Perşembe, Nisan 25, 2024
spot_img

Yeni Göçmen ve Mülteci Paktı, Covid-19 Süreci ve Yoksulluk

Uzun zamandır göç üzerine farklı alanlarda çalışmalar yürüten üç kadın araştırmacı olarak biraraya gelmemizin sebebi göç ve yoksulluk kapsamında yeni paktı da değerlendirerek konuşmaktı. Konunun bu kadar köklü, neredeyse dünya tarihi kadar eski, çok boyutlu ve çok etkenli olmasının yanı sıra, küresel ısınmanın yarattığı  zorunlu göç dinamiklerinden, göç hızındaki anlık değişikliklere, yerel ve küresel salgınlardan politik çatışmalara ve savaşlara kadar son bir kaç yılda bile bir çok yeni toplumsal zorluğa sahitlik ettik. Her ne kadar benzer sohbetleri kendi aramızda ve farklı mecralarda sıkça yapıyor olsak da bu üç konuyu birlikte bir saat için de ele almanın zorluğunun farkında olarak sohbetimize sizlerle paylaşıyoruz.

Eda: An itibariyle dokuz ayı aşkın bir süredir daha önce şahitlik etmediğimiz küresel bir  deneyim yaşıyoruz Covid-19 süreci ile birlikte. Bu süreç başlamadan önce var olan tüm toplumsal krizler, savaşlar, mücadeleler de hızını kesmeden devam ediyor. Bir çoğumuz bu yeni sürece  evde kalarak şahitlik ediyor olsak da, küresel göç devam ediyor ve göçün nedenleri de henüz ortadan kalkmış değil. Bunun yanı sıra politikalar perspektifinde yeni gelişmeler devam ediyor. Son bir senede olan bitenden çıkan derslerin ne olduğunu, yalnızca bu grupların nasıl etkilendiğini değil aynı zamanda bu gruplar için güncel durumun ve tasarıların ne olduğunu anlamamız gerekiyor. Bunun için öncelikle fikir ve gözlemlerini almak için Laura ile başlamak istiyorum. Laura, sen yeni göç paktını nasıl değerlendiriyorsun?

Laura: Yeni göç paktı uzun süredir bekleniyordu. Avrupa Komisyonu, yıllar sürmese bile aylarca bunun üzerine çalıştı. Farklı üye devletler arasında bir fikir birliğine varılması çok güçtü. Sonuçta pakt her ne kadar göçe ilişkin olarak geçmişte bir arada ele alınmamış farklı konulara işaret etmeye çalışsa da, göç üzerine çalışan aktörler tarafından karmaşık tepkilerle karşılandı. Bu, doğru yönde atılmış bir adım, fakat elbette hâlâ Avrupa Birliği için kapsayıcı bir göç politikası oluşturmanın önünde engeller var. Özellikle bazı üye devletlerin, göçmen ve mültecilerin yerlerini değiştirme ve onları yeniden yerleştirme taahhütleri konusunda istekli davranmaya yönelik direnci temel problem. Dayanışma problemi hâlâ bu konunun önündeki temel engel olmaya devam ediyor. Dolayısıyla, son beş yılda Avrupa Birliği’nin ya da üye devletlerin göç fenomenine yönelik yanıtının pek değişmediğini görüyoruz. Hâlâ Avrupa’nın sınırlarında güvenlik artırmaya ve yeni mülteci ve göçmenlerin içeri girmesine izin vermemeye yönelik aynı güvenlikçi çerçeve içerisindeyiz. Diğer ülkelere kıyasla göçü idare etmede daha fazla zorlukla karşılaşan ön plandaki İtalya, İspanya ve Yunanistan gibi devletlere baktığımızda, eşgüdümlü bir çözümden yoksunuz. Diğer ülkeler aynı sayıda göçmen ve mülteci almıyor, dolayısıyla bir dengesizlik söz konusu. Belki Dublin antlaşması yeniden ele alındı, fakat bu soruna yönelik sahici bir yanıt üretilmedi ve “ilk varış ülkesi” meselesi hala eskisi gibi duruyor. Sonuç olarak, bu ülkeler korkuyor ve üzerlerinde hâlâ çok fazla baskı hissediyorlar. Özellikle Yunanistan…

‘Dayanışma problemi hala bu konunun önündeki temel engel olmaya devam ediyor’

