Cumartesi, Nisan 27, 2024
spot_img

Neandertal İnsandan Derin Dondurucuya Kurban

Günümüzde insan kurban etme geleneği yok. Artemis’in gönderdiği dişi geyik, Cebrail’in getirdiği koç “işe yaramış” görünüyor. Kan akıtmaya dayalı kurban geleneği hemen sadece İslam ülkelerinde devam ediyor. Nedir, İslam dünyasının “kurban” ile olan ilişkisi başka bir boyuta taşınmıştır; çok tehlikeli bir boyuta!

Zamanımızdan 4,5 milyon yıl öncesinde Afrika kıtasında yaşayan ilk insansılara ait fosiller uzun yıllardır bilim insanları tarafından inceleniyor. Bulunan en eski fosiller olan ve Australopithecus olarak adlandırılan insansı türünün, ölüm karşısında aldırışsız davrandığını gösteren bulgular vardır. İnsansı fosiller rastgele, dağınık olarak ve terk edilmiş olarak bulunmuş, ölülerin toplu olarak ve belli bir alana gömüldüğünü gösteren izlere rastlanmamıştır. Australopithecus Africanus ve Australopithecus Robustus’lar da ölülerini gömmüyorlardı. Evrimin ilerleyen aşamalarında karşılaştığımız ve günümüzden 1,8 milyon ile 400 bin yıl kadar önce yaşamış Homo Erektus’a ait fosillerde de kendi türüne ait ölülere özel bir ritüel uygulandığına, gömüldüklerine dair işaretler bulunamamıştır. Bu bulgulardan yola çıkarak söyleyebiliriz ki günümüzden 400 bin yıl öncesine kadarki atalarımız, milyonlarca yıl boyunca ölüme ve/veya ölümden sonra bir varoluşa anlam yüklememişlerdir. Kafatası hacmi 700-800 santimetre küp kadar olan ilk insansıların sahip oldukları beynin frontal loblarında tanrı, doğaüstü güçler, ölümün bilinmezliği gibi soyut fikirlerin, kültürel yetilerin gelişmesine yetecek yer olmadığı söylenebilir.

Neandertal insanları

Kafatası hacminin 1500 cc civarına ulaştığı Neandertal insanların tarih sahnesine takribi olarak 440 bin yıl önce çıktığı ve yaklaşık 40 bin yıl önce soylarının tükendiği sanılmaktadır. Neandertaller, insanımsılar içinde kendi türünden ölenleri gömen ilk türdür. Neandertallere ait bugüne kadar çok sayıda mezar alanı tespit edilmiştir. Neandertallerin bir tanrı kavramı geliştirip geliştirmediklerinden emin değiliz ama doğaüstü güçlerden medet umduklarını ve bir inanç kültü geliştirdiklerini gösteren bulgular vardır. Neandertal kabileleri oldukça dağınık kamplar kurmuş olsalar da birbirlerinden kopmamış ve bir kültürel ilişki içinde olmuşlardır. Neandertallerin, ölülerin yanlarına öbür dünyada yemeleri için gerekli olacak yiyecekler bıraktıkları, çeşitli hayvanların boynuz ya da kemiklerini mezara koymaları, mezarın üzerini ağır yassı taşlarla kapattıkları görülmüştür. Fransa’da la Chapelle aux Saints adlı doğal mağara, Neandertallerin ölü gömme âdetleriyle ilgili benzersiz bir örnek oluşturmaktadır. Mağara tek kişilik bir mezar olarak kullanılmıştır. Buluntular, 50 bin yıl kadar önce yaşamış, çok saygın bir Neandertal adamın buraya gömüldüğünü göstermektedir. Neandertallerin bu mağarayı konut olarak kullanmadıkları, mağara tavanının bir insanın rahatça girip dolaşması ya da yaşaması için uygun olmadığı anlaşılmıştır. Ölen Neandertal, kabilenin kutsiyet atfettikleri bir kişi olmalıdır. Ölenin yanına dirildiğinde kullanması için taş aletler ve yemesi için sığır budu bırakılmıştır. Demek ki ölümden sonra yaşamın varlığına dair bir inanç dünyaları bulunuyordu. Ama en önemlisi, mezarın bulunduğu mağara içinde çok sayıda yanmış hayvan kemikleri bulunmuştur. Yani Neandertaller, bu kişinin gömüldüğü mağarayı düzenli olarak ziyaret ediyor, kestikleri hayvanların etlerini burada yiyor ve bir tür ibadet ediyorlardı. Buluntular, bugünküyle aynı anlamda olmasa da bir kurban ritüelinin gerçekleşmiş olduğunu göstermektedir.

Neandertallerin doğaüstü güçlere ait bir inanç kültü geliştirdiklerini gösteren pek çok bulgu vardır. Rusya’da Ural bölgesinde bir mağarada 60 cm derinliğindeki bir çukura yaklaşık 6 aslanın kafatası yığılmış, bunların arasına bir de mağara ayısının kafatası konulmuştur. Kafataslarının bilinçli bir şekilde istif edildiği anlaşılmaktadır. Lübnan’da bir mağarada “geyik kültü” karşımıza çıkmıştır. Mağaranın derinliklerinde 50 cm çapında bir alan içerisine, avlayıp etini yediği geyiklerin ayakları ve gövde parçaları üst üste yığılmış, en tepeye de geyik kafatasları yerleştirilmiştir. Oluşan yığının etrafına taş aletlerini dizmiş ve tüm yığını kırmızı aşı boyası ile kaplamışlardır.

