Cuma, Mart 29, 2024
spot_img

Korkut Boratav ile Türkiye’nin Yakın Tarihi ve AKP

Merhaba, geçtiğimiz hafta Kitaba Dair’in konuğu Korkut Boratav’dı. Korkut Hoca’yla İmge Kitabevi’nden çıkan Türkiye’nin Faşizmleri ve AKP kitabı üzerine sohbet ettik.

Kitaba Dair Korkut Boratav min

Mete Kaan Kaynar: Hocam bu çalışmanız, soL Portal, soL Gazete, BirGün ve sendika.org gibi yayın ve platformlarda yayınlanan yazılarınızdan oluşmakta. Kitabınız 2015 yılında çıkmıştı; çok yakın zamanda ikinci baskısını yaptı. Ancak ikinci baskıda, kitabınıza 2015’ten sonraki yazılarınızdan da ekledikleriniz olmuş. Bu haliyle hem eski bir kitap hem de yepyeni bir kitap var elimizde. Kitabınıza, ona adını veren “Türkiye’nin faşizmleri”ni tartışarak başlıyorsunuz ve bu bölümde, Türkiye’de faşizmin tarihsel arka planını ortaya koyuyorsunuz. Bir başka ifade ile bu bölümde, AKP faşizmini de besleyen tarihsel zemini analiz ediyorsunuz ve sonrasında sözü AKP faşizmine getiriyorsunuz. Benim ilk sorum da bu konu ile ilgili olacak. Kitabınızın henüz önsözünde “Türkiye’de faşizm tohumunu taşıyan toplumsal öğelerin askeri darbelere ihtiyaç duymadan da yeşerebileceğini, iktidarı hedefleyebileceğini düşünüyorum. Yetmiş yıl içerisinde iki kere ülkeyi sivil faşizmin sınırlarına bu etkenler taşımıştır.” diyorsunuz. Hocam, Türkiye’de faşizmin sivil tohumları denilince neyi ve kimi, nasıl anlamamız gerekiyor? Seyircilerimize kısaca özetleyebilir misiniz?

Korkut Boratav minKorkut Boratav: Efendim şöyle söyleyeyim: Türkiye’nin faşizmlerini Cumhuriyet dönemi için ele aldım ve inceledim. Cumhuriyet esas olarak Orta Çağ düzenine karşı yapılmış devrimci bir harekettir. Bu devrimci hareketin tamamlanmamış bir demokratik devrim olduğunu düşünüyorum. Bunun ne anlama geldiğini de kısaca anlatayım. Batı toplumlarının, kapitalizmin başlangıç aşamalarında Orta Çağın yani feodal aristokratik düzenin tüm kurumlarına ve tüm sınıflarına karşı büyük bir devrim geleneğinden söz ediyoruz. Türkiye bu devrim geleneğinin dalgalarını 19. yy’dan itibaren aldı. Bu dalgaların son adımı Cumhuriyet devrimidir, Kemalist devrimdir. Fakat Avrupa’daki benzerlerinin aksine, demokratik devrimin ekonomik tabanı yani sınıfsal tabanı tam olarak gerçekleşmedi. Türkiye’yi yöneten ekonomik egemen sınıfların önemli bir ögesi olan büyük toprak mülkiyetine karşı bir mücadele açılmadı. Aristokratik Osmanlı düzeninin yönetici sınıfı tasfiye edildi. O sınıfın tasfiyesi bir devlet devrimiyle yani üst yapı devrimiyle gerçekleşti. Bunun eksik kalan sonuçlarını toplumda kalan ideolojik ve ekonomik, sınıfsal olarak orta çağın kalıntılarının devamından izliyoruz ve yakalıyoruz. Niye tamamlanmadı sorusuna gelince, tamamlanması hususunda zaruret algılandı fakat çok geniş bir cephede mücadele imkanını üstlenemediler.  Cumhuriyeti oluşturan ilk kadrolar içinde bile Cumhuriyeti benimsetmek kolay olmadı. Hilafetin lağvı gibi üst yapı kurumlarında en önemli dönüşümleri sağlayan adımlar bile direnmeyle karşılaştı. Tabana gitmek, yani toplumun egemen sınıfların tutucu unsurlarıyla mücadele etmek ertelendi. İşin tuhafı, bu Tek Parti Rejimi’nin de sonu oldu. Ta ki 1945 yılında Toprak Reformu deneyimine karşı kalkışılsın ve büyük ölçüde başarısızlıkla sonuçlansın…

Askeri darbelerden farklı olarak Türkiye’de 1945-1949 ve 1957-1960 dönemlerinde iki kere faşizme geçiş süreçlerinin (yarım kalmış faşizme geçiş dönemlerinin) yaşandığını belirtiyorsunuz. Nitekim çalışmanızın ilk bölümünü de bu faşizmleri hatırlatmaya ayırmışsınız. Bir kez de seyircilerimiz için, Türkiye’nin bu her iki döneminde (45-49/ 57-60) faşizme doğru nasıl kayıldığını, neden bu faşizm denemelerinin yarım kaldığını ana hatlarıyla özetlemeniz mümkün olabilir mi? 

