Kapitalizmin krizlerle ilerleyen, güç dengeleri sermaye lehine olduğunda krizlerle ayakta kalan ve büyüyen özelliğinin yanına krizle yönetimi de eklememiz gerekiyor; özellikle de işçi sınıfının ve toplumsal muhalefetin örgütsüz, dağınık olduğu koşullarda bile isteye çıkarılan krizler iktidarlara ve sermayeye can simidi oluyor.
Ülkemiz açısından baktığımızda 7 Haziran 2015 seçimlerinden bu yana yaşadığımız bile isteye çıkarılan krizler ve çatışma ortamıyla sürdürülen bir yönetim anlayışıdır. Bunun son halkası da kuşkusuz Boğaziçi Üniversitesi’ne kayyum rektör atanması ve ardından yaşadıklarımızdır.
Saray/AKP/MHP bloğunun bu atamanın sonuçlarını kestirememesi mümkün değil. Buna rağmen üniversite dışından ve AKP’li, intihalci (makale hırsızı) birini rektör atadılar. Üniversite kural ve değerlerine, demokratik ve bilimsel eğitim talebine sahip çıkan öğretim üyeleri, öğrenciler doğal olarak karşı çıktılar. Her ‘demokratik’ ülkede olması gerektiği gibi basın açıklamaları ve boykotla bu karşı çıkışı dile getirdiler.
Saray bu itirazları ciddiye almak yerine devletin tüm kurumları ve gücüyle karşı hamleler yaptı; yapıyor ve yapacağının sinyallerini veriyor. Çok sayıda öğrencinin gözaltına alınması, şiddet kullanılması, bazı öğrencilerin tutuklanması, bazılarının ev hapsi koşuluyla bırakılması Saray’ın baskıcı, otoriter yanı kadar, kurulan rejimin de yüzünü bir kez daha gösterdi.
Elbette bu kadar değil;
Boğaziçi Üniversitesi öğrencilerinin eylemlerini terör örgütleriyle ilişkilendirme çabaları, LGBT’li bireylere karşı iktidarın tüm bileşenlerince kullanılan nefret dili, son olarak da doğrudan Cumhurbaşkanı tarafından Osman Kavala’nın eşi Boğaziçi Üniversitesi öğretim üyesi Ayşe Buğra’ya yönelik saldırgan ve hedef gösteren açıklamalar krizin büyütülmesi için her yolun deneneceğini gösteriyor.
Bu yapılan ve söyleneneler yalnızca gündem değiştirmek olarak okunmamalıdır. Gündem değiştirilmiyor, tersine Saray/AKP/MHP bloğu gündemlerini yaşama geçiriyor. Her ne kadar sürekli olarak Gezi Direnişi’ni dile getirip Boğaziçi’yle bağlantılı gösteriyor olmaları, muhalefet açısından Gezi korkusu olarak yorumlansa da gerçekliğimiz Gezi’den çok uzak. Toplumsal muhalefet olarak moral bulmamızı, üzerimizdeki ölü toprağını silkelememizi sağlasa da Gezi karşılaştırması Boğaziçi’nde direnenlere ağır bir sorumluluk yüklemek olur.
Biz Gezi’de neredeydik, Boğaziçi’nde neredeyiz, yarın nerede olacağız sorularını bugünden sorup yanıtlamak zorundayız.
Gelinen aşamada Saray, Boğaziçi’ndeki sıkışmışlığını yeni fakülteler açarak aşma yolunu seçti. Yönetimini oluşturamayan kayyum rektörün bu fakültelere atanacak akademisyenlerle yönetimini oluşturup üniversiteyi yönetmesi sağlanacak. Bu durumun yaratacağı gerginliğin boyutunu bugünden öngörmek zor olsa da; Saray’ın şu an görevde olan akademisyenlere ve eylemlerde öne çıkan öğrencilere karşı intikam almaya dönük ‘yasal’, ‘yargısal’ olanaklarla birlikte özellikle MHP üzerinden fiziki saldırılara da yönelmesi beklenmelidir.
YASALARA UYMAYANLARIN ANAYASASI
Boğaziçi Üniversitesi’ndeki direnişle eş zamanlı olarak Saray tarafından ortaya atılan MHP tarafından ‘Cumhurbaşkanlığı hükümet sistemine uygun bir Anayasa gereklidir’ denilerek içeriğinin ne olacağı şimdiden belli bir Anayasa tartışması başlatıldı.
Bu Anayasa tartışmasını yalnızca gündem değiştirmek olarak değil, Saray ve AKP’nin gelecek açısından hedefinin ne olacağının açığa vurulması olarak görmemiz gerekiyor (Bugün iktidar ortağı olan MHP gelecekte olmayabilir). Bu tartışmaların arasında yine MHP seçim kanunu, siyasi partiler kanunu vb. değişikliklerin de olabileceğini açıkladı.