Homo Sapiens ve Paleolitik Çağ

Homo Sapiens, tarih sahnesine çıktığı 40-50 bin yıl öncesinden itibaren doğaüstü güçlere, avladıkları ve/veya korkup kaçındıkları hayvanlara ait çok zengin bir inanç dizgesi kurmuştur. Fransa’da 17 bin yıl öncesine tarihlendirilen Lascaux mağarasının yüzlerce metre derinliğindeki galeriler, o dönemde yaşamış Ren geyiği, bizon, yaban sığırı, mamut, step atı, kıllı gergedan, yaban domuzu gibi çeşitli av hayvanlarıyla doludur. Üstelik Sapienslerin bu galerilerde hiç yaşamadıkları ve sadece bir tür ibadet yeri olarak kullandıkları anlaşılmaktadır. Fransa’nın Chauvet mağarasında 37 bin yıl öncesine tarihlenen ve girişten yüzlerce metre içerideki galeriler atlar, dişi aslanlar, domuzlar, bizonlar ve daha nice irili ufaklı hayvanlarla doludur. Bu galerilerde resim sanatının en çarpıcı örneklerini görüyoruz. Fransa’nın güneyinde bulunan Niaux mağarasının girişinden 500 metre içerideki galerilerin duvarlarında insan elinin uzanamayacağı kısımlara kırmızı ve siyah boya kullanılarak çizilen yaban atı, keçi ve geyik resimleri bulunmuştur. Sapiensler bu mağaralarda törenler yapıyor, ibadet ediyorlardı. Büyük olasılıkla avlarının bereketli geçmesi için dualar ediyor, tapınıyorlardı. Bu nedenle Sapienslerin Paleolitik çağda hayvanlara yönelik kurban ritüellerine sıklıkla başvurdukları söylenebilir.

Görkemli Tapınaklar Çağı

Literatürde görkemli tapınaklar diye adlandırılan bir çağ yok kuşkusuz. Nedir, günümüzden yaklaşık 12.000 yıl önce avcı toplayıcı topluluklar aşamalı olarak tarım toplumuna evrilmeye başlamış ve sosyal, kültürel gereksinimleri doğrultusunda kült yapılar inşa etmeye girişmişlerdir. Kimilerinin “Tarım Devrimi” olarak tanımladığı bu dönem insanlık tarihinin ilk büyük kırılma noktasıdır. Aynı zamanda Neolitik Çağ olarak da tanımlanan bu dönemde, Sapienslerin geliştirdiği sosyal ve siyasal yaşama, kültürel ve inanç kültlerine ait muazzam bir değişim, dönüşüm yaşanmıştır. Bu çağın en önemli işareti görkemli tapınaklar veya daha iyi ifadeyle kült yapılardır. Örneğin Şanlıurfa yakınlarında kazıları devam eden Göbeklitepe kült yapılar topluluğunun 12000 yıl önceye dayanması çok çarpıcıdır. Muhtemeldir ki Göbeklitepe yapıları, toplayıcı avcı döneminden tarım dönemine geçişin erken dönemlerinde inşa edilmeye başlamıştır. Yerleşik topluma geçmeye hazırlanan Homo Sapiens, görkemli bir inanç merkezi kurmaya gereksinim duymuştur. Göbeklitepe buluntuları, o dönem toplumlarının güçlü bir ruhban sınıfı geliştirmiş olabileceklerine işaret etmektedir. Göbeklitepe’de gündelik yaşama ait insan yerleşimine dair izler bulunmazken, kazılarda ortaya çıkarılan çok sayıda hayvan kemikleri bu bölgede yaygın olarak kurban kesildiğini göstermektedir. Ama sadece hayvanlar mı kurban ediliyordu?

Ruhban sınıfı geliştiren toplumlarda insan kurban edilmesinin çok sayıda örneği bulunmaktadır. Göbeklitepe’de bulunan binlerce hayvana ait kemiklerin yanında insan kemiklerine de rastlanmıştır. Bu kemiklerin inşaatta çalışanların veya ziyaret edenlerin kemikleri olabileceği gibi kurban edilen insanlara da ait olabileceği düşünülmelidir.

Göbeklitepe tahminlere göre 2500-3000 yıl kadar süre aktif kullanılmıştır. Bu nedenle bu alandaki herhangi bir buluntuya bakarak tüm Göbeklitepe kült yapılarının işlevlerinin anlaşılması mümkün değildir. Göbeklitepe gibi asırlar boyunca kullanımda kalmış bir kazı alanının farklı bilimsel disiplinler tarafından daha yıllarca incelenmesi gerekecektir. Kaldı ki Göbeklitepe yapılarının inşa edildiği tarihin günümüzden 12000 yıl önceye dayanması, ilkel toplumlara ait bildiklerimizin, olası hipotezlerimizin birçoğunu geri dönüşüm kutusuna atmış görünmektedir.