LGBT Bireyler ve Medya min
Yasemin Inceoğlu & Savaş Çoban (2018), LGBTİ Bireyler ve Medya, Ayrıntı Yayınları.
Yasemin İnceoğlu ve Savaş Çobanoğlu’nun derlediği ve çok sayıda araştırmacının katkıda bulunduğu bu çalışma, LGBTİ hareketini birçok açıdan ele almaya ve analiz etmeye çalışmaktadır. Bu çerçevede çalışma içerisinde LGBTİ medya ilişkisi, LGBTİ bireylerin kamusal görünürlüğü, LGBTİ cinayetleri, nefret, ötekileştirme, cinsel kimlik tartışmaları ve LGBTİ bireylerin hukuk politiği gibi konulardaki araştırmalara yer verilmektedir. Oldukça akademik düzeydeki makalelerin yer aldığı çalışma, toplumsal cinsiyet, LGBTİ ve siyaset sosyolojisi çalışan bütün araştırmacılar özellikle yüksek lisans ve doktora öğrencileri için oldukça faydalı bir eser olmuş. Emeklerine sağlık.

Kısaca şunu söyleyeyim: 1945-1949 ve 1957-1960 olmak üzere iki dönemden bahsettiniz. 1945-1949, İkinci Cihan Harbi’nin sonudur. İlginçtir ki, savaş yılları içinde Türkiye’de ilk defa demeyeyim ama daha önce saçılmış olan sol muhalefetin filizlenmesine tanık olduk. Yani savaş yılları içinde Türkiye bünyesinde iki zıt akım çatıştı. Sınırlarımıza en yakın iki ülkenin temsil ettiği akımlar: Alman faşizmi ile Sovyet düzeni. Batı, yani Amerika ve İngiltere müttefikleri uzak; onlarla günlük temaslar yapılıyor. Savaş yıllarında da tarafsız kalmanın operasyonu yapılıyor, bu ayrı bir konu ama ülke içinde Alman Nazizm’inin taraftarları ile Sovyet sosyalizminin taraftarları arasında çatışma çıktı. Cumhuriyetçi rejim bu çatışmanın tarafı olmadı ama kendi saflarında ikisinin de örneğini bulmak mümkündü. Yani göreli olarak -yakınlık demeyeceğim- çok sesliliğe hoş bakan kanat da var CHP içinde; aman kımıldamasınlar, Komünizmle baş edemeyiz diyen geleneksel- tutucu kanat da var.  II. Dünya Savaşı’nın sonunda çok partili hayata açılırken yönetim, İsmet Paşa kritik bir karar aldı. Solu tasfiye ederek çok partili rejime geçti. 1945’te çok partili rejime geçiş kararı alınır alınmaz Türkiye’de iki tane sosyalist parti kuruldu, sol eğilimli sendikalar İstanbul’da kuruldu ve yaygınlaştı. Tan Gazetesi savaş sonunda demokratik plüralizmi savunan sol platformda bir akımı temsil ediyordu. Cumhuriyet Halk Partisi o dönemeçte Batı Avrupa türünde çok partili, her türlü akımın temsil edileceği bir renklilik içinde parlamenter demokrasiye geçiş cesaretini göstermedi veya istemedi. Bu konuda çeşitli açıklamalar mümkündür. 1946 yılı geldiğinde kararlı bir biçimde CHP’nin desteklediği gruplar hatta örgütün aktif katılımıyla Tan Gazetesi yıkıldı. Yöneticileri basın hayatından uzaklaştı. İstanbul’da sıkı yönetim kuruldu. Sol partiler kapatıldı. Sola yönelik sendikacılık da donduruldu. İşte bütün bunlar Türkiye’yi 1946’dan itibaren 1960’a kadar sürecek olan esas olarak iki partili bir parlamenter sisteme sürükledi. Ortak platformları bir anlamda dramatik bir şekilde anti-komünizm oldu. Antikomünizm Türkiye’deki fikir ve siyaset hayatını körelten, kısırlaştıran, adeta yeşerme filizlenme belirtileri gösteren muhalif akımların yirmi yıla yakın susturulmasına yol açtı. Ta ki 1960 darbesinden sonra plüralist bir demokrasinin yeni deneyimleri başlayana kadar.

