İlkinin sosyal zemini ise sanıldığından daha güçlü…

Her ikisinden de hoşlanmayan Batı tipi demokrasi yandaşları ise ne Batı tarafından yeterince destekleniyor ne de seslerini sandık dışında bir demokratik protesto için örgütlenme amacıyla yükseltmeye yeterince gönüllü…

“KARŞI DEVRİM” VE ASKERÎ OPERASYONLAR

Bütün bu uzun ara konuyu izah ettikten sonra dönelim darbe meselesi ve Gara operasyonuna…

Gara operasyonunun K. Irak ve Suriye operasyonlarının bir mütemmim cüzü olduğunu bir kez daha söyleyelim. Bir rehine operasyonu olmadığını, taktik olarak başarısız bir Irak içine ilerleme ve operasyonu olduğunu ancak stratejik olarak bir dizi operasyonun bir parçası olarak kısmî bir başarıyı temsil ettiğini vurgulayalım. Bütün bu operasyonların tarihini ve şimdiki gelişimini “Gara: Askeri Operasyon mu, Siyasi Operasyon mu?” adlı bir başka yazıda inceledim. Bu paragraftaki tespitlerin analizi ve açıklanması için oraya bakılabilir.)

Gara Operasyonu da dâhil olmak üzere bütün bu Pençe vs. türü operasyonlar Türkiye’nin Irak içine giderek derinleşen ve kalıcı/yarı kalıcı üslerle gücünü arttıran bir ilerleyişini temsil ediyor. Bazen başarılı, bazen daha az başarılı bazen bir miktar çuvallama da içerse bu operasyon dizisi askeri anlamda stratejik açıdan belli bir ilerleme kaydediyor.

Fakat iki tane büyük sorun var:

  1. Türkiye bu sür git operasyon dizisini finanse edecek ekonomik güce sahip değil.
  2. Türkiye’nin K. Irak ve K. Suriye’deki hedefleri uzun dönemde gerçek bir sonuca ulaşma potansiyeline sahip değil ve ara başarıları bile kendisinden çok yabancı bölge veya bölge dışı ülkelerin işine yarıyor. Onların hesaplaşmalarında neredeyse piyon vazifesi görüyor.

Fakat bu tespitler bile eksik kalıyor.

Belki de en önemli iki konuyu es geçiyoruz.

Dış siyaset açısından pahalı ve muhtemelen nihai anlamda sonuçsuz olmalarına rağmen askeri operasyonların iç siyaset açısından çok daha önemli işlevleri var.

O işlevleri, istibdat rejiminin uzun ama geçici özelliğine ve istikrarsız yapısına vurgu yapmadan açıklamak imkânsızdı.

Gerek eski istibdat rejiminin gerek ise yenisinin en önemli korkusunun olası bir askeri darbe olduğunu biliyoruz.

2. Abdülhamid’in deniz kenarındaki Dolmabahçe veya Çırağan sarayına değil de biraz tepedeki Yıldız Sarayı’na yerleşmesini denizden kolayca gelecek bir darbe teşebbüsüne uğramamak için tercih ettiği söylenir. Başka ve daha tuhaf tasarrufları da olmuştu darbe korkusu nedeniyle. Şimdiki yönetimin de hele 15 Temmuz teşebbüsünden sonra darbeden çekinmesi gayet normal.

Peki, olası bir darbe nasıl ortadan kaldırılabilir? Çare, sadece ordunun içindeki potansiyel darbecileri tasfiye etmek olamaz.

15 Temmuz sonrası önce Fetöcü olduğu düşünülenlerin taraf değiştirmeyenleri tasfiye edildi, daha sonra da Kemalist olduğu düşünülenler…

(Bkz. Cumhuriyet)

AKP’nin iktidara geldiğinden beri olan bu askeri darbe korkusunun nihai çözümü olarak bir projelerinin olduğu, bu projenin de orduyu Kemalist yapısından tümüyle kopartıp güya “yerli ve milli” AK Ordu yaratmaya çalıştıkları zaman zaman medyada da konuşulan bir konuydu. İslamcı emekli General Adnan Tanrıverdi’nin başına geçirildiği SADAT kuruluşunun amacının böyle bir ordu yaratmak olduğu sıklıkla iddia edilmişti. Dahası 15 Temmuz’da köprüde trajik biçimde oğlu ile birlikte hayatını kaybeden AKP’nin yetenekli reklamcısı Erol Olçok’un Twitter hesabındaki paylaşımları da  (Fethullahçı sosyal medya hesapları bu eski tvitleri paylaşmayı bir süredir çok seviyor) böylesi bir projeye işaret ediyordu.