AB-Türkiye anlaşması gibi anlaşmalar gelen çok sayıda kişi söz konusu olduğunda Yunanistan’ın kapasitesini zorlamaya katkı sundu. Covid bütün süreci daha da ağırlaştırdı. Belki sayılar karşılaştırılabilir değil, çünkü 2015’te gelen göçmen sayısı ile 2020’dekini karşılaştıramıyoruz, fakat üye devletlerin retoriği aynı. Hatta Avrupa Kurumları’nın da… Bir görev dağılımından söz edebiliriz. Göç, İltica ve Bütünleşme’den sorumlu iki komisyon üyesi var ve ikisi de bu konuyla ilgili farklı bakış açılarını temsil ediyor. Schinas “Kale Avrupa” kavramına vücut veriyor ve portföyünün başlığı etrafındaki onca polemik Avrupa Birliği’nin göç söz konusu olduğunda yerinin neresi olduğunu hala bilmediğini açıkça gösteriyor. Bugün portföyün başlığı, yani “Avrupalı yaşam tarzımızı korumak” oldukça eleştiriliyor. Öte yandan, Johannson’un örneğin, göç paktını tamamlayan yeni AB entegrasyon ve kapsama planını geliştirerek, göçe karşı bu katı retoriği dengelemeye çalıştığını düşünüyorum. Burada Komisyon üye devletlere birtakım tavsiyeler sağlamayı umuyor. Burada, göçmen akışı ile başa çıkmak ve herkesin katkıda bulunabileceği daha kapsayıcı toplumlara sahip olabilmek için  göçmenleri toplumlarına daha fazla dahil etmeye çalışmak yönünde üye devletlere tavsileyerde bulunabiliyor sadece. Dolayısıyla hala yolun başında olduğumuzu düşünüyorum. Bu yeni pakt yalnızca kısaca sunuldu. Şimdi birçok yasa önerisinin parlamentoya geleceğini göreceğiz. Çoğunluğun iradesinin bu dosyalar söz konusu olduğunda nerede duracağını görmemiz gerekiyor. Her ne kadar pakta birçok eleştiri yöneltilmiş olsa da, Avrupa Birliği’nin göç politikası konusundaki doğrultusunun ne olacağını önümüzdeki yıllarda göreceğiz.

Eda: Bu yeni pakta baktığımızda, paktın hazırlanma sürecine kadar gelinen dönemden gelen iyi ve kötü deneyimlerden çıkarılan derslerin burada yeterince yansıtıldığını düşünüyor musunuz? Yalnızca politika (policy) düzeyinde değil, aynı zamanda AB üyesi olmayan devletleri düşündüğümüzde, örneğin Türkiye, çıkarılabilecek derslerle, komisyon ve parlamentodaki tartışmalar ne kadar doğru orantılı?

Laura: AB’nin 2015’deki “sözde” Mülteci Krizi’ne verdiği yanıtı anlamak için yeterince çaba sarfedildiğini düşünmüyorum. Aynı hataların yeniden tekrar edildiğini görüyoruz. Temel olarak gördüğümüz şey, Avrupa’yı güvenlikleştirmeye verilen öncelik ve göç idaresi konusunda politika üretmek yerine üçüncü ülkelerle yapılan daha fazla anlaşma… Şu anda Yunanistan’da acil bir durum söz konusu ve buna uygun bir yanıt üretilmiş değil. Moria yangınından sonra Yunan Adaları ile ilgili Komisyon’un dün bir şey yayınladığını gördüm. Henüz okuma şansım olmasa da Yunanistan’a gidecek mali desteğin olduğunu biliyorum, fakat aynı zamanda farklı mülteci kamplarındaki durumla başa çıkabilmek için teknik kapasite yetersizliği var. Uygun bir çözüm üretebilmek için Avrupa’nın yapması gerekenin, göç politikasını tamamen yeniden ele almak olduğu kanısındayım. Göç fenomenini ele almak için  korumacı perspektiften başka perspektifler var. Göçü bir tehdit değil bir fırsat olarak kavrayabiliriz. Bugün göç meselesi etrafında işleyen hakim anlatı göçmen ve mültecileri fırsat değil tehdit olarak görüyor. Covid-19’un göçmenlerin toplumumuzda ne kadar değerli olduğunu gösterdiğini düşünüyorum, Covid-19’a karşı sağlık hizmeti vermek için en önde  onlar var. Destek ve ailelere bakım sağlıyorlar, temel servislerdeki işlerde, dükkan ve süpermarketlerde çalışıyorlar.