1950’li 1960’lı yıllara bakacak olursak Demokrat Parti’nin kuruluş aşamasında sol akımlarla iş birliği gündeme geldi. Henüz sol akımlar bastırılmadan, tasfiye edilmeden önce Demokrat Parti’yi CHP’nin tek partili rejimine karşı ittifak ortağı olarak gören girişimler oldu ve DP de bunu olumlu karşıladı. Fakat CHP’nin aniden çok sert ve saldırgan başlatılan antikomünizmi DP’yi çekti, çekmesi bir yana 1950’de iktidara geldikten sonra CHP’nin başlattığı antikomünizmin gerçek sahiplenmesini 10 yıl boyunca CHP temsil etti. Bu konuda çok ilginç örnekler verilebilir. CHP tek partili rejimin son pozitif atılımlarından biri olan Köy Enstitülerini kapattı. Kim kapattı? Hasan Ali’yi izleyen maarif vekili Reşat Şemsettin Sürer. DP’nin ilk maarif vekili dedi ki: “Komünizmin kaynağı olan Köy Enstitüleri belasını biz zaten kapatacaktık.  Bereket ki bizden önceki maarif vekili Reşat Şemsettin Sürer kapattı”. Bu tür söylemler Türkiye’yi 1960’a kadar getirdi. İlginçtir ki, çok partili rejime geçişi İsmet Paşa sırf solu tasfiye etmek için sineye çekti. 1957’den sonra Menderes ve DP iktidarı tekrar tek partili rejime geçme deneyimi yaptılar yani milli iradenin kalıcı olarak kendilerine devredildiğini varsaydılar ve CHP’yi kapatmayı tasarlayan bir yarı faşist yönetim modelini Tahkikat Komisyonları adı verilen mecliste kurulan komisyonlara yargı yetkisi vererek CHP’yi kapatmaya kadar gidebilecek yetkilerle donanmaya çalıştılar ama başaramadılar. Çünkü 27 Mayıs askeri darbesi oldu.

Kitabınızın, Sabahattin Ali’nin Siyasi Yazıları başlıklı bölümünde şöyle bir ifade geçiyor: “Bu karanlık sancılı dönemde faşizme karşı mücadelenin öncülüğünü Türkiye’nin gerçek demokratları, yani sosyalistler üstlendi: Sabahattin Ali, Sabiha ve Zekeriya Sertel, Aziz Nesin, Mehmet Ali Aybar ve diğerleri.” Foucault, iktidarın olduğu yerde ona karşı direnişin de olduğunu söyler. Bu sözden esinlenerek faşizmin olduğu yerde de ona karşı mücadele eden ilericilerin olacağını hatırda tutarak sormak istiyorum. Geçmiş faşizm tecrübelerinde ona karşı direnenleri kitabınızda sayıyorsunuz; peki, bugünkü faşizme karşı direnişin öncülüğünü hangi toplumsal kesimler ve kimler yapmaktadırlar?     

Buyuk Taarruz min
Selim Erdoğan (2021), Büyük Taarruz: Dağlarda Tek Tek Ateşler Yanıyordu, Kronik Yayınları.
Selim Erdoğan’ın bu çalışması yazarın Sakarya: Türk Bitti Demeden Bitmez başlıklı, Millî Mücadele’nin 1921 yılı üzerinde durulan kitabının devamı olarak düşünülmelidir. Bu çalışmasında yazar, 26 Ağustos-9 Eylül 1922 tarihleri arasında cereyan eden Büyük Taarruz’u, hazırlık safhası ile birlikte ele almaya çalışmaktadır. Yazarın eğitimi ve akademik ilgileri kitaba da derinlemesine nüfuz etmiş. Selim Erdoğan jeo arkeoloji, askeri coğrafya ve askeri jeomorfoloji konularında çalışmakta ve bu çalışması da çok çeşitli tablolar, haritalar ve görsel metinlerle hayli zenginleştirilmiş. Çalışma bu bilimsel yönü yanında oldukça romansı bir dile de sahip. Bunun yanında oldukça detaylı görsel ve tarihsel materyallere sahip olmakla birlikte; Millî Mücadele döneminin tarih bilimi çerçevesinde ele aldığı söylenemez. Bir başka deyişle Millî Mücadele dönemini Türkiye ve dünya tarihi içerisinde analitik bir şekilde incelemek gibi bir derdi olmaktan ziyade; Büyük Taarruz’u detaylı bir şekilde askeri jeomorfoloji ve askeri coğrafya ekseninde ele almaya çalışan bir çalışma. Hiç kuşkusuz bu çalışmalarda konunun tarihsel araştırılması da eşi benzeri bulunmayan malzemeler sunmaları açısından önemli.