İnsan kurbanının izlerinin peşinde…

Çeşitli toplumlarda doğaüstü güçlere parmak, el, kol, penis, saç, kulak gibi organların vücuttan koparılarak sunulduğu kurban törenleri gerçekleştirilmiştir. Bunun en uç örneğinde insanın öldürülerek kurban edilmesi bulunmaktadır.

Arkeolojik ve Antropolojik çalışmalar, insan kurban edilmesine dair izlerin Neolitik çağdan itibaren yaygın olarak bulunduğunu ve bu ritüellerin tarım kültürü ile sıkı sıkıya ilişkili olduğunu göstermektedir.

Tarih boyunca insan kurban etmeye dayalı örnekler, hemen daima bir ruhban sınıfının varlığına ve bu sınıfın gücüne işaret eder. Soylu yönetici sınıfı ile ruhban sınıfının iş birliği sonucunda insanların kurban edilmesi hem düşman topluluklara hem de kendi halklarına gözdağı vermek için müthiş bir olanak sağlamıştır. Nedir; insan kurban edilmesine ait ritüel, ruhban sınıfına kontrol edilmesi güç bir ayrıcalık ve yetki vermiştir.

İnsan kurban edilmesinin uzak geçmişten yakın çağlara kadar uzanan bir dini ritüel olduğu anlaşılmaktadır. Örneğin günümüzden 3000 yıl önce Finikeliler savaşa gitmeden önce çocuk kurban etmezlerse başarılı olamayacaklarına inanırdı. Frigyalılar, M.Ö 1200 yıllarında Anadolu’da güçlü bir uygarlık kurmuşlardır. Bir kral tarafından yönetilen Frigya’da topraklar üzerinde geniş yetkilere sahip bir ruhban sınıfı bulunmaktadır. Frigyalılar’da hasat dönemlerinde insan kurban edildiğini gösteren arkeolojik ve mitolojik işaretler vardır. Hindistan’da Thug tarikatı 19. yüzyılda tanrıçaları Kali için bine yakın insanı ruhmal adı verilen bez parçaları ile boğarak kurban etmişlerdir.

İnsan kurbanına ait en çarpıcı ve kanlı ritüelin Mezoamerika kültürlerine ait olduğu söylenebilir. İnka, Aztek ve Maya’larda, genellikle savaş esiri olan kurbanlar, tapınak olarak kullanılan piramitlerin tepesindeki sunak taşına yatırılır, başrahibin yardımcıları kurbanı kol ve bacaklarından tutarlardı. Başrahipler, ellerindeki obsidyenden yapılma bıçakla esirin karın/göğüs boşluğunu yararlar ve kurban ölmeden önce elleriyle kalbini söküp dışarı çıkarırlardı. Mezoamerika kültürlerinde bakire genç kızların ve genç erkeklerin de kurban edildiğine dair bulgular vardır.  Bu törenler sırasında aynı gün içinde binlerce kişinin kalplerinin sökülerek kurban edildiği anlaşılmaktadır. Azteklerin başkenti Teocalli tapınağındaki çalışmalarda 136.000 insan kafatası sayılmıştır. İnkalar, insan kurbanının güneş tanrısı Uirakoşa’nın günlük gıdası olduğunu varsayarlar. Mezoamerika kültürlerinde düşman esirlerin kurban edilmesi, toplumu yabancı güçlere karşı şiddetle konsolide etme ve düşmanlara korku verme, saldırmaktan caydırma anlayışının varlığına işaret eder.

Hindistan’ın bazı yörelerinde yakın zamana kadar soylu, zengin bir erkeğin ölümünden sonra eşlerinin kurban edildiği bilinmektedir. Eş ve hizmetçilerin efendilerine öbür dünyada da hizmete devam etmesi için kurban edilmesine ait gelenek, Mısır’da firavun ve soylu sınıflara ait mezarların incelenmesinde tüm kanıtları ile ortaya koyulmuştur. Orta Asya bölgesinde eş ve hizmetçilerin kurban edildiğine dair geleneğe dair çok sayıda anıt mezar ortaya çıkarılmıştır. Öte yandan, bu geleneğin kurban ritüeline olan benzer yanları olmakla beraber “insan kurbanı” başlığı altında incelenmesini doğru bulmayan görüşler vardır.

Çok güçlü bir ruhban sınıfı oluşturan Kelt topluluklarında da Druid adı verilen rahiplerce insan kurban edildiğini gösteren güçlü kanıtlar bulunmaktadır. Eski Roma uygarlıklarında da insan kurban etme ritüelinin bulunduğu, M.Ö 97 yılında Roma Senatosu tarafından insan kurban edilmesinin yasaklandığını görüyoruz. Roma’da insan kurban edilmesinin yasaklanması ile Hristiyanlığın ortaya çıkışı arasındaki sürenin kısalığı, zamanlamanın manidar olduğuna işaret etmektedir.