Bu tartışmalarda, toplumsal muhalefetin tüm bileşenlerinin “şu an Anayasa’ya, yasalara, ulusal ve uluslararası yargı kararlarına uymayan Saray/AKP/MHP bloğunun yeni Anayasa yapmak bir yana tartışmak için bile meşruiyetinin olmadığını yüksek sesle dile getirmesi gerekiyor.
Sendikal örgütlenme haklarını kullanan işçilerin işten çıkarılması, Selahattin Demirtaş, Osman Kavala örneklerinde olduğu gibi tutukluluğun cezaya dönüştürülmesi, Boğaziçi Üniversitesi’ndeki akademisyen ve öğrencilerin, LGBT’li bireylerin masumiyet karineleri çiğnenerek terör örgütü üyeleri olarak gösterilmesi, OHAL döneminde KHK ile ihraç edilen binlerce kamu çalışanının yargıya başvurma haklarının yok sayılması, belediye başkanlarının görevden alınıp yerlerine kayyum atanması gibi yüzlerce hukuksuzluğun sorumlusu, uygulayıcısı ve savunucusu olanlar demokratik ülkelerde yeni bir Anayasa yapamazlar hatta bunu tartışamazlar bile.
Saray ve AKP Meclis’te referandum için bile gerekli oyu bulamayacaklarını bilmelerine rağmen; kurdukları düzenin ve kendilerinin şu haliyle güvende olmadıklarını biliyor. Muhalefete yönelik parçalama operasyonlarından şu ana kadar istedikleri sonucu alamadıkları da ortada. Anayasa tartışmaları (mevcut Anayasa’nın darbe ürünü olduğu da eklenerek) yoğun bir propaganda toplumun iyice kutuplaştırılması için de iyi bir araç olacak. Saray ve AKP kendi seçmenlerini tahkim ederken, ayrılan, kararsızlara katılan seçmenlerine muhalefeti darbeci, başörtüsü düşmanı, terör destekçisi vb. göstererek tercihe zorlayacak. Bunu anlamak için 2017’de yapılan Anayasa değişikliği referandumunu anımsamak yeterli. Saray ve AKP bu tartışmalarla toplumun yarısı tarafından meşruluğu sorgulanan Anayasa değişikliği referandumu ve son genel seçimlerin üzerindeki meşruiyet tartışmalarını da gidermeyi amaçlıyor olabilir.
Esas olarak HDP başta olmak üzere tüm muhalefetin eşit temsiliyle tartışmaya dahil edilmediği bir Anayasa yazım süreci şu anki fiili durumun yasallaştırılmasından başka bir sonuca ulaşmaz.
YASALARA UYMAYANLARIN YARGISI
“Anayasal düzeni ortadan kaldırmaya teşebbüs” ve “casusluk” suçlamalarıyla yargılanan Osman Kavala’nın bu davasında mahkeme Gezi Davası’yla birleştirilmesi kararı verdi. Bu yolla Osman Kavala’nın Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi (AİHM) kararına rağmen tutukluğunun sürdürülmesine, Gezi Davası’nın diğer sanıklarının cezalandırılmasına (veya gözdağı verilmesine) yönelik bir adım atıldı.
Selahattin Demirtaş hakkında “tehdit” ve “terörle mücadelede görev alan kamu görevlilerini hedef göstermek” suçlarından açılan yeni bir dava ile AİHM kararına rağmen tutukluğunun sürdürülmesi amaçlanıyor.
Boğaziçi eylemlerinde gözaltına alınan ve tutuklananlara yönelik olarak da bir çoğu 1970 veya 1980’lerde ortadan kalkmış örgütlerin üyesi olmak suçlaması yapılması da yargının yargılamaktan önce cezalandırmak için hareket ettiğini ve Saray’ın günlük ihtiyaçlarına yanıt verdiğini göstermektedir.
YOKSULLUK, İŞSİZLİK, AHLAKSIZLIK
Kuşkusuz en önemli gündemlerden biri, hatta ilki yoksulluk, işsizlik ve emekçilere yönelik saldırılardır. Saray/AKP/MHP bloğunun günden güne erimesine, seçmen yitirmesine ve gündem belirlemekte zorlanmasına yol açan en önemli alan, çalışma yaşamı olmaya devam ediyor. Yapılan bir kamuoyu araştırmasında Boğaziçi eylemleri sırasında Saray’ın rektör atamasını haklı bulanların oranı %20’ydi. AKP seçmenlerinin ancak %35 Saray’ın bu atamasına destek veriyor. Terör, LGBT, din düşmanlığı, dış mihraklar vb. gibi toplumun (sağ seçmenin) anında tepki vereceği suçlamalar karşılık bulmamış görünüyor.