1945’li yıllar ve 1950’li yıllar Türkiye’de faşizme geçiş dönemleridir. Maalesef bugünkü iktidarın da faşizme geçişin Türkiye’nin yakın tarihi içinde üçüncü türünü deneyimlediğini ve Türkiye’ye yaşatmakta olduğunu görüyoruz. 1945’te Türkiye’de biraz önce isimlerini saydığınız aydınların temsil ettiği demokrat örnekleri Türkiye’de bugünkü faşizme karşı mücadelesinin arifesi, gündemi içindeler. Bu programın üç tane ana problemi var. Her birine katılacak akımlar ve unsurlar değişik. Birincisi demokratikleşme. Bir anlamda 2017 Reformu ile gerçekleşen, 2018’den beri uygulanan bu yeni Cumhurbaşkanı Yönetim Sistemi denen otoriter başkanlık sistemi yani Türkiye’yi faşizm denen dönülmez yola taşıma çabasında olan bir girişimin karşısına çıkan çok geniş bir cephe var. Bu geniş cephenin demokrat unsurları var ki, bunlar esas olarak parlamenter rejim hedefi etrafında birleştiler. İktidardan kopan, iktidarın siyasi İslam boyutunun kalıntı ve mirasını da taşıyan veya iktidarın temsil ettiği akımın diğer partilerin de katıldığı geniş bir cephe. Bu geniş cephenin içinde siyasi partileri saymayıp demokrasi cephesi diyorum. Bu cephenin yani ilk dönüşümün -bu garip başkanlık sisteminden parlamenter sisteme geçişin- taraftarı olmayan akımlar sadece iktidarın göbeğine yerleşmiş olan faşist eğilimlerdir. Onun dışında bütün bu eğilimler sol, sağ, cumhuriyetçi hatta isterseniz ona demokrat İslamcı diyelim bütün akımlar bu kümenin içinde birleştiler. Bu, şu anlama geliyor: 2015’e dönüş. 2015, AKP’nin 2002 ve 2015 yılları arasında geliştirdiği bazı unsurların da izlerini, benim görüşüme göre -ben tabii sosyalist bir platformdan, sosyalist bir yaklaşımla konuşuyorum- iki çarpıklığı içeriyor. Birincisi, bu 13 yılda İslamcılaşma sürecinin devlete ve topluma yaşatılmış ve yerleştirilmiş olması. Yani eğitim sisteminden devlet aygıtına kadar giderek geleneksel, bizim laiklik denilen temel ilkelerin sistematik ihlaline ve devlet kadroları içine sızmasına tanık olduk. Daha da ötesi günlük hayatı da İslamcılaştırmaya dönük bir yığın dönüşüm ve bozuklukla karşılaştık. Kamu yönetiminde, devlet aygıtında günlük hayatta… İkinci aşama Cumhuriyetçi cephenin ortak davasıdır. Yani İslamcı programı hayata taşımış unsurların dışında kalan bir Cumhuriyetçi cephe söz konusudur. Bu cephenin içinde sosyalistler, bütün Cumhuriyetçiler, milliyetçi ve demokrat akımlarıyla birlikte yer alıyor. Daha genişti aslında ama biraz daraldı. Çünkü İslamcılaşmanın, siyasal İslam’ın topluma ve devlete getirdiği bozulmaları üstlenmek zorundalar. Ama milliyetçi Cumhuriyetçiler, hatta sağ milliyetçiler; yani Türkiye’nin birlik ve bütünlüğünün bütün her şeye göre öncelik taşıdığını savunan insanlar, sol Cumhuriyetçiler ve sosyalistlerin birleştiği bir cephedir. Bu noktada pratik bir şey söyleyeyim: bu cepheye katılmakta Demokrat cephede yer alan CHP henüz aktif rol almamaktadır hatta aktif rol almayı reddetmektedir. CHP’nin tek hedefi, bugün o söylediğim ilk aşamada durmaktadır. Toplum ve devlet aygıtında 15 yıllık sürede yerleşen bozuklukların düzelmesi lazım, dolayısıyla bununla yetinemeyiz. Üçüncü unsur ise neoliberalizm denilen sermaye tahakkümünün ekonomik bölüşüm ilişkilerine vurduğu darbeler, sosyal devletin refah devletinin aşılmasına yol açan çalışmalardır. Sermayenin tahakkümünün Türkiye’ye yansımaları… Bu cephe en dar cephedir. Bu sosyalistlerin ve emekçilerin cephesidir. Sosyalistler, emekçilerin henüz bu cephenin tam saflarına katılmasını başaramazlar. Çünkü 1960’lı ve 1970’li yıllarının emek cephesinin gelişimi 1980 darbesiyle yani sivil değil askeri faşizmlerin vurduğu darbe sonunda bir zafiyete düştü ve bu zafiyetle dağıldı. Aradan geçen 1980-2020 arası kırk yıllık dönemde emekçi sınıfların sola, sosyalizme açık tarihsel birikimi ağır sarsıntılarla karşı karşıya kaldı. O noktada yapılacak çok büyük bir mücadele var ama üçüncü cephe de budur. Bugünkü faşizmden tam demokratikleşmeye, sermayenin tahakkümünün de tarihe karışabileceği bir büyük dönüşüme geçmenin uzun vadeli programı budur. Acil dava bu sözünü ettiğim demokrasi cephesinin tek adam yönetimi, şahsın iktidarı, bana göre İslamcı faşistleşme denen modelin parlamenter demokratik düzene dönmesi. Ama yetersiz… Aradaki deformasyonların AKP’nin getirdiği, biraz da devraldığı neoliberalizmi -AKP, 2000 yılında DSP- MHP- ANAP koalisyonun getirdiği bir programı devralarak- yürüttü. Dolayısıyla bu ikinci cephe laiklikten sonra neoliberalizmi tasfiye etme cephesinin çok daha zor bir mücadele gerektireceği, uzun yıllara dayanacağı daha dar anlamda sosyalistlerin ve bir bölüm cumhuriyetçi solun rahatlıkla katılacağı bir mücadele olduğunu söylemek gerekiyor. Günümüz faşizmini durdurma, önleme gündeminin ana çerçevesinin bu olduğunu düşünüyorum.

