Cumartesi, Nisan 20, 2024
spot_img

Pandemi Döneminde Tercihler Ve Sınıfsal Gerçekler

Bu yazı pandemi süreci ve öncesinde küresel ekonomideki gelişmeler de dikkate alınarak, işçi sınıfının krizden nasıl etkilendiğini ortaya koyma amacındadır. Bu kapsamda öncelik pandemi öncesi dönem ele alınmakta, bu veriler üzerinden pandemi sürecinde Türkiye’nin üretime devam kararının arka planı irdelenmeye çalışılmakta ve bu bağlamda siyasal iktidarın tercihleri üzerinden işçi sınıfının yaşadığı sorunlar irdelenmektedir.

Türkiye işçi sınıfı, derinleşen işsizlik krizi, güvencesiz ve örgütsüz çalışma yaşamının hâkim olduğu bir geçim krizine eşlik ettiği dönemde, küresel salgın gerçeği ile karşı karşıya kaldı. 2019 yılında işsizlik verilerindeki artış 2008 ekonomik krizinden bu yana resmi işsizlik verilerine yansıyan en ciddi artıştı. Buna istihdamdaki daralma da eşlik ediyordu.  Geniş tanımlı işsizlik oranı yüzde 25 seviyelerine yükselmişti.

Türkiye ekonomisi 2018 yılının dördüncü çeyreği ile 2019’un ilk iki çeyreğinde, üç dönem üst üste daralmış, 2019 yılının üçüncü çeyreğinde ise kayda değer bir büyüme gerçekleştirememişti. Ekonomi ancak 2019’un dördüncü çeyreğinde bir toparlanma sinyali verdi. Dolayısıyla 2020 yılı Türkiye ekonomisi açısından bir toparlanma beklentisini ifade ediyordu. Nitekim 2020 yılının ilk üç ayında ekonomi, küresel salgının etkisine rağmen büyüdü. Sanayi üretimi bu büyümede önemli bir rol oynadı. Pandemi etkisi ile Nisan, Mayıs aylarında yaşanan derin daralmaya karşın, iktidarın salgın etkisinin artması pahasına, üretim faaliyetlerini sürdürme kararlılığı, haziran ayından itibaren neticelerini vermeye başladı. Bu dönem bir yanda “evde kal” çağrılarına zorunlu olarak uyan milyonların, yeterli bir destek alamaması nedeniyle, açlıkla mücadelesine, diğer yanda ise salgın riskine karşı işe gitmek zoruna kalan milyonlarca işçinin sınıfsal gerçeklikle yüzleşmesine vesile oldu. Gıda maddelerinde yaşanan fahiş fiyat artışları, evde kalmanın yarattığı ilave yükler, artan fatura ve mutfak harcamaları, eğitim masrafları, krediye erişimi olanlar için borçlanmayı daha da arttırdı.

Salgının en başından bu yana sokağa çıkma yasakları gündeme geldiğinde istisna tutulan en büyük kesim tedarik ve üretim zincirlerindeki işyerleriydi. Özellikle ihracat yapan firmalarda üretim teşvik edildi. Bu teşvikin arkasında yatan temel unsur, mal ve hizmet üretiminin küresel niteliği ve pandeminin bir fırsat olarak görülmesiydi. Son 20-30 yıllık süreçte hammaddeden nihai ürüne ulaşmasına kadar geçen üretim süreci (değer zincirleri) giderek küresel bir nitelik göstermekteydi. Küresel Değer Zincirleri (KDZ) ile bağlantılı ticaretteki büyüme, ulaşım ve iletişim alanındaki maliyetlerin düşüşüne ve ticaret engellerinin azalmasına koşut olarak birçok ülkede yüksek ekonomik büyümeye neden olmuştu. Türkiye’de bu büyümeden pay alan ülkeler arasındaydı. Ancak, bu büyümenin ülkeler arasında dengeli bir biçimde gerçekleşmediği ve bununla bağlantılı korumacı eğilimlerin de arttığı görülüyordu.