Gerçek enflasyonun %35-40 aralığında olduğu ve her geçen gün alım gücünün düştüğü koşullarda toplumun büyük kısmının ilk gündemi geçim. Çalışanlar işini korumak, işsizler iş bulmak için çırpınırlarken muhalefet de Saray’ın çektiği, öne çıkardığı alanlara yöneliyor.
Geçtiğimiz hafta eylemlerini Ankara’ya taşıyan PTT Sen yönetici ve üyeleri gözaltına alındı. Migros’ta DGD Sen, Ekmekçioğlu’nda (Çorum) Birleşik Metal İş, Ermenek’te Bağımsız Maden İş başta olmak üzere birçok işyerinde (işten çıkarma yasağına rağmen) özellikle sendikal örgütlenme içerisinde bulunan işçiler İş Kanunu’nun 25/2 maddesinde düzenlenen “ahlak ve iyi niyet kurallarına aykırı hareket ekmek” suçlamasıyla işten çıkarılıyor (kod 29). Yemek Sepeti’nde örgütlenen Nakliyat İş yetki aşamasına gelmişken işçilerin iş kolu değiştiriliyor.
Ulusal ve uluslararası mevzuata göre güvence altında olması gereken örgütlenme hakkı Saray rejiminin gözleri önünde ihlal edilirken bir de kolluk güçleri aracılığı ile bastırılmaya çalışılıyor. İşçileri işten çıkarmak için “ahlak ve iyi niyet kurallarının ihlalini” gerekçe yapan sermayenin bu ahlaksızlığı ve yasadışılığını görmeyen iktidar ve yetkililer emekçilerin hakkı olanı istemelerine, sokağa çıkmalarına tahammül edemedikleri gibi terörize etmeye çalışıyorlar. Mukavemet olarak işçi sınıfının haklı kavgasının parçası ve tarafı olmaya devam edeceğiz.
YA TUTARSA POLİTİKASI
ABD’de Biden’ın seçilmesi sonrası batıya yönelik adımlar atan Saray şu ana kadar yeni başkanla görüşebilmiş değil. Trump’ın son günlerinde uygulamaya koymak zorunda kaldığı CAATSA yaptırımlarının kaldırılmasıyla ilgili komisyon kurulacağı yönündeki açıklama ABD tarafından yalanlanmış, S-400’lerin en önemli koşul olduğu açıklanmıştı.
Bu arada dışarıya hukuk, ekonomi alanlarında reform hazırlıkları yapıldığı duyurulmuştu. Boğaziçi Üniversitesi’ndeki polis müdahalesi sonrası dışarıdan gelen tepkilerden ABD ve Fransa’ya sert yanıtlar verildi. Süleyman Soylu’nun “15 Temmuz’u Fetö yapmadı” dedikten sonra ABD’yi işaret etmesi, Saray’ın ABD’ye “ırkçılık yaptınız”, Fransa’ya “sarı yelekliler meselesini hallet” gibi çıkışlar iktidarın değişmediğini gösteriyor. Batı Bloğu’ndan koparım, Rusya’ya yaklaşırım sinyali gibi okunabilecek bu hamlelerde unutulan şey; Biden’ın dış politikasının Trump öncesine dönmeyi hedeflediğidir.
Emperyalizm karşıtı olması mümkün olmayan Saray/AKP/MHP bloğunun bu çıkışı en fazla başta Ortadoğu ve Akdeniz olmak üzere rol kapma/ alma çabası olarak okunabilir. Mart ayında yapılacak NATO toplantıları, 30 Mart’a ertelenen AB yaptırımlarının görüşülmesi yaklaştıkça bu söylemlerin yerini bir kere daha “yerimiz batıdır, NATO’dur”, “AB hedefimiz sürüyor” gibi sözler alacaktır. Kaldı ki, Almanya’yı ziyaret eden Milli Savunma Bakanı Hulusi Akar’ın Almanya’dan talep ettiklerinin arasında “Türkiye’ye silah satış yasağının kaldırılması” oldu. Fiili olarak uygulanmadığı iddiaları olsa da resmi bir yasağın kaldırılması AB ile ilişkiler açısından önemli bir rahatlama sağlayacağını biliyorlar. Bu ziyarette Akar’ın “Akdeniz’de bilimsel araştırma yapıyoruz” sözü ise Yunanistan ve Fransa ile Akdeniz’de yaşanan krizi bitirme isteğini gösteriyor. Bu sözün bir önemli yanı da Tayyip Erdoğan’ın Akdeniz ve Ege Denizi konularındaki açıklamasını tekzip niteliği taşımasıdır. İktidar içi güç dengelerine nasıl yansıyacağını da ileride göreceğiz.
Bütün bu tabloda mukavemeti güçlendirmek, ülkenin dört bir yanında mukavemet edenler ile buluşabilmenin olanaklarını yaratmak dünden daha fazla gerekli ve önemli!