Aynı isimli makalenizde, “12 Eylül Rejiminin Sınıfsal İçeriği Üzerine” düşüncelerinizi özetliyorsunuz. Benim bu hususta sormak istediğim şu Korkut Hocam: 12 Eylül’ün, 27 Mayıs ve 12 Mart’tan farklı bir sınıfsal içeriği mi var, yoksa Türkiye’de darbelerin sınıfsal içerikleri ortak olmakla birlikte bu, 12 Eylül Darbesi’nde daha da netleşmiş, keskinleşmiş bir durumda mı? 

Kuscubasi Esref min
Polat Safi (2020), Eşref Kuşçubaşı’nın Alternatif Biyografisi, Kronik Yayınları.
Osmanlı’nın son döneminin en tartışmalı karakterlerinden birisi olan Eşref Sencer Kuşçubaşı’nın hayat hikayesinin konu edildiği çalışma, sadece Eşref Paşa’nın hayatını anlatmakla kalmıyor; Eşref Paşa’nın kendi otobiyografisindeki çelişkileri, bu çelişkilerin nedenlerini de ortaya koymaya çalışmakla birlikte Kuşçubaşı’nın Millî Mücadele siyasi hayat içerisindeki rolünü tartışmaya açıyor. Kuşçubaşı Eşref; 1873 doğumlu Çerkez kökenli bir asker ve siyasetçidir ve Teşkilat-ı Mahsusa’daki yani İttihat ve Terakki tarafından kurulan istihbarat örgütü içerisindeki en önemli karakterlerden birisidir. Kitapta Kuşçubaşı Eşref ve kalbi Trakya Muvakkat Hükümeti ile ilişkisi çok derinlemesine incelenmiş. 31 Ağustos 1913 ve 15 Ekim 1913 tarihleri arasında sadece 55 gün hüküm sürmüş olsa da Batı Trakya’da hüküm sürmüş olan bu Cumhuriyet deneyimi 1918’deki Mehmet Emin Resulzade öncülüğündeki Azerbaycan Demokratik Cumhuriyeti’nin kuruluşuyla birlikte bu coğrafyada Müslüman Türklerin kurduğu ilk iki Cumhuriyet olması hasebiyle Türkiye’de Cumhuriyet fikrinin ortaya çıkışı konusunda önemli örnekleri teşkil ederler. Çalışma erken Cumhuriyet dönemi, o dönemin politik askeri aktörlerinin hayatlarıyla ilgilenen genel okuyucuların olduğu kadar araştırmacıların da ilgisini çekecek bir çalışma olmuş.

Efendim, 27 Mayıs hem yapılış biçiminden kaynaklı hem de getirdikleri dikkate alınırsa diğer iki darbeden farklıdır. 27 Mayıs Türkiye’ye kendi bünyesindeki bir temizlenmeden, arınmadan sonra demokrasinin altın çağını taşıyan 1961 Anayasası’nı armağan etmiştir. Hiyerarşik olmayan bir darbedir. O yüzden Cumhuriyetçi küçük burjuva radikalizminin ana eğilimlerini temsil eden asker kadroların ideolojik açılımını yansıtmıştır. Bu kadro 1961 Anayasasını hazırlamak için Türkiye bilim dünyasının en aydınlık, en aydınlanmacı unsurlarının katılımını sağlamıştır. Bize 20 yıllık bir demokrasinin altın çağını yaşatmıştır. 1971 yarım kalmış bir sağcı darbedir. Askeri subay kadrosunda sol eğilimli cuntalaşmayı, darbe olasılıklarını önleme girişimiyle esas olarak sağcı, sermayeyi gözeten, emek örgütlerini frenleyen bir programla çıktı ama zaman tersti. Dünyanın sola kaydığı bir dönemdi, onun için başarılı olamadı. Hatta o kadar başarısız oldu ki, darbe bittikten sonra Türkiye’nin parlamenter solu -Ecevit CHP’sini kastediyorum- ilk defa demokratik sol bir programla, sınıfsal platformla sola kayarak iki kere iktidar olmuştur. 1980 darbesinin arifesine geldiğimizde ise Türkiye yeniden ama daha da zenginleşmiş bir biçimde 1945’teki ortama giriyordu. Parlamenter batı demokrasilerinin bütün akımları aşağı yukarı belli olmuştu. Sosyalist akımlar güçlenmişti; parlamentoda değil, parlamento dışında… Türkiye toplumuna, halk örgütlerine, sendikalara, köylü hareketlerine, kitle tabanına, kitle hareketlerine damgasını vurmuştu. Parlamenter sol, batı sosyal demokrasinin Kemalist bir versiyonuydu. Sosyal demokrasi geleneğinden gelmiyor. Aydınlanmacı Kemalist devrimlerin geleneğinden geliyor ancak sınıflara açılıyor. İki kere iktidar oldu ve getirdiği iktidarda dünya konjonktürü değişmiş. Talihsiz bir dönemde 1977-1980 arasında iktidarda. Sosyal demokrat ittifaklar arayarak sermayenin dış baskısını önlemeye çalıştı fakat muvaffak olamadı. En dramatik olan tespit ise şudur: Türkiye sermayesi tarafından çok partili, renkli bir demokratik düzene geçmenin seçeneği kösteklendi ve önlendi. Türkiye burjuvazisinin egemen unsurları, büyük sermaye unsurları 12 Eylül darbesini tetikleyen müdahaleyi yaptılar. Sözünü ettiğim ittifakın Türkiye’nin geleceğini belirleme seçeneğini kapattılar. Müdahale olmasaydı Türkiye’nin solu topluca yükselme halindeydi. Dış dünyanın ortamı elverişli değildi. Çünkü neoliberalizm, dünya çapında bir gündem oluşturmuştu ama Türkiye siyasetinin çok renkli ve çok sesli bir gelişim platformuna yerleşme olasılığı vardı. 12 Eylül bunu önemli ölçüde engelledi.