1980’li yıllarda Diyarbakır’ın Ergani kazası sınırları içindeki Çayönü tepesinde yapılan arkeolojik kazılar bize çok sayıda veri sunmuştur. C14 ile yapılan tarihlendirme çalışmaları kalıntıların günümüzden 9-10 bin yıl önceye ait bir devre ait olduğunu göstermektedir. 1984 yılında ortaya çıkarılan 3 oda ve bir avludan oluşan yapı oldukça çarpıcıdır. Odalarda 71 adet insan kafatası çıkarılmıştır. Buluntular üzerinde yapılan incelemeler kafataslarının farklı zamanlarda bu odalara yerleştirilmiş oldukları ve bu başların başka bir yerdeki gövdelerinden ayrılıp buraya taşınmadığını, çok muhtemelen aynı yerde canlıyken kesilip buraya yerleştirilmiş olduğunu göstermektedir. Önemli bir ayrıntı ise kafataslarının yaşlarına aittir; kesik başların neredeyse tamamına yakını 30 yaş altındaki gençlere aittir. İnsan kurbanına ait en önemli kanıt ise bulunan üç odaya bağlı avluda üzerinde kan izleri bulunan büyük yassı bir taşın varlığıdır.

Güzellik Yarışması

Truva savaşı öncesi yaşanan tek bir kurban ritüeli, yüzyıllar boyunca pek çok sanatçıya ilham kaynağı olmuştur. İnsanların kurban edilmesindeki en şiddetli kırılma noktası, Truva savaşı öncesinde İphigenia’nın kurban edilme girişimidir. Nasıl mı?

Mitolojiye az da olsa aşinalığınız veya kulak dolgunluğunuz varsa tarihin ilk güzellik yarışmasını hatırlayacaksınız. Bıraksanız birbirinin gözünü oyacak üç tanrıçadan en güzeline verilmek üzere bir elma atılır ortaya. Zeus uyanık, kararı kendisi vermek istemez. Hera, Athena ve Afrodit’ten hangisinin en güzel olduğunu belirlenmesinde “bilirkişilik” yapmak üzere Truva kralı Priamos’un oğlu Paris’i görevlendirir. Zavallı Paris, üç tanrıçanın üçünü de memnun etmenin yolu yoktur, birinden birini seçmek zorundadır. Tanrıçalar işi şansa bırakmazlar, Paris’e açıkça rüşvet teklif ederler. Hera krallıklar ve imparatorluklar, Athena üstün savaş becerileri ve bilgelik, Afrodit ise dünyanın en güzel ölümlü kadınının aşkını vadeder. Paris, içlerinde en güzel olduğu için mi yoksa dünya güzeli bir kadının aşkını tercih ettiği için mi bilinmez ama Afrodit’i seçer, başı da beladan kurtulmaz. Kolayca tahmin edebileceğiniz gibi yaptığı bu tercih yüzünden iki güçlü tanrıça, Hera ve Athena’yı kendine düşman etmiştir.

Truvalı Paris’in yaşadığı dönemde dünyanın en güzel kadını Sparta Kralı Menelaus’un karısı Helen’dir. Afrodit nasıl bir dümen çevirdiyse Paris ve Helen birbirlerine âşık olurlar ve tanrıçanın yardımı ile Sparta sarayından kaçıp Truva’ya varırlar. İşte kızılca kıyamet o zaman kopar: Sparta Kralı Menelaus konuyu gurur meselesi yapar ve Miken Kralı ağabeyi Agamemnon’dan yardım ister. Diğer Yunan krallarının desteği ile muazzam bir ordu ve donanma hazırlanır. Yunan şehir devletlerinin böyle bir savaş makinasını bir araya getirmelerinin sebebinin Sparta kralı Menelaus’un kırılan gururunu tamir etmek olduğuna dair iddiayı ciddiye almayın. Bunca büyük bir orduyla Truva’ya saldırılmasının gerçek sebebi terkedilmiş bir kocanın kıskançlık krizi değildir. İyice palazlanmış Yunan şehir devletleri Anadolu’yu ilhak etmek istemekte ve bu yolla Asya’ya egemen olma planları yapmaktadırlar. Helen’in kocasını bırakıp sevgilisiyle Truva’ya kaçması savaşın bahanesidir. Dev donanma Agamemnon’un komutasında hazırlanır; hazırlanır ama minik bir rüzgârgülünü bile kıpırdatacak rüzgâr yoktur. Kâhinler rüzgârları Artemis’in serbest bırakmadığını ve onu memnun etmek için bakire bir kızın kurban edilmesi gerektiğini bildirirler. Kurban olarak seçtikleri kişi ise kral Agememnon’un kızı İphigenia’dır. Agamemnon karşı çıkar, mırın kırın eder ama kral olması kâhinlere sökmez, rüzgârın esmesi için İphigenia kurban edilmelidir. Kahinlerin bu hamlesi, ruhban sınıfın soylu yönetici sınıfa bir meydan okumadır. Rüzgârın çıkması için bekleyen devasa ordunun baskısını kaldıramayan Agememnon kızının kurban edilmesini kabul eder. Nedir, tam kurban töreni sırasında Artemis bir dişi geyik gönderir, kurtardığı İphigenia’yı ise kendine ait bir tapınakta rahibe olarak görevlendirir.