Şimdi artık kapatılmış olan o hesapta darbe teşebbüsünün hemen öncesinde özetle şu türden şeyler yazılmıştı:

“Paralel pisliği temizlendi. Sıra TSK’da. TSK içinde ayyaş, başörtüsü düşmanı, namaz düşmanı ne kadar varsa temizlenecek. Milli duruş ve din düşmanı Kemalistler, paralelcilerle birlikte temizlenecek. Darbeler hep laiklikten çıktı bu bitecek. Peygamber Ocağı diye dini sömüren ordu değil, gerçek bir peygamber ocağı ve ordusu olacak. Gerçek Anadolulu Halife Ordusu kurulacak.”

Bu tür twitler şahsi bir mülahazayı yahut da fanteziyi temsil etmiş olabilir.

Fakat o zamandan bu zamana bu projenin gerçekten mevcut olduğuna hem yapılan tasfiyeler ve terfiler hem TSK’nın giderek dincileştirildiğine dair çok sayıda haber karine olarak gösterilebilirse de asıl kanıtlar yazımıza konu olan tüm bu askeri sınır ötesi operasyonların kendisidir.

TSK’YI FORMATLAMA ÇABASININ YARI BAŞARISIZ TARİHİ

TSK’nın muhafazakârlaştırılması ve hatta dincileştirilmesi Menderes hükümetinin 1950 TSK subay tasfiyesi ile başlar, 12 Mart 1971 darbesiyle hızlanır.

Bu eğilim sadece TSK’da değil tüm devlet kurumlarında genellikle de Batı desteği ile yürütülüyordu. En bilinen örneği 1960 sonrasının stratejik kurumu Devlet Planlama Teşkilatı’nın “takunyacı” diye bilinen ekibe teslimidir. Bir başka kritik olay TSK’da 12 Mart sonrası İstanbul sıkıyönetim Komutanlığı’nın Nakşibendi mensubiyeti ile tanınan ve işkenceleri ile ünlenecek (sonradan da AP milletvekili olacak) Faik Türün’ün ellerine bırakılmasıydı.

(Bkz. Okan İrtem, İslamcılık Türk Ordusunda Nasıl Örgütlendi)

Benzer ama sonuçları açısından daha büyük bir İslamcı etki, sahte Atatürkçülüğü ile en az Fethullahçı subaylar kadar iyi göz boyayan Kenan Evren’in “aşırı muhafazakâr” kimliği vasıtasıyla geldi.

Sonra da malum Fethullah İslamcılığı kadrolaşmasıyla…

Burada sık sık vurgulanan bir yanlış anlamaya değinelim.

Denir ki AKP’nin yetişmiş kadroları olmadığından bürokrasiye (ve askeri bürokrasiye) Fethullahçıları yerleştirmek zorunda kaldı. Bu belki sadece kısmen doğruydu.

Fethullahçıların hem sivil bürokraside hem de özellikle askeri bürokraside daha kolay yerleştirilebilir oluşları bu yeni nesil Nurcu cemaatin ta 1980’lerin başından beri kendini gösteren özelliğiyle ilgiliydi. Bunlar daha esnek, daha “modern görünüşlü”, laik kurallara görünüşte daha uyumlu ve Batı çevreleri ile daha kolay ilişki kuran bir dinci yapılanmaydı. Örneğin daha 1985 yılında La Temps Moderne dergisinde Paul Dumont imzalı yazıda henüz Fethullah Gülen’in adı geçmeden ama o çevre kast edilerek bakın nasıl bir tasvir yapılıyordu:

“Said-i Nursî’nin yorumcuları, tam tersine yenilikçi, bilim yanlısı, cumhuriyetçi değerlere saygılı, her türlü ilerlemeye açık bir görünüm sunmaktadırlar.”

(Bkz. Paul Dumont, Türkiye’de İslamcılık Yenilik Ögesi mi?, Çeviri: Türkiye Sorunları Dizisi 1988 Yıllığı içinde s. 171.)

Fethullahçılığın, şiddetli antikomünist özellikleri dışında işte bu özellikleri AKP’nin henüz yeterince kontrol edemediği asker sivil bürokrasiye sızmakta onları hem AKP hem de özellikle askeri bürokraside “Kemalist kadroları” tasfiye etmekte AKP kadar hevesli olan Batı çevreleri gözünde en uygun aday yapmıştı.