Hocam kitabınızda Gezi Direnişi için “Sözün Bittiği Yer” diyorsunuz ve direnişin “kendiliğinden” ve “olgun” bir sınıf bilinci içerdiğini söylüyorsunuz. Bu konuda izleyicilerimize neler söylemek istersiniz? 

Efendim bir kere Gezi, kitle tabanı; bütün Türkiye’yi sarstı. Milyonlarca insanın katılımı ile gerçekleşti.  Bu sayının hesaplamasını da emniyet yaptı. Büyük bir kitle hareketi olduğunu biliyoruz. Gezinin aşağı yukarı tümüyle işçi sınıfının hareketi olduğunu söyleyebilirim. İşçi sınıfını şöyle tanımlamak şartıyla ki bu Engels’in tanımıdır: “Emeğini satan herkes işçi sınıfının mensubudur.” Bu hareketi temsil edenler işçi sınıfının var olan ve/ya gelecekteki temsilcileridir, gençlerdir, üniversite gençleridir. Bu gençler diplomalarını aldıkları andan itibaren, hatta bir bölümü şimdiden işçi sınıfının beyaz yakalı saflarına katılmıştır. Dolayısıyla sınıfsal platform bir işçi sınıfı platformudur. İşçi sınıfının tüm temsilcilerini içermemekle birlikte -sene 2013’tür, 1980 darbesinin 33 yıl sonrasıdır- çoğunlukla beyaz yakalı işçiler, diplomalı profesyonel kadroların yani kendi hesabına çalışan kaliteli nitelikli emekçilerin de katılımıyla Türkiye toplumunu sarstılar. Talepleri neydi? Lider ve partileri olmadığı için bir programları yok. Ama biz bunu o hareketin bünyesinde ortaya çıkan eğilim ve değerlendirmelerden çıkarıyoruz. Bir kere şunu söylemek gerekiyor: Gezi, sermayenin, kapitalizmin en bozuk, yozlaşmış bir biçimini temsil eden kamusal varlıkları piyasalaştırmak, satmak ve el koymak isteyen bir kapkaççı sermaye grubuna ve onun iktidardaki temsilcilerine karşı gösterilmiş bir tepkidir. Bu nedenle antikapitalist bir tepkidir. Kapitalizmin Türkiye’de o tarihte ve bugün de yaşanmakta olan biçimlerinden birine karşı bir sınıfsal tepkidir. İkincisi uyguladıkları eylemler ve hayat tarzları bakımından kamucudur. Yani bizim malımızı derken tarihsel birikimlerin, ortaklaşa mamelekin sahibi biziz, halkız çağrısıyla size bunu bırakmayacağız talebidir. Buna ilaveten paylaşmacıdır. Eyleme katılan kitleler ihtiyaca göre paylaşım ilkesini uyguladılar. Sınırsız demokratikleşmeyi uyguladılar ki bu, insanlığın sosyal mücadeleler tarihinin nihai hedefi olan komünizmi günlük hayata taşıma eylemidir. Bu anlamda gezi olgun siyasi bir eylemdir. Ali Babacan’ın tespiti ise şöyleydi: Brezilya’da o sırada kamu taşıtlarına yapılan zamlardan ötürü ayaklanma var. Yunanistan’daki ayaklanmalar ise kemer sıkma politikalarına karşı yapılıyor. Bizde böyle bir şey yok, niye ayaklanıyorlar? Ali Babacan niye ayaklanıldığını algılayamadı; ayaklanıldı, çünkü ortada olgun sınıfsal bir tepki vardı. Gezi bana göre bu nedenle Bulgaristan ve Yunanistan’dakilere göre daha olgun bir sınıfsal tepkidir. Tehdit olarak algılandığı için de önlendi.

AKP’nin Türkiye’deki “sermaye iktidarlarının yozlaşmış bir örneği” olduğunu ifade ediyorsunuz: AKP, burjuvazinin genel çıkarlarını savunmak anlamında bir burjuva iktidarı, o sınıfın içsel dengelerini gözetmemesi, keyfi, ihya edici ve dışlayıcı uygulamaları sınırsızca ve pervasızca kullanma anlamında da yozlaşmış bir iktidar; sonuçta yozlaşmış bir burjuva iktidarı. AKP iktidarının bu hususiyetini izleyicilerimize birkaç cümle ile özetlemeniz mümkün olabilir mi? 