Doğal afetler de değer zincirlerinin mimarisini yeniden tartışılır hale getiren konulardandı. Japonya’da Mart 2011’de, şimdiye kadar kaydedilen en büyük dördüncü deprem yaşamış, ardından yaşanan tsunami, Japonya’nın modern tarihindeki en yıkıcı doğal afeti olarak kayda geçmişti. Bu olay Japon ekonomisinde yavaşlamaya, Japonya ve dünyadaki tedarik zincirlerinin bozulmasına neden oldu. Etki bölgedeki birkaç montaj ve tedarikçi tesisi bulunan Japon otomobil üreticileri açısından ciddi sonuçlar yaratmakla kalmamış aynı zamanda tüm otomotiv tedarik zinciri de krizden etkilenmiştir. Etki ABD’den Avrupa’ya geniş bir alanda hissedildi.

Pandemi süreci de Japonya örneğinde olduğu gibi üretim ve tedarik zincirlerinde yaşanan aksamalar üzerinden, zaten tartışılan bir konuyu daha da fazla gündeme taşıdı. Nitekim Türkiye’de de hem siyasal iktidar hem de sermaye çevreleri, pandemi sürecinde, değer zincirlerinin daha kısa mesafeli hale getirilmesi bağlamında, Türkiye’nin Çin’e alternatif olabilme potansiyeline oynadı.

Salgın tehdidine ve “evde kal” çağrılarına rağmen, milyonlarca işçinin, risk altında işyerlerine gitmek zorun kalması bu durumun bir sonucudur. Nitekim 30 Mart 2020 tarihinde Milli Dayanışma Kampanyası’nı açıklayan Cumhurbaşkanı Erdoğan, Türkiye’nin, her hal ve şart altında üretime devam etmek, çarklarının dönmesini sağlamak zorunda olan bir ülke olduğuna vurgu yapmakta, ihracatı desteklemek için üretimin sürmesini temin etmenin en önemli hassasiyetlerinden biri olduğunu ifade etmektedir (Dünya Gazetesi, 30 Mart 2020). Yine siyasal iktidar kaynaklarını işçiler yerine sermaye kesimlerini desteklemek üzere kullanmış, Türk Lirası’nın değersizleşmesi yolu ile, ücretleri küresel sermaye açısından cazip hale getirmiş, esneklikle ilgili düzenlemeler, istihdam koruma paketi adı altında gündeme taşınmıştır.

Salgın riskine ve işçilerin sağlığı pahasına üretimin devam etmesi, sermaye kesimleri açısından, diğer ülkelere göre pozitif bir ayrışma olarak değerlendirilmiştir. Örneğin nisan ayında Anadolu Ajansı’na röportaj veren Mobius Capital Kurucusu Amerikalı yatırımcı Mark Mobius, Türkiye’nin koronavirüs ile mücadele kapsamında attığı adımların (üretimin devam etmesi) ümit verici olduğuna işaret etmekte, Türkiye’ye yatırım yaptıklarını ve yapmaya da devam edeceklerini söylemekte, Türkiye’nin uyguladığı (Kovid-19’a yönelik) programın, Türkiye ekonomisine ilişkin daha da iyimser olmalarına neden olduğunu ifade etmektedir. Ekonomilerini sürdüren ülkelere kıyasla tamamen şalter indirenlerin sayısının daha fazla olduğunu söyleyen Mobius, Türkiye’nin aksine tamamen tecrit uygulayan ülkelerin sayısının daha fazla olduğunu ve bu olumsuz bir durum olarak değerlendirdiğini ifade etmektedir (Anadolu Ajansı, 9.4.2020).