‘Bugün göç meselesi etrafında işleyen hakim anlatı göçmen ve mültecileri fırsat değil tehdit olarak görüyor’

Başak: Ve aşı buluyorlar.

Laura: Evet, aşı buluyorlar. Dolayısıyla, göçmenlerin toplumumuzda oynadığı rolü daha fazla görünür kılmamız gerektiğini düşünüyorum. Farklı ülkelerde birçok tartışma var, göçmenlerin yasallaştırılması tartışması, örneğin. Bu, göçe ilişkin görüşümüzü tamamıyle değiştirebilir.

Eda: Başak bir akademisyen gözüyle bakarsan bu pakta yeni olan nedir? Ve bu yeniliklerin yansıması nasıl olacak?

Başak: Bunu değerlendirmek için, öncelikle şunu söylemek gerekiyor, burada göç üzerine zengin bir düşünme mesaisi harcanmış olduğunu ya da uzun dönemli bir strateji sunan bir paradigma değişimi görmüyoruz net olarak. 2015 düzenlemelerinin artık işe yaramadığını düşünürsek, bu basit bir iyileştirme gibi görünüyor. Gerçi, bu düzenlemeler o zaman da ise yaramıyordu. Neyin yeni olduğuna ya da ders çıkarılıp çıkarılmadığı sorusuna cevaben, kısmen ders çıkarıldığını söyleyebiliriz. Bunun için Schinas’ın söylediklerinin farklı boyutlarına bakmamız gerekiyor. Biri, dış sınırlarının idaresi ve iltica kararlarına ilişkin sınır prosedürleri ve bunların tüm iltica sahipleri için 12 haftada tamamlama iddiası. Bunun gerçekleşmesi pek olanaklı değil. Bunun norm haline gelmesi oldukça zor, kuraldan ziyade bir istisna olmasını bekliyoruz. Düzensiz göçmenlerin hareketliliğini hedef alan müdahalelere ve iltica süreçlerine yönelik bağımsız bir gözlem mekanizmasının eksikliği oldukça sorgulanan bir konuydu, çünkü bu insan hakları ihlallerinin gerçekleştiği bir alan. Bu konuda bir ders çıkarılmadığı görülüyor. İltica talebinden kimin sorumlu olduğu konusu hakkında atılan adımlardan söz edebiliriz. Örneğin, eğer kişi son iki yıl içerisinde Schengen vizesi almış ise -biliyorsunuz önceden bu süre altı aydı ve iki yıla uzatıldı ya da kişi AB üyesi ülkelerden birinde öğrenim görmüşse, ilticaya ev sahipliği etme sorumluluğu bu ülkelere verildi. Bu İtalya ve Yunanistan gibi sınır ülkeleri açısından iyi bir gelişme. Fakat yine de, bunun sayılar söz konusu olduğunda nasıl bir değişiklik yaratacağını kestiremiyorum. Öte yandan ileride doğabilecek iltica sorumluluklarını göz önünde bulundurarak, bu ülkelerin, bundan sonra öğrenci veya turistlere verecekleri vize sayısını azaltabileceği düşüncesi beni endişelendiriyor. Burada dayanışmanın içsel bir dayanışma olduğuna ilişkin bir eleştiri var. Visegrad ülkeleri mültecilerin yerleştirilmesine hali hazırda büyük direnç gösteriyor. Burada bazı dersler alındığı ve bu ülkelere alternatif bir sorumluluk türü olarak dönüş sponsorluğu gibi mekanizmaların önerildiği iddiasında bulunabilirsiniz, fakat bu sponsonsorluklar oldukça belirsiz biçimde tanımlanmış durumda ve neye yol açacakları açık değil. Bu, gönüllü geri dönüş çerçevesinde, fakat dönüşün gönüllülüğünün oldukça tartışmalı bir konu olduğunu sahadan biliyoruz.

Eğer başka bir seçeneğiniz olmadığı için dönmeyi tercih ediyorsanız, bu nasıl bir gönüllülüktür?