Islam ve Bati min
Ahmet Kayıntu (2020), Göçmen Müslüman Edebiyatında İslam ve Batı, Çizgi Yayınevi.
Çalışma İslam karşıtlığı, İslamofobi kavramı etrafında batılıların algısında Müslüman edebiyatını incelemeye çalışan bir eser. İslam karşıtlığı teriminin son 20 yıl içerisinde hızlı bir şekilde yaygınlık kazandığını; farklı bağlamlarda, farklı zamanlarda, farklı anlamlara gelecek şekilde kullanıldığını belirten Ahmet Kayıntu, Kuzey Amerika ve Avrupa’da Müslümanların uzun süreden bu yana kendi aralarında sosyolojik, tarihsel, coğrafi, kültürel hiçbir farkları olmayan bir kategorik kötü olarak değerlendirmelerini eleştirmektedir. Çalışmada Nanif Kureishi, Mohsin Hamid, H.M. Naqvi, Kamila Shamsie, Nadem Aslam, Halit Hüseyni, Azar Nafsi, Monica Ali ve Leila Aboulela’nın eserleri üzerinden Batı’daki İslamophobia kavramını analiz etmeye çalışır.

Bir kere şunu söyleyeyim Mete Bey: 1990’la 2002 yılları arasında Türkiye ekonomisi yönetimi koalisyon partileri tarafından işlendi. Bu yönetim 1980 öncesinde sağlanan dönüşüm dengelerini bir miktar yeniden kazandı. 1980 darbesinin emekten aldığı, emeğin aleyhine geliştirdiği uygulamaların bir bölümü telafi edildi. Koalisyon partileri emekçi sınıfların ekonomik taleplerini karşılama zorunluluğunu hissettiler. Bu yüzden sermaye, 1980 darbesinden sonra 8-9 yıl boyunca elde ettiği büyük avantajların bir bölümünü kaybetti. Ama bunun böyle devam edemeyeceği çıktı ki, buna da popülizm dendi. Popülizm ekonominin demokrasiye yedirilmesidir. Halbuki ekonominin kendi kanunları ile yönetilmesi bu nedenle de siyasetten arındırılması lazımdır. Bunu mademki Türkiye’deki partiler yapamıyor bir dış aktör lazım. Bu dış aktör ise hazır: IMF! Neo liberalizmi çevre ekonomilerine taşıyan ana aygıt. IMF programı 1998’de Türkiye’ye getirildi, ağır gerilimler ve çabalar sonunda 2002’de yarattığı tepkiler nedeniyle iktidarın devredilmesine bile yol açtı. Tek parti iktidarını sözünü ettiğim sermaye sınıfları IMF programını uygulamak şartıyla talep ediyordu. İşte AKP, o kritik dönemde tek parti iktidarı oldu. Popülizmin emeğe verilen ödünlerinden arınmış oldu. Bununla beraber IMF programını olduğu gibi üstlendi. Ali Babacan da 2015’e kadar gayet iyiydi diyor. AKP zayıfladıkça sermayenin genel desteğini ayrıcalıklı gözetilen, ödüllendirilen veya dışlanan, cezalandırılan, şantajlara maruz bırakılan sermaye ayrımını da yaptı. İşte bu yozlaşmış bir sermaye iktidarıdır. Başlangıç programı itibariyle tüm sermaye blokunun desteğine sahipti fakat 2015 sonrasında giderek küçük sermaye gruplarının bir anlamda tutsağı, bir anlamda da hamisi oldu. Bunun “beşli çete” gibi isimleri de kondu…

2015’te yayınlanan bir yazınızda faşizme geçişin tamamlanabilmesi için iki aşamanın daha geçilmesi gerektiğini belirtiyorsunuz.  Birincisi, “…varolan hukuk normları (Türkiye örneğinde temsili demokrasinin biçimsel, anayasal kuralları) içinde iktidar değişikliğinin imkânsız hale getirilmesidir. Bunun için bu kurallar önce fiilen çiğnenir; sonra da yeni yasalarla ortadan kaldırılır.” diyorsunuz. 2018’den sonra -ne yazık ki- bu birinci aşamayı artık aşmış olduğumuzu söyleyebilir miyiz? Faşizmin kalıcı tesisi için ikinci ve nihai aşama, son aşamaysa, “…faşist iktidarın toplum üzerindeki tahakkümünün pekişmesi, kalıcı hale gelmesi, vurucu etkili bir sivil gücün devreye sokulması[dır.]” diyorsunuz. Bugün baktığınızda bu iki kriterin neresindeyiz? Son analizde, Lenin’in sorduğu o soruyu sorarsak “Ne Yapmalı?”dır?