Neden antik çağ insanının muhayyilesinde İphigenia kurtarılmıştır? Anadolu topraklarını istila ederek daha da güçlenecek olan soylu yönetici sınıfına “kimin daha güçlü olduğunu” göstermeye çalışan ruhban sınıfı, krala meydan okumuştur. Kahinler Agamemnon’un otoritesi karşısına kendi dinsel güçlerini koymuştur. İnsanların kurban edilmesinin ruhban sınıfına verdiği güç, din adamlarını, asalete dayalı siyasi iktidar sahipleri için bir tehlike haline gelmiştir. Kral Agamemnon’un kızının kurban edilmesi sembolik bir anlam taşır. Artemis’in kurtardığı, koruduğu İphigenia değil, Agamemnon ve onun sınırsız yetkileridir. Yönetici, soylu sınıfların ruhban sınıfıyla mücadelesi binlerce yıl boyunca kanlı savaşlara sebep olmuştur.

Kabil ve Habil

Eski Ahit insanoğlunun köklerini Âdem ile Havva’ya dayandırır. Büyük oğullarının adı Kabil, küçük olanın ise Habil’dir. Kabil çiftçilik, Habil ise çobanlık yapmaktadır. Her ikisi de evlilik çağına geldiklerinde Âdem, Hâbil’in ikizi Lebûda’yı Kābil’le, Kābil’in ikizi Aklîmâ’yı da Hâbil’le evlendirme konusunda “Allah’tan talimat” almıştır. Kabil bu karara itiraz eder çünkü Aklîmâ daha güzeldir. Bunun üzerine Âdem her iki oğluna da Allah’a birer kurban sunmasını buyurur. Hangisinin verdiği kurban kabul edilirse Aklîmâ ile evlenecektir. Çiftçilik yapan Kabil, verdiği kurbanı topraktan elde ettiği ürünlerden seçerken, Habil sürüsünün en güzel koçunu kurban olarak verir. Kabil’in “ottan çöpten” kurbanı kabul edilmeyip Habil’in kurban olarak verdiği koç daha “makbul” olunca kıyamet kopar. Çıkan kavgada Kabil küçük kardeşi Habil’i öldürür.

Kabil ile Habil’in öyküsü bize kurban geleneğinin ne denli eski ve güçlü bir inanca dayandığını anlatır. İnsanoğlu, baş edemediği, anlayamadığı, korktuğu doğa güçlerini memnun etmek, bereketli av seferleri yapmak, tarladan daha iyi ürün almak, kendi olanakları ile elde edemeyeceği olanak ve zenginliklere kavuşmak, iktidarların/zalimlerin zulmünden korunmak, kendisini ve ailesini hastalıktan, düşmanlardan ve ölümden korumak, ölümden sonraki dünyada iyi bir yer edinmek günahlarından arınmak, düşmanlarına göz dağı vermek, prestij ve gücünü göstermek için kurban ritüeline başvurmuştur.

İslam Öncesi Türk Topluluklarında Kurban

Onuncu yüzyıl başlarında Oğuzların yurduna kapsamlı bir seyahat gerçekleştiren İbn Fadlan’ın seyahatnamesi bize değerli bilgiler aktarmıştır. Ölen bir kişinin mezarında kurban verilmesi bir-iki gün geciktirilirse, topluluğun ileri gelenlerinden bir yaşlı kişi, “ölen falancayı rüyamda gördüm, bana; işte görüyorsun! Arkadaşlarım beni geçtiler. Yalın ayak yürümekten, onları takip etmekten ayaklarım çatladı. Onlara yetişemiyorum, tek başıma kaldım” dediğini aktarır.  İbn Fadlan, yaşlı kişinin bu tür bir uyarısı üzerine Oğuzların derhal o kişinin atlarından keserek başlarını ve derilerini mezarın yanına sırıklara astıklarını nakleder. Herodot bir İskit kralının ölümünden sonra 50 atın boğularak mezara yerleştirildiğini, ölümünün birinci yılında da onun en güzel atlarından elli tanesinin boğulup iç organlarının çıkartıldığını, içlerinin temizlenerek saman doldurulduğunu ve dikildiğini yazmıştır. Atın kurban edilmesi Hun ve Göktürkler dahil olmak üzere tüm bozkır kültürlerinde yaygın bir uygulamadır. Türklerde at dışında koyun, öküz, deve ve geyik kurbanı da görülmüştür. Hatta Çin kaynakları bazı yörelerde atın boynuzunun olmaması, koçun ise ay şeklindeki boynuzları nedeniyle tercih edildiğini yazmaktadır.

Dede Korkut hikayelerinde kurban ritüelinin en çarpıcı örneklerinden birine rastlarız: Bayındır Han, her yıl bağlı beylerine verdiği şölende bir yere ak, bir yere kızıl, bir yere de kara otağ diktirmiş, oğlu olanlar ak otağda, kızı olanlar kızıl otağda, çocuğu olmayanların kara otağda ağırlanmasını emretmiştir. Şölende kara otağa, kara keçe üzerine oturtulan ve kara koyun etinden yahni sunulan Dirse Han eşine “Tanrı bize bir oğul vermez, nedendir” diyerek serzenişte bulunmuştur. Dirse Han’ın kocasına; “attan aygır, deveden erkek deve, koyundan koç̧ kes, olur ki Tanrı bize topaç̧ gibi bir çocuk verir” der ve Dirse Han eşinin bu önerisini dinler ve oğulları Boğaç Han doğar.