Salgın süreci ve üretimin sürdürülme kararına ilişkin Zorlu Holding Yönetim Kurulu Başkanı Kemal Zorlu, “Salgın sonrası yeni bir dünya dizayn edilecek. Çin dünyanın fabrikası olma özelliğini yavaş yavaş kaybedecek. Türkiye tedarik zincirlerinin ilgisini çekecek pozisyon almalı” demektedir (Milliyet 18.04.2020). Salgının henüz erken bir evresinde, mart ayının başında yapılan bir röportajda Makine İhracatçıları Birliği (MAİB) Başkanı Kutlu Karavelioğlu, yeni tip koronavirüs (Covid-19) salgınının küresel imalat zinciri üzerindeki etkisine değinerek, bugüne kadar Çin’de yoğunlaşmış bulunan endüstriyel üretimin dünyanın ana merkezleri arasında daha dengeli paylaşılacağı bir dönemin hazırlıklarının salgından önce başladığını ifade etmekte… Covid-19 salgınının, imalat zincirlerinin rotasını değiştirme planlarını hızlandıracak bir unsur haline geldiğini ve Türkiye’nin avantajlı olduğuna söylemektedir (Anadolu Ajansı 10.03.2020).

İşçilerin sağlığı ve salgının yayılması pahasına sürdürülen üretim, verilere net olarak yansımıştır. TÜİK Mevsim ve Takvim Etkilerinden Arındırılmış Sanayi Üretim Endeksi verilerine göre 2018 yılının ocak ayında zirvesine ulaşan endeks, 2020 yılının şubat ayına kadar bir daha zirveyi görememiş, 2018 yılının aralık ayında zirvenden yüzde 10 oranında uzaklaşmıştır. 2020 yılının şubat ayında 2 yıl öncesinin zirvesine ulaşan endeks, mart ayında düşüşe geçmiş, nisan ayında dibe vurmuş ve hızlı bir yükselişle temmuz ayında zirveye yakın bir noktaya taşınmış, ağustos ayı ile birlikte 2018 yılının ilk ayından itibaren aşamadığı bir seviyeyi geçerek üretimde rekor değerlere ulaşmıştır.

Mevsim ve Takvim Etkilerinden Arındırılmış Sanayi Üretim Endeksi (2015=100)

Uretim Endeksi
Kaynak: TÜİK Mevsim ve Takvim Etkilerinden Arındırılmış Sanayi Üretim Endeksi (2015=100) üzerinden tarafımca hazırlamıştır.

Birleşik Metal İş Sendikası tarafından işyeri temsilcilerinden düzenli olarak toplanan verilere göre de fazla mesai yapılan işyerlerinin sayısı rekor oranlara ulaşmıştır. Üretim pek çok ülkede salgın nedeni ile durmuşken, siyasal iktidarın emeğin taleplerine kulaklarını kapayarak, sermaye kesimleri için kaynaklarını seferber etmesi, yaygınlaşan esneklik uygulamaları ve döviz cinsinden ücretlerde yaşanan gerileme, bu durumun temel nedenlerindendir.

Emeğin Gayrisafi Katma Değer içerisindeki payı geçen yılın üçüncü çeyreğinde %32,9 iken bu oran 2020 yılında %29,9 gerilemiş. Net işletme artığının payı ise %50,5’ten %55,3’e yükselmiştir (TÜİK). Bu durum siyasal iktidarın, COVID 19 döneminde, sermaye yanlısı müdahalelerinin somut bir neticesidir.

Cumhurbaşkanı Erdoğan, 31 Aralık 2020 tarihinde yaptığı açıklamada destek ve paketlerin toplam ekonomik büyüklüğü millî gelirin yüzde 10’unu bulduğunu ifade etmektedir. 2019 yılı milli gelirinin cari büyüklüğü düşünüldüğünde, yapılan desteklerin 400 milyar TL’nin altında kalmadığı iddia edilmektedir. Ancak sosyal koruma kalkanı çerçevesinde “millete” aktarılan nakdi destek miktarının ise 45,5 milyar lira olduğu ifade edilmektedir. Yani aslan payı millete aktarılan tutarın dışındadır.