Fakat şimdi artık AKP açısından kendi yerli ve milli AK TSK’sını yaratmak zamanı geldi. Vekalet yöntemleri ve tasfiyelerle orduyu yeterince kontrol edemeyeceği bellidir.

TSK’nın tarihi ve biraz da onun tarafından belirlenmiş kurumsal yapısı, sivil güvenlik bürokrasisi kadar kolayca formatlanmasına yeterince izin vermiyor.

Üstelik 15 Temmuz darbe teşebbüsü bir kere Pandora’nın kutusunu açmış durumda…

Son olarak tüm dünyada hele de Orta Doğu’da orduların profesyonel subaylarının ülkeyi yönetemeyen ve devletin bekasını tehlikeye sokan sivillere karşı meslekten bir güvensizlik hâttâ küçümseme duydukları bir gerçektir.

“DEVLETİN BEKASI” SÖYLEMİ: AKP ELİYLE DARBEYE DAVET

AKP’nin iki de bir “devletin bekasının” tehlikede olduğunu vurgulaması belki sivillere yönelik propaganda için faydalı bulunuyor olabilir ama yukarıdaki cümleden anlaşılacağı gibi askeri darbe tehlikesini arttırmak için bundan âlâ bir itiraf bulunamaz. Yarın bir lanet darbeci, “devletin bekası tehlikedeydi ondan mecburen müdahale ettik” dese acaba ne denebilecek?

Samuel Huntington’un, orduların darbe yapmasının önündeki en büyük engelin o ordunun profesyonellik derecesinin yüksekliği olduğu tezine karşı, ordunun profesyonellik ve böylece planlama/uygulama kapasitesinin yükselmesinin darbe motivasyonunu arttırdığı savı da belki daha bile gerçekçidir. (Bkz. S. E. Finer, The Man on Horseback, The Role of the Military in Politics, s. 23, Pinter Publishers, Londra, 1988. )

1950’den bu yana ordudan “Kemalist”lerin boyuna tasfiye edilmesine karşın o kurumda kendini Kemalist gören ekiplerin adeta küllerinden yeniden doğması tasfiyelerin tek başına “yerli ve milli İslamcı ordu”yu yaratmak için yeterli çare olmadığını gösteriyordu.

O zaman ortada meseleyi çözmeye aday iki çare vardı:

  1. Savunma sanayi projeleri ile AKP’nin iç çekirdeği ile bir kısım özel sektör ve ordunun üst kademesi arasında daha derin bir ortak yaşam kurmak
  2. Bünyeye bir türlü kabul edilemeyen İslamcı “et”i, kalın bir milliyetçilik sosu altına gizleyerek bünyeye yedirmek.

Her ikisinin yolu da kesintisiz sınır ötesi operasyonlardan geçiyor.

Operasyonlar, MHP’nin sandık seviyesinde faydası zararına neredeyse eşit katkısının tersine, TSK kadrolaşmasındaki belli bir gücü nedeniyle, AKP’ye kıymetli bir “milliyetçi” destek sağlıyor.

Operasyonlar, TSK içindeki İslamcılığa karşı, kendini belki de “Kemalist” gibi gören subaylara milliyetçilik hassasiyeti üzerinden Türk-İslam sentezi faşizmini daha kolay enjekte etmeyi, bu ideolojinin ordu kadrolarına daha derinden nüfuz etmesini sağlıyor. Operasyonların Kürt ayrılıkçılara karşı yapılıyor oluşu bu gayeye bilhassa uygun.

Ve belki hepsinden önemlisi, son olarak sayalım, sürekli ülke dışı operasyonların orduyu meşgul ederek, darbe gibi zararlı fikirlere kafa yormasını engelleyeceği düşünülüyor.

Burada açıkça belirtmiş olalım; yukarıdaki yöntemlerin hiçbirisi, başarıyla bir süre uygulansalar bile darbe tehdidini radikal olarak çözemez ama ordunun yapısını gerçekten de gericileştirerek sivil siyasete daha faşizan bir darbenin kapısını aralar.  Bir zamanların “Kürdistan sömürge mi değil mi” tartışmalarıyla ilgisiz olarak söylüyorum, vatan dışı gayrinizami savaşla meşgul profesyonel subaylar arasında darbe fikri çok daha çabuk filiz verir. 27 Mayıs kadrolarında Kore Savaşı’nın etkisi çok da abartılmadan bir miktar çalışılsa yeridir ama buna en iyi iki örnek Avrupa’dan verilebilir. General Franco’nun İspanya’yı 36 yıl faşist bir diktaya mahkûm eden Fas sömürge ordusunun darbesi ile Fransa’da (Ünlü Çakal romanı ve filmine konu olan Cezayir sömürge ordusunun) De Gaulle’e karşı darbe girişimi…

Bunun tam tersi yönelimli bir başka darbe örneği Afrika’daki Portekiz sömürgelerinin bağımsızlık mücadelelerinin toplumda yarattığı bunalım sonucu 1974’te Karanfil Devrimi ile yaşandı. Bazı yorumcularca az çok 27 Mayıs’a benzetilen “devrim” ile Avrupa tarihindeki son “ilerici darbe” Salazar ve ortaklarının 36+6 yıllık faşizan rejimini sona erdirdi.