Kırgızların ünlü Manas destanında bir kurban vasiyeti görüyoruz. Manas Destanı yiğitlerinden Almambet savaştan önce arkadaşı Çuvak’a vasiyette bulunur:

“Çuvak bu kadar bitkinliğine ve halsizliğine bakmadan savaşmak istiyordu. Almambet ona: “Azizim Çuvak bir az sabırlı ol. Acele etme önünde kazılmış çukurlar var … Kalabalık Kalmuk kaynaşıyor, etrafımızı çeviriyor. Bizi bu muhasaradan kurtaracak Manas burada yok… Bu gün bizi düşman öldürürse kemiklerimiz gömülmeden kalacak değil mi? Bizim için çarpışıp ölmekten başka çare yok. Kurumuş kafa tası nerede kalmaz. Başa ne gelirse gelsin dayanmalı. Çuvak’ım, Talas’a sağ salim dönemeyeceğiz. Bu Kalmuklar bizi sağ bırakmayacaklar. Erenim Çuvak can dostum, benim kemiklerimi Talas’a götür. Yaylaya göm. Benim atım Sarıala’yı bana kurban kesip bırak. Eşim Aruke erkek çocuk doğurursa adını Külçara koy. O çocuk benden beş defa daha güçlü̈ alp olur. Eşim Aruke arkadaşım Macik’le evlensin. Gel, Çuvak, helalleşeyim, ecel gelirse öleceğiz. Şu Kara Kıtaylara saldıralım, vatan için kurban olalım!”

Türklerin Anadolu topraklarına geldiği dönemde İslamiyet’i kabul etmiş olmaları sonucu at kurbanının ortadan kalktığını ama kılık değiştirerek sürdüğünü görüyoruz. Selçuklu Sultanı İzzeddin Keykavus, babasının türbesine nöbette bulundurulması için bir at tayin ettirmiş̧ ancak İslam inancı etkisiyle bu at kesilmemiştir.

Semavi Dinlerde Kurban

Semavi dinler, kadim kurban geleneğinin sürdürülmesinde farklı içtihatlar taşır. Kurban konusundaki ana kaynak hiç kuskusuz Eski Ahit’tir. Eski Ahit Tekvin 22. Bap’da yer alan ve İbrahim’in oğlu İshak’ı kurban edecekken meleğin kendisine bir koç getirmesi, Artemis’in getirdiği geyik miti ile göz alıcı benzerlikler taşımaktadır.

Yahudilikte kanlı kurban sunumu günümüzde devam etmemektedir. Bunun sebepleri hakkında Yahudi din adamları ve teologlar arasında bitmek bilmez tartışmalar, görüş ayrılıkları mevcuttur. En yaygın görüşe göre, Kudüs’te bulunan Kutsal Tapınağın M.S 70 yılında Romalılar tarafından yıkılmasıyla kurban ritüelinin uygulanma şartları ortadan kalkmıştır

Hristiyanlıkta hayvanların kurban edilmesine dair hüküm olmasa da İsa’nın havarileri ile yediği son yemekte kanının şarap, bedeninin ekmek olarak tanımlandığı kabul edilir. Kendisini kurban ettiğine inanılan İsa’nın bedeni, ayinlerde ekmek ve şarap olarak yenerek bir tür metaforik kurban ritüeli gerçekleştirilmektedir.

Müslüman Ülkeler, Cihat, Şehitlik ve Kurban

Günümüzde insan kurban etme geleneği yok. Artemis’in gönderdiği dişi geyik, Cebrail’in getirdiği koç “işe yaramış” görünüyor. Kan akıtmaya dayalı kurban geleneği hemen sadece İslam ülkelerinde devam ediyor. Nedir, İslam dünyasının “kurban” ile olan ilişkisi başka bir boyuta taşınmıştır; çok tehlikeli bir boyuta!

İslam inanışının güçlü olduğu pek çok ülkede, emperyalizmin cenderesinden, kapitalist yerel işbirlikçilerin mezaliminden ve yoksulluktan bunalan geniş halk yığınları, kurtuluşun bir “İslam medeniyeti” kurmakta olduğunu iddia eden, Batı düşmanı siyasi/radikal İslam örgütlerinin etkisi altına girmeye başlamışlardır. Radikal İslam müçtehitleri “cihat” fikrini, anti emperyalist bir söylemin içinde eritmişlerdir. Bu söylemin gölgesinde büyüyen radikal örgütlerin yetiştirdiği, eğittiği, etkilediği insanlar, kendilerini kurban etme, bedenlerini “Allah’a sunma” şeklindeki argümanları derinden benimsemişlerdir. Bunun sonucu olarak ölümden veya herhangi bir cezai yaptırımdan çekinmeyen eylemciler yetiştirilmiştir. Bir gaza eyleminde şehit düşmenin “Allah’a kurban” olma fikri İslam dünyasında yeni değildir. Şehitlerin kendilerini kurban ederek hem İslam’a hizmet ettikleri hem de cennette başköşede bir yerleri olacağına dair inanç, hemen tüm siyasi iktidarlar ve örgütler tarafından kullanılmıştır. 12. yüzyılda Hasan Sabbah’ın İsmaili mezhebinin bir alt kolu olarak kurduğu Haşhaşi örgütünün gerçekleştirdiği siyasi suikastları gerçekleştiren fedailer, yaptıkları eylemleri kalabalık yerlerde gerçekleştirmiş ve kaçmaya yeltenmemişlerdir.