Söz konusu 45,5 milyar liranın detayına baktığımızda ise bunun tamamına yakınının işsizlik ödeneğinden karşılandığı görülebilir.

Issizlik Odenegi
Kaynak: İŞKUR

Milyonlarca insanın istihdamdan çekilmek zorunda kaldığı, geniş tanımlı işsizliğin rekor seviyelere ulaştığı bir dönemde, sosyal destek programı çerçevesinde 3 defa 2 milyon civarı kişiye (haneye) bin lira kadar bir destek verilmiştir. İktidarın kamu kaynaklarını, geniş halk kitleleri lehine kullanmak yerine salgın girdabındaki insanlara İBAN numarası verdiği, Biz Bize Yeteriz Türkiyem kampanyası üzerinden de yine 2 milyon civarında aileye bir defaya mahsus olmak üzere bin lira verilmiştir. “Millet” için yapılan harcamaların büyük bir kısmını Kısa Çalışma Ödeneği oluşturmaktadır. Bu ödenek işçinin son on iki aylık prime esas kazançları dikkate alınarak hesaplanan günlük ortalama brüt kazancının yüzde 60’ıdır. Bu şekilde hesaplanan kısa çalışma ödeneği miktarı, aylık asgari ücretin brüt tutarının yüzde 150’sini geçememektedir. Yani 3,5 milyon işçinin geliri azalmıştır. Özellikle gıda fiyatlarındaki artışlar, evde kalmanın, çocukların uzaktan eğitime geçmesi gibi etkenler ile birlikte yaşam maliyetlerinde görülen artışlar (ev içi enerji tüketimi, internet erişimi, ev içi gıda tüketimi) ile birlikte ciddi bir yoksullaşma yaşanmıştır. Ancak bu haktan faydalanan işçiler yine de diğerlerine göre şanslıdır. Çünkü bu haktan faydalanmak için işçinin son 60 gün hizmet akdine tabi olmak kaydıyla son 3 yıl içinde 450 gün prim ödemiş olması şartı bulunmaktadır. Bu dönemde işverenlere işten çıkartma yasağı ile birlikte işçileri ücretsiz izine gönderebilme hakkı tanınmıştır. Bu da nakdi ücret desteği ile yine İşsizlik Fonu kaynaklarından karşılanmıştır. Nakdi ücret desteğini hak eden her bir kişi için yapılacak ödeme miktarı; 39,24 Türk Lirası olarak belirlenen bir günlük tutardan damga vergisi düşüldükten sonra hesaplanan tutar ile ödemeye hak kazanılan gün sayısı çarpımı sonucu elde edilen tutara tekabül etmektedir. Nakdi ücret desteği işçilerin açlığa terk edilmesi demektir. Millete yönelik bir başka destek biçimi de normalleşme desteğidir. Bu destek de sigorta primleri ile ilgilidir ve pandemi sürecinde ekonomik olarak sıkıntı yaşayan özel sektör işverenlerinin sosyal güvenlik maliyetleri azaltılmak suretiyle desteklenmesi amaçlanmıştır. Bu dönemde verilen destekler arasında sayılan İşsizlik ödeneği ise zaten fonun esas amacı oluşturmaktadır.

Yukarıda da ifade ettiğimiz gibi “millete” verilen desteklerin hemen hemen tümünün kaynağı, işçilerin işsiz kaldıklarında, desteklenmesi amacı ile kurulan işsizlik fonudur. İşçi pandemi döneminde, fonu ile baş başa kalmıştır.  Ancak gerek kısa çalışma ödeneğinin gerekse nakdi ücret desteğinin temelde işverenleri (zora düştüklerinde) işçilere ödeme yapma zorunluluğundan kurtaran bir misyona sahip olduğu, özünde işverene yapılan destekler olduğu unutulmamalıdır. Nitekim fondan yapılan teşvik ve desteklerin sonucunda özellikle büyük işletmelerin açıkladıkları kâr oranları, işçilere yapılmayan ödemelerin kâr hanesine yazıldığının bir göstergesidir.