Ancak Türkiye’nin şartlarında “ilerici bir darbe” ihtimalinin faşist bir darbeye göre az olmasını bir yana bırakalım, Türkiye’de ilerici görünümlü darbelerin de her seferinde halka ve ülkeye büyük bedeller ödettiğini, eninde sonunda büyük burjuvazinin programını uyguladıklarını hatırlatmak gerekir.

Bir zamandan beri AKP “darbe mağduru” pozunda darbenin her çeşidini hayata geçirmekle meşhur! Bu yazının bile AKP’nin darbe tartışmalarını kendi amaçları için ısıtıp ısıtıp kullanmasına yardım edeceğini söylemek mümkün.

Bu uydurulmuş darbe dedikodularının daha geçen sene bile AKP tarafından nasıl kullanıldığının bir yorumu için Bkz. DW

TEK YOL TEK ÇARE DEMOKRASİ

İster şu cins olsun isterse bu cins, AKP’nin konuşmayı sevdiği türden bir askerî müdahale evet AKP’nin de aleyhine olur ama tüm toplumun da…

Yine de toplumun geleneksel olarak otoriter yönetimleri çok seven kimi yüksek sınıflarının bu durumu fazla önemseyeceğini düşünmek için neden yok.

Onlar pekâlâ ikide bir ülkeyi krize sokan aile şirketi yerine, işleri doğru dürüst yönetecek (bunu ‘kendi çıkarları doğrultusunda ama aynı zamanda istikrarlı yönetecek’ diye okuyun) bir “disiplin”i tercih edebilir.

Yok eğer, sınır ötesi operasyonlar eşliğinde yürütülen anayasa çalışmaları ile son bir yarı-sivil darbe yoluyla bir “sıradan faşist” rejimin oturtulması çabası başarıyla uygulanamasa bile…

Bir askeri müdahalenin önü yine de kesilmiş olmaz. Bunun yurt dışı ile ilgili sebepleri de mevcut, yurt içi sınıf dengeleri ile ilgili de… Ordunun ve özel bir tür “milliyetçi” ideolojinin siyasetteki artan gücü ile de ilgili sebepleri de…

AKP’nin korktuğuna uğramaması ve Türkiye toplumunu da bir kez daha “kırk satır mı, kırk katır mı” testine tabi tutmaması için tek çare var: Demokrasi ve barış!

Türkiye toplumu bunu özlüyor.

15 Temmuz darbecileri, toplumun Atatürk’e olan saygısının olduğu kadar bu özleminin de farkına vardıkları için sahtekârca şu sözü slogan yapmışlardı:

“Yurtta Sulh Cihanda Sulh!”

AKP, sırf geçmişinden miras Atatürk düşmanlığı nedeniyle bu özlemi göremezse…

Bütün halk sınıflarının hatta oligarşik bir dar zengin grup dışında bütün toplumun…

Hem sandıkta, hem demokratik, barışçı itirazla meydanlarda, hem hak temelli mücadelelerle işyerlerinde…

Başta demokrasi ve barış olmak üzere toplumun, 150 yıllık çağdaş değerlerine sahip çıkması şart.

Bu toplum o çağdaş değerleri ise oldukları hal ile değil ancak onları daha ileri götürerek savunabilir.

Ülkeyi ister sivil ister asker kılığında gelsin, gericiliğin son vuruşuna bile isteye sürükleyen istibdat rejimine karşı tek çare gerçek demokrasi ve samimi barış yolunda bir ittifaktan geçiyor.

Muhtaç olduğumuz kudret, kalbimizdeki adalet duygusunda mevcuttur.

Bir Cevap Yazın

Cüneyt Akman
Gazeteci, İktisat Dr.
3,786BeğenenlerBeğen
145,347TakipçilerTakip Et
[td_block_10 custom_title="YAZARIN DİĞER YAZILARI" limit="6" autors_id="18"]