Günümüz dünyasında durumun bazı yönleriyle 12. yüzyıldan daha vahim olduğu kanaati taşıyorum. Çünkü siyasi/radikal İslam 20. Yüzyıl başından itibaren kendine yeni bir mecra bulmuştur. Geleneksel olarak cihat kavramı, inançsızlarla ve İslam düşmanları ile savaş ile kendisini sınırlamıştır. Oysa 20. yüzyılda emperyalizmin dişlerini geçirdiği yoksul ülkelerde İslami düşünüşün temel hareket noktasında önemli değişimler yaşanmıştır. Örneğin Mısırlı, 1906 doğumlu din ve siyaset adamı Hasan el-Bennâ, ülkesinin yaşadığı yoksulluk ve geri kalmışlığın İngiliz emperyalizminin sömürüsünden kaynaklandığını görmüş, cihat ile İngiliz emperyalizmine karşı mücadeleyi esas alan İhvân-ı Müslimîn adlı örgütü 1928 yılında kurmuştur. Hasan el-Bennâ, Mısır’daki sömürge uygulamasından kurtulmak için 1945 yılında İngiltere’ye cihat ilân etmiştir. Beklenebileceği üzere Hasan el-Bennâ, İngiltere tarafından organize edilen ve Mısır hükümetinin göz yumduğu bir suikast sonucu 1949 yılında öldürülmüştür. Ancak onun geliştirdiği, İslam dünyasını emperyalizme karşı harekete geçmeye çağıran, bu çağrıyı cihat ile birleştiren, bu uğurdaki ölümü kendini kurban etme olarak algılayan doktrin giderek gelişmiştir.

1966 yılında idam edilen Mısırlı din ve siyaset adamı Seyid Kutub, Hasan el-Bennâ’nın görüşlerini ideolojik, kuramsal bir zemine oturtarak Batı’nın İslam ülkelerini medenileştirdiği iddiasının karşısına “İslam medeniyeti” fikrini geliştirmiştir. Günümüzde İhvân-ı Müslimîn örgütsel anlamda çok parçalanmış, Hasan el-Bennâ’nın tüm uyarılarına rağmen kendini Arap ırkçılığından arındıramamıştır. Ancak şeriat rehberliğinde, kendini kurban olarak sunmaya hazır bir toplum tabanına sahip, şeytan olarak tanımladıkları ve emperyalizmin simgesi olarak gördükleri Batı’ya karşı “cihat etme” düşüncesine sahip örgütler 11 Eylül 2001 tarihinde yaptıkları intihar saldırısıyla ne denli tehlikeli ve yıkıcı olabileceklerini göstermişlerdir.

11 Eylül Saldırısından 22 Yıl Önce Afganistan

Sovyetler Birliği’ne ait askeri birlikler 24 Aralık 1979 tarihinde mevcut hükümetin daveti üzerine Afganistan’a girdi. Siyasi tercihinize göre bunu Sovyetler Birliği Afganistan’ı işgal etti şeklinde de okuyabilirsiniz. SSCB’nin müdahalesini haksız ve hukuksuz bulan Afgan halkı direnişe ve örgütlenmeye başladılar. Örgütlenme çabası olanlar içinde liberaller, Afgan milliyetçileri, “Maoist komünistler” ve olağan şartlarda bir araya gelmesi mümkün olmayan İslami örgüt “fraksiyonları” bulunuyordu. SSCB karşıtı direnişin öncülüğünü bir süre sonra radikal Sünni İslam örgütleri ele geçirdi. Pakistan ve Suudi Arabistan direnişçi örgütlere destek verdi. Ama en büyük destekçileri ABD oldu. Sovyet askeri birlikleri Afganistan’da 9 yıl kaldı. Bu süre içinde SSCB’ne karşı savaşan ve ABD’nin desteklediği İslami örgütler güçlendi, palazlandı. Mektebu’l Hidemat veya Türkçe karşılığıyla Hizmetler Bürosu, 1984 yılında Abdullah Azzam ve Usame bin Ladin tarafından kurulmuş, Sovyetler Birliği’ne karşı mücadele veren mücahitlere destek amacıyla Arap dünyasından para, silah ve gönüllü toplamak için 35 ülkede şubeler açmıştır. 1989 yılında SSCB, Afganistan’dan askerlerini çekerken arkalarında radikal İslam düşüncesinin en tehlikeli örgütü olan Taliban’ın doğum sancılarını bıraktılar. SSCB’nin çekilmesinden sadece 9 ay sonra Mektebu’l Hidemat lideri Abdullah Azzam bir suikast sonucunda öldürüldü. Örgütün varlıkları ve kadroları Usame bin Ladin öncülüğündeki el- Kaide tarafından sindirildi.