Eğer başka bir seçeneğiniz olmadığı için dönmeyi tercih ediyorsanız, bu nasıl bir gönüllülüktür? Bu net bir şekilde soruya açık bir mesele ve bu pakta yönelik eleştirilerden birini de bu oluşturuyor. Bu bağlamda geliştirilebilecek noktalardan birisi, dönüşlere ilişkin uzun vadeli bir perspektif oluşturmak. Geri dönüş yalnızca köken ülkeye dönüşü değil, aynı zamanda geri dönen bireylerin ülkelerine yeniden entegre olmaları için desteği de içerir, fakat AB fonları ve AB dış yardımı üzerine Afrika’da gerçekleştirilen çalışmaların bir çoğu yeniden bütünleşme için verimli  ve etkili bir mekanizma oluşturmanın zorluğunu gösteriyor. Bunun için irade ortaya konmuş olsa da, Visegrad çıkıp “Tamam, biz bu insanların yeniden bütünleşmesine yardım edeceğiz” dese de, bunun üstesinden planlı bir şekilde gelmek zor. Son alan olan güçlü bir dış boyut, yani köken ülkelerle ve transit ülkelerle ortaklık; onları ekonomik olarak desteklemek, sınır idaresini güçlendirmek ve onların kaçakçılıkla mücadele kapasitesini arttırmak. Bu en az geliştirilen konulardan birisi, detaylar hakkında pek az şey duyuyoruz. Herhangi bir yenilik var gibi görünmüyor. Üçüncü taraflarla işbirliği meselesi söz konusu olduğunda her zaman sınır güvenliği meselesi merkezde yer alıyor.

Eda: Evet, benim de bu hafta göç üzerine gerçekleştirdiğimiz çalıştaydan sonra hissiyatlarımdan biri buydu. Bu hafta göç üzerine yürüttüğümüz bir proje kapsamında yapılan çalıştayda, Marta Cygan’ın (AB Komisyonu) ‘Göç idaresi, Yeni Göç ve İltica Paktı’ açılış konuşmasında özellikli altını çizdiği bir nokta vardı, yeni politikaların belirlenmesinde akademi ve kamuyu da gözeten yeni araçların kullanılması ve bu hususlarda ana aktörlerle birlikte hareket etmenin yeni pakttaki dönüşümlerderden biri olduğu. Fakat dikkatimi çeken şey ise bu yeni araç ve dönüşümlerin temelindeki neden ve ulaşılmak üstenen nokta  Avrupa’nın göçe hazırlıklı olması ile ilgiliydi. Fakat tam olarak neye hazılıklı olmak gerektiği bilgisi kanımca eksikti. Neye hazırlıklı olmak? Sınırların korunmasına mı, göçmenlere gerekli yaşamsal desteği sağlayabilme konusunda mı?

Başak: Göçmen krizlerine hazırlıklı olmak! Politika geliştirme (policy making) bu söylem tarafından şekillendirilyor ve açıkçası AB açısından bunun kendi kendini tuzağa düşürmek olduğunu düşünüyorum. Bu bizin MAGYC (Migration Governance and AsylUm Crises – Göç İdaresi ve İltica Krizleri) projesinde eleştirdiğimiz bir şey. Ortaklarımızla birlikte AB hükümetlerine ilişkin ele aldığımız konulardan birisi bu hem meselenin dış boyutu ve hem de içerde her şeyi bir kriz olarak ele almak. Dolayısıyla bunu sorunşallaştırdık. Mesele bu şekilde ele alındığında yüksek bir tehdit algısı oluşturuluyor ve neticede politika perspektifi yönünden seçenekleriniz sınırlı hale geliyor. Üçüncü taraflarla ve dış ortaklarla işbirliğiniz de sınırlanıyor. Bu perspektif değişmedikçe ve odak sınır güvenliği oldukça, bu şekilde devam edecek. İyi olan şey, bu ortaklıkların çoğunda, fonların hepsinin sınır güvenliği için kullanılmaması. Bunun etkisini, Türkiye Yunanistan sınırını açtığında gördük. Suriyeliler sınırı geçen insanların bir azınlığını oluşturuyordu çünkü onlar bu temel ihtiyaçlara ve geçim kaynaklarına yönelik destek programlarından yararlanıyorlardı ve Türkiye’ye görece istikrarlı bir konumları vardı. Dolayısıyla, uzun vadeli yatırımlar kısa süreli olanlara kıyasla net bir şekilde daha yararlı. Türkiye gibi bir tampon bölgenin olması, insanların Suriye’de olup bitenle ilgilenmemeleri anlamına gelmemeli, çünkü çatışma devam ettikçe tehdit olacak, zorla göç olacak ve bu hareketlilik devam edecek.