Kadinlar Yetti Artik min
Sibel Özbudun (2021), Kadınlar: Yetti artık… Êdî Bese… Ya Basta!, Kaldıraç Yayınları.
Sibel Özbudun Hoca kitabına “yetti artık!”, “yeter artık, dur yapma!” gibi anlamlara gelen “Yetti artık, Êdî Bese, Ya Basta!” kelimelerini yan yana kullanarak başlamış. Sibel Hoca’nın kitabı ataerkil kavramı üzerine bir tartışmayla başlayıp kapitalizm ve ataerki üzerine bir analizle devam etmekte; ardından AKP muhafazakarlığı, İslamcılık, neoliberalizm ve kadınlar sorununa eğilmekte. Üçüncü bölümde ise Sibel Özbudun kadınlara yönelik şiddet mevzuuna değinerek, içinde bulunulan dönemi kadınlar için olabilecek en kötü dönem olarak tanımlamaktadır. Özbudun çalışmasında kadın sorununa sosyalist perspektiften bakmakta ve feminist harekete de bu yönde kimi eleştirilerde bulunmaktadır. Bir anlamda Özbudun eleştirilerini kendi kelimelerinden yola çıkarak “Kızılı mora boyamak mı? Hayır, teşekkürler!” başlığıyla özetlemek mümkündür.

Ben 2017’yi önemli bir dönüm noktası olarak görüyorum. Anayasal düzen değişti. 2016 darbesinin yarattığı fırsatla kararname düzenlemesine tam geçildi. İkinci bir anayasal düzeltmeye ihtiyacı olmadan da geçme olasılığı vardı. Fakat her nedense böyle bir anayasal değişimi de gündeme getirmeye çalışıyorlar. İkinci husus şu: iktidarı devralmayacak şekilde garantilemek. Bunun eşiğinden dönülüp dönülmediği belli değil. 2019 yerel seçimlerinde özellikle İstanbul seçiminde bunu denediler. Bazı yerel yönetimlerin (kayyum atananların), yerel seçimleri uygulamadığını biliyorsunuz. İstanbul’a da uygulamanın eşiğinden dönüldü. Niye denemediler bilemiyorum. Çünkü sivil faşizmler belirli bir meşruiyet imgesini taşımak zorunda hissederler. Belli bir noktaya kadar o imge taşınmalı, tekrar teyit edilmelidir. Peki ama nasıl teyit edilecekti? İstanbul, 2019 Haziran’ında o son adımı atamadılar. “Acaba önümüzdeki günlerde atacaklar mı atmayacaklar mı?” işte bu noktadayız. Şunu da ekleyeyim: Bu iktidar, ekonomiyi ve ilaveten Türkiye’yi yönetememe eşiğine getirmek üzere. Yani yönetimi adeta sürdürememektedir. Bunun örneklerini mart sonunda Merkez Bankası Başkanının değiştirilmesinde de gördük. Hiçbir ekonomik anlamı yoktur. 4,5 ay sonra değiştirilen MB yönetimi, değişimden önce belli bir istikrar getirmişti. O istikrarı sürdürmeyi göze alamadılar. Acaba ayrıcalıklı sermaye gruplarının durumu çok mu kötüleşti de onları da kurtarmak gerekiyor(!)? Ondan sonra bir yığın eylem görüyoruz. Sarayda bir protokol tuhaflıkla karşılaştık. Bu tuhaflıklar ciddiyete dönüşür, ciddiyetin de ötesinde çılgınlığa dönüşürse ekonominin, toplumun, devletin yönetilmemesi değil; daha büyük felaketlere de yol açabilir. Öyle bir aşamadayız ki, faşizme geçişin nihai adımını atamamaları bile olasıdır. Ekonomi ve toplum, devlet dağılmadan bir şekilde toparlanması lazım. Biraz önce vurguladığım bu büyük demokratikleşme, Cumhuriyetçi değerleri tekrar kazanmak, sermayenin tahakkümünü frenleme gündemini sahiplenmek lazım. Türkiye’nin bütün Cumhuriyetçi, ilerici demokrat akımlarına ve aydınlarına düşen görev budur bence. 

Değerli Hocam, tüm konuklarıma sorduğum mutat bir soruyla sohbetimizi bitirmek istiyorum: Bundan sonra Korkut Boratav okuyucuları hangi çalışmalarınızı okuyacaklar?  

Efendim araştırmaya, çalışmaya ve yazmaya ara vermiyorum. Sizin bu sözünü ettiğiniz kitabımın içeriğini oluşturan yazılar yazmaya devam ediyorum. Haftada bir, yazımı internet sitelerine yolluyorum. Bu yazıların kaynaklarını fırsat buldukça derlemeye çalışıyorum. İktisatçıyım, dolayısıyla akademik denebilecek, daha dar anlamıyla iktisat çalışmalarına da devam ediyorum. O tür çalışmalar- kitap anlamında değil; belli bir olgunluk aşamasına geldikçe derlenip kitaplaşacak yayınlar demek daha doğru olur- yapıyorum. Ama her halükârda çalışmaya üretmeye devam ediyorum. Bu soruyu da dinleyicilerimiz için bu şekilde cevaplandırmış olayım Mete Bey, çok teşekkür ederim.

Ben teşekkür ederim Hocam, dilerim en yakın zamanda sizi tekrar dinleme şansına sahip oluruz.

 

Bir Cevap Yazın

SON YAZILAR