Afganistan El-Kaide’nin doğum yeri ve eğitim sahası oldu. El Kaide, cihatçı Selefi bir örgüt olup amacı İsrail’i yok etmek; Müslümanların çoğunlukta bulunduğu ülkeleri Batı’nın ve ABD’nin kültürel ve ekonomik hegemonyasından kurtararak Sünni şeriat kurallarına dayanan bir İslam devleti kurmaktır. El- Kaide ve benzeri radikal örgütler için cihat yolunda ölmek, kendisini Allah’a sunarak, kurban ederek şehitlik mertebesine ulaşmaktır.

11 Eylül ve Asimetrik Savaş

11 Eylül 2001 sabahı, ABD’nin Kaliforniya eyaletindeki havalimanlarından kalkış yapan 4 uçak, El-Kaide terör örgütüne mensup 19 kişi tarafından kaçırıldı. Uçaklardan ikisi Dünya Ticaret Merkezi’ni hedef almıştı; birbiri ardı sıra kuzey ve güney kulelerine çarptılar. Çarpmadan 1 saat 42 dakika sonra 110 katlı iki kule çöktü. Üçüncü uçak ABD Savunma Bakanlığı merkezi Pentagon’a çarptı. Çarpma sebebiyle binanın batı tarafındaki yapı çöktü. Dördüncü uçak ise başkent Washington D.C’ye hareket etmek için yola çıkmış fakat yolcuların teröristleri engellemesi sayesinde Pensilvanya yakınlarında yere çakılmıştı. Saldırılarda 2996 kişi öldü 6000’den fazla kişi yaralandı. Dünya Ticaret Merkezi’nin çökmesi sonrası ortaya çıkan toz, kimyasal maddeler vb. etkenlere bağlı olarak solunum yolu enfeksiyonu veya kanser nedeniyle ölenlerin sayısı bilinmiyor.

Dünyanın pek çok yerinde yaşayan, Batı’nın ve ABD’nin “Deccal” olduğunu düşünen Müslümanlar, 11 Eylül saldırısında ölen 19 kişinin kendilerini Allah’a sunarak şehit olduklarına inanıyorlar.

11 Eylül 2001 tarihinden sonra bu büyüklükte bir intihar saldırısı olmadı. 20 yılı aşkın bir süredir devam eden bu suskunluğun sebebi “intihar eylemcisi” yetiştiren Ortadoğu bataklığının kurutulması ve “cihatçı” radikal örgütlerin kökünün kazınması olabilir mi? Radikal İslami örgütler “kendilerini kurban etmeye” hazırlanan militanlar yetiştirmekten vazgeçmişler midir? Fazla düşünmeye gerek yok; cevabı biliyoruz. Az gelişmiş, kolay manipüle edilebilen, eğitim düzeyi düşük, televizyon dizileri ve hurafelerle uyuşturulmuş, laikliği küfür sayan fanatiklerin etkili olduğu toplumları sömürerek zenginleşen emperyal ülkeler vazgeçmiyorlar. Afganistan, Pakistan, Endonezya, Ortadoğu ülkelerindeki çıkarlarını korumak ve geliştirmek için radikal dinci örgütleri desteklemeye devam ediyorlar. Emperyal ülkelerin oyun kurucu aktörleri, toplumsal kodları dinci örgütleri desteklemeye uygun hale getirilmiş bu ülkelerdeki iç savaşları kışkırtarak, onları birbirlerine kırdırarak kendilerini 11 Eylül benzeri saldırılardan koruduklarını zannediyorlar. Yanılıyorlar! Radikal İslam örgütlerinin 20 yıllık bu suskunluklarının tek sebebi olabilir: Daha büyük, daha yıkıcı bir saldırıya hazırlanmak. Çünkü 11 Eylül saldırısı dünya savaş literatürüne yeni bir kavram kazandırmış bulunuyor: Asimetrik Savaş.

Türkiye’de Kurban

Ülkemiz için söylemek gerekirse kan dökerek uygulanan kurban ritüeli dini bir yaptırım olmaktan çıkarak geleneğin baskısına, sosyal prestij hırsına ve derin dondurucuda et ihtiyacına dönüşmüş durumdadır. Bunun bilincinde olan bazı siyasi ve sivil toplum örgütleri bu geleneğin kan akıtma yanının ortadan kaldırılması için mücadele ediyorlar. Mevcut iktidarın gölge ve himayesindeki bazı vakıfların ve onların dini telkinlerine inanan, etkilenen bazı toplulukların alışılmış şekilde kurban geleneğini sürdürmek için büyük bir çaba gösterdiklerini de izliyoruz. Ancak bu vakıfların gücü, mevcut iktidarla olan “akçalı” ilişkisinde yatmaktadır. İktidarda oluşacak ilk büyük çatlakta onların da savrulup gitmeleri kaçınılmazdır.

Bir Cevap Yazın

4,573BeğenenlerBeğen
2,371TakipçilerTakip Et
9,078TakipçilerTakip Et
[td_block_10 limit="6" custom_title="YAZARIN DİĞER YAZILARI" autors_id="10"]