Eda: Diğer bir sorunsal da bu göçün hala genellikle bir geçiş fenomeni olarak varsayılarak şekillenmesi. Örneğin, Türkiye bir geçiş ülkesi olarak görülüyor hem AB kapsamında hem de Türkiye’deki tartşmalarda. Zorla göçe maruz kalmış bu insanların perspektifinden baktığımızda ve onların burada hayatlarını kurduklarını düşündüğümüzde, geçiş ülkesi meselesi nasıl düşünülmeli? Örneğin Türkiye’ye hala geçiş ülkesi diyebilir miyiz? İspanya, İtalya ve Yunanistan’ı düşündüğümüzde Avrupa için de aynı soru geçerli.

Laura: Ben Türkiye’nin bir bakımdan geçiş ülkesi olmaya devam edeceğini düşünüyorum. Türkiye’nin kabul etmesi gereken şey, Suriye’deki bu uzatmalı çatışmadan ötürü 2011’den beri ülkede olan mülteciler, kalmak üzere orada bulunuyorlar. Bu zaten bir süre evvel bir gerçeklik haline gelmişti, bunu AB’nin de kabul ettiğini düşünüyorum, çünkü Türkiye’yi sığınak sağlama, onları topluma dahil etmek konusundaki çabalarında mali olarak desteklemeye çalışıyor. Şu anda Suriye’deki savaşın biteceğine dair bir emare yok. Bu savaş bitse bile, bu mültecilerin hemen geri döneceklerini düşünmüyorum. Suriye’ye dönmek için koşulların uygun olması zaman alacak, güvenlik açısından düşündüğümüzde koşullar bunun çok uzağında. Ayrıca, birçoğu için geri dönüş belirlenmiş bir yere dönmek anlamına gelmiyor, kendi evlerine dönmek istiyorlar… AB’nin yardımın ikinci diliminde Suriyeli mültecilere uzun dönemli perspektif sağlamak için Türk yetkililerin çabasını desteklemesi gerekiyor. Politika (policy) hiçbir zaman mükemmel değildi, fakat ben Türkiye’de mültecilere düzgün bir yaşam sağlanmasına yönelik övülmeye değer bir çaba sarfedildiğini düşünüyorum. Birçoğunun dönmemesinin nedeni bir noktada sınırların kapalı olması, tel örgülerin inşa edilmesi ve buna benzer sebeplerdi, fakat birçoğu da başka bir ülkede daha iyi durumda olmayabileceklerini farketti ve Türkiye’de ülkelerine daha yakınlar. Elbette daha fazlası yapılabilirdi. Covid nedeniyle atılan adımlar geri alındı, bazıları kayıtdışı işgücü piyasasındaki işlerini kaybetti, bazı çocuklar bu dönemde okula gidemedi çünkü dersleri internet üzerinden takip edecek imkanları yoktu vb. Dolayısıyla şimdi Türkiye’deki kendi kendine yeterliliklerine ulaşma noktasından geri adım attık. Türkiye’de düzgün bir yaşama sahip olabilmeleri için bu insanları desteklemeye devam etmek gerekiyor ve Türkiye hepsi ile tek başına ilgilenemez. Onlara güvenli bir yaşam sağlayabilmek için AB ve diğer aktörlerin Türkiye’deki yetkililerle yakın ilişki içinde çalışmaya devam etmesi gerekiyor.

Başak: Bir önceki sorumuzla ilgili olarak eklemek istediğim şey, AB’de göçe dair bu kadar korku varken, AB’nin geçiş ülkelerinde nasıl algılandığına bakmanın da önemli olduğu…  Libya ve Türkiye’deki AB’ye ilişkin medya tasvirlerini ve AB’nin buralarda nasıl algılandığını karşılaştırmak MAGYC projesinin araştırmalarından biri. Baktığımızda, benzer temalarla karşılaşıyoruz ve bu normatif bir güç olarak takdir edilen ve etkili olan AB politika forumu bakış açısından çok farklı. Normatif güç perspektifi AB’ye ahlaki bir zemin sağlıyordu, fakat şimdi, bu yeni kısasa kısas transaksiyonel perspektif ile birlikte, sınırın öte yanındaki ülkelerdeki bu imaj ortadan kayboluyor.