2019 yılında İşsizlik Fonu’nda 132 milyar TL varken, 9 Aralık 2020 tarihi itibari ile 102 milyar TL bulunmaktadır. Fonun varlıkları yüzde 22 azalmakla kalmamış, reel olarak enflasyon karşısında da erimiştir. 2020 Kasım ayı sonu itibariyle Fonun maddi ve mali varlığının yüzde 76,37’si tahvil ve yüzde 23,63’ü mevduattan oluşmaktadır. Söz konusu kaynakların önceki yıllarda düşük faizle değerlendirildiği bilinmektedir (İşsizlik Sigortası Bülteni).

Salgın işyeri işyeri, fabrika fabrika, mahalle mahalle, işçi sınıfını hem ekonomik hem de sağlık açısından, ağır bir biçimde etkilemiştir. Yine Birleşik Metal İş Sendikası’nın örgütlü olduğu işyerlerinden derleyebildiği verilere göre COVID-19’a yakalanan işçilerin oranı yüzde 10’un üzerindedir. Sendikanın en başından bu yana salgına karşı aktif bir tutum aldığı, örgütlü olunan işyerlerinin çalışma koşullarının görece iyi olduğu düşünüldüğünde, işçi sınıfı açısından salgının etkisi resmi verilerin çok ötesindedir.

Sendikalı işçilerin bile pandemi sürecinde ciddi gelir kayıpları yaşadığı görülmektedir. Kimi sendikalar her ne kadar kısa çalışma etkisini sınırlandırarak, işçinin ücret gelirinde bir kayba uğramamasını sağlamış olsa da; hane halkında ikinci bir çalışanın gelir kaybına uğraması ya da işsiz kalması, artan mutfak ve konut masrafları, vergi diliminin yükselmesi gibi etmenler, işçilerin borçlanmasına neden olmuştur. Sahada yaptığımız çalışmalarda işçilerin kredi olanaklarına erişiminin de çok fazla olamadığı, bu nedenle kredi kartı kullanımının yaygınlaştığı, ek hesaplara olan borcun arttığı görülmektedir. Yaşamını sürdürmek için fazla mesai ya da ek iş yapmaya mecbur olan işçilerin, bu dönemde ciddi sıkıntılar yaşadığı anlaşılmaktadır. Yine kamu hizmetlerinin piyasalaştırılmasının sonuçları işçiler tarafından ağır bir biçimde hissedilmiş, artan eğitim ve sağlık masrafları işçinin belini bükmüştür.

Bütün bu süreçte siyasal iktidarın Türkiye İşçi Sınıfı’nın en önemli kazanımı olan kıdem tazminatını kaldırma, genç ve yaşlı işçileri güvencesizliğe terk etme hamleleri ile eş zamanlı olarak sermaye için gündeme gelen teşvikler, vergi indirimleri şaşırtıcı değildir.

Sonuç olarak siyasal iktidarın, küresel sermayenin ihtiyaçları çerçevesinde, süreci yapılandırma çabası, işçi sınıfı açısından, gelir kaybı, resmi verilere yansımayan bir işsizlik, artan borçluluk düzeyi, risk altında işe gitme zorunluluğunun yanında, sınıfsal gerçekliği ile yüzleşmesine neden olmuştur. Bu durum siyasal iktidarın ve Erdoğan’ın gelecek açısından en büyük handikaplarından biri olacaktır. İktidarın her şeye karşın en büyük kozu, kitleleri kendi alternatifsizliğine inandırmasıdır. Sahada yaptığımız görüşmeler, alternatifsizlik algısının, en azından sanayi işçisi arasında yaygın bir durum olduğunu, iktidardan uzaklaşma eğilimlerinin, başka bir alternatife aynı oranda yönelmediğini ortaya koymaktadır.

2 YORUMLAR

Bir Cevap Yazın

SON YAZILAR