Basak Yavcan Laura Batalla min

Eda: Peki, Türkiye tarafından baktığımızda, iyi girişimler ve kötü idare edilen süreçleri karşılaştırınca, buradan nasıl dersler çıkarmak gerek sizce?

Başak: Bence Türkiye’nin bu süreçte aldığı en önemli ders, insanlar çok cömert, misafirperver olduğu için ya da Türkiye harika bir ev sahibi olduğu için sosyal uyuma dair ya da gerilimlerin yaşanmayacağına dair bir varsayım yapılmaması gerektiği. Toplumsal bütünleşme için çok çaba sarfedilmesi gerekiyor. Yakın zamanda Alman Uluslararası İşbirliği Kurumu (GIZ) için Türkiye’de belediyelerle bir saha araştırması yaptık ve onlara mülteci meselesine dair çözümleri, ne gibi sorunları ya da ihtiyaçları olduğunu sorduk. Temel mesele, istihdam ve kayıtlı işgücü piyasasına entegrasyon, fakat bunun yanı sıra çokça duyduğumuz bir diğer mesele ise toplumsal bütünleşme meselesiydi. Bu önemli, çünkü konu doğru yönetilemezse meselesinin siyasallaşmasına ve toplumlar arası çatışmalara sebebiyet verebilir. Burada, Suriyeli mültecilere ilişkin çok fazla dezenformasyon ve sahte haber var. Bir politikacı Suriyelilerle ilgili olumsuz bir şey söylediğinde, bu çok fazla rağbet görüyor ve bu kişinin hesabındaki en çok etkileşim alan tweet oluyor. Bu çok tehlikeli bir potansiyele işaret ediyor. Türkiye’nin bu meseleyi acilen ele alması gerektiğini düşünüyorum. Doğru haber yaymak ve bunun için uluslararası kurumlarla işbirliği yapmak çok önemli. Örneğin, AB, mülteci meselesine verilen yanıtın önemli bir parçası ve Türkiye’de insanların yalnız hissetmemesi, bunu yalnız başımıza üstlenmediğimizi görmeleri için bunun vurgulanması gerekiyor. İyi rol modeli teşkil eden göçmenlerin ev sahibi toplumdaki algı üzerindeki etkisinden konuşmuştuk. Bu zor ve önemli bir konu. Bunu Türkiye’de çok görüyoruz, biri Suriyeli mültecileri sokakta nargile içerken gördüğünde “Suna bakın, biz çalışıyoruz, biz onların ülkesinde savaşıyoruz, onlar nargile içiyor” dediğini sıklıkla duyabilirsiniz. Göçmen ve mülteciler dahil olmak üzere her bireyin istediğinde nargile içmeye, boş zamana hakkı vardır. Belki bu kişi orada nargile içmeden evvel her gün kayıtsız bir şekilde 14 saat çalışıyor… Bunun hakkında konuşmuyoruz fakat bu görüntülerden kolayca rahatsızlık duyuyoruz, öyle değil mi?

Dolayısıyla, bu meselelerin hak temelli bir bakış açısıyla ele alınması gerektiğini düşünüyorum. Bilmiyorum, bu kadar çok mülteciye ev sahipliği yapmasına rağmen insanların göçmen yasasına dair bu kadar az bilgi sahibi olduğu başka bir ülke var mı? Neden mülteci yasası var ya da neden uluslararası mülteci rejimi var? Neden bu insanlar gönderilmek yerine korunmalı? Geri dönüş yalnızca AB’de konuşulmuyor, Türkiye’de de çokça konuşuluyor.

Dolayısıyla birinin çıkıp uluslararası yükümlülüklerden, dönüşün sonuçlarından, insanlara döndüklerinde ne olduğundan ve sürdürülebilir dönüşten, bunu sürdürülebilir hale getirmenin ne anlama geldiğinden bahsetmesi gerekiyor. Laura’nın sözünü ettiği gibi birçok olumlu gelişme yaşandı, ve Türkiye bu süreçte pek çok şeyi bunu deneme yanılma yöntemiyle öğrendi. Ben eğitim politikaları ve sağlık hizmetleri ile ilgili olarak bu öğrenme sürecine şahitlik ettim. Hizmetlerden yararlananlar ve okullara kayıt oranları artıyor. Çok kısa bir sürede bu kadar çok mültecinin bir anda alındığı düşünülünce, bu oldukça etkileyici. Fakat bu yakın ortaklık ve destek gerektiren bir alan ve gerek AB içindeki gerekse Türkiye AB arasındaki halihazırdaki politika çerçevesi bizim istihdam ve toplumsal bütünleşme sorunlarımıza yönelik ihtiyaç duyulan çözümleri geliştirmekten uzak.

Eda: Kesilikle. Laura, hazır Başak uluslararsı yükümlülüklerden bahsetmişken yeni süreçte ülkeler arası yapılacak anlaşmalardaki değişmesi geren en öncelikli hususun ne oldupunu düşünüyorsun? Örnek olarak bunun  AB-Türkiye ilişkilerine yansıması nasıl olmalı?

Laura: Evet ben de Başak’a kesinlikle katılıyorum. Aynı sorunun, yani mültecilerle ilgili olarak ne yapıldığına dair  daha fazla kamu diplomasisi yapılması gereğini ben de vurgularım. Bu, aynı zamanda, AB’nin de yaptıklarını içeriyor. AB’nin mültecilerle ilgili olarak Türkiye’de ne yaptığıyla, mali yardımla, paranın gelip gelmediğiyle ilgili bir ağız dalaşı süregeliyor. Esasında AB birçok kez bu yardımın şimdiye dek üçüncü bir ülkeye fon tahsis etmek üzere devreye sokulan en hızlı mekanizma olduğunu açıkladı ve bu doğru. Türkiye paranın Türk hükümetine verildiği izlenimini yaratıyor. Bu doğru değil aslında. Bana kalırsa bunu söylemek kendi ayağına kurşun sıkmaya benziyor, çünkü bu fonların yalnızca küçük bir oranı direk olarak Türkiye’deki bakanlıklara, Sağlık Bakanlığı ve Eğitim Bakanlığı’na gidiyor. Bu aslında Türkiye’nin AB’ye şantaj yaptığını söyleyen medyanın işine yarıyor. Bu konularda daha iyi bir iletişim kampanyasına ihtiyaç var. Bu her iki tarafa yöneltilecek bir başka eleştiri. Açıkçası ilk olarak mültecileri Türkiye ile işbirliği için bir mübadele kartı olarak önererek, onları silah olarak kullanmaya başlayan Avrupa Birliği’ydi, fakat sonrasında Türkiye de bir şekilde aynısını yaptı. Bunun, hem Türkiye ve AB arasındaki sınır ilişkileri açısından hem de mülteci hakları açısından çok tehlikeli olduğunu düşünüyorum. Bu bizim ilişkilerimizde bir alışveriş kartı olarak kullanılamaz. Anlaşma (deal) elbette baştan beri politikti: üye ülkeler ve Türkiye arasında müzakere edildi, yeni bir antlaşma (treaty) değildi. Baştan beri bu net bir şekilde iki tarafın da sağlayabileceği maksimum faydağı sağlamaya çalıştığı  politik bir pazarlıktı. Türkiye’nin bir şekilde ne hak ettiyse onu talep ettiğini düşünüyorum, fakat politik iklim anlaşmada verilen sözlerin neredeyse hiçbirinin karşılanmamasına neden oldu. Örneğin katılım sürecinde ilerleme sağlanması… İki fasıl açıktı, fakat sanırım 2017’den beri diğer fasıllara ilşikin hiçbir şey yapılmadı. Her şey hukukun üstünlüğü ve demokrasi kısıtlılığı nedeniyle engellendi. Ne yazık ki bu alanların hiçbirinde ilerleme kaydedilmedi. Dolayısıyla anlaşma bağlamında kendi payına düşeni büyük ölçüde yerine getiren Türkiye tarafının hayal kırıklığını anlayabiliyorum. İki tarafın da mültecileri alışveriş kartı gibi kullanarak silah haline getirmeyi bırakması ve şimdi, yeni müzakereler sürecinde bu anlaşmayı mülteciler için nasıl daha insani hale getirebiliriz diye kafa yormaya başlaması gerektiğine inanıyorum.

‘İki tarafın da mültecileri alışveriş kartı gibi kullanarak silah haline getirmeyi bırakması ve şimdi, yeni müzakereler sürecinde bu anlaşmayı mülteciler için nasıl daha insani hale getirebiliriz diye kafa yormaya başlaması gerektiğine inanıyorum’

Eda: Tüm bu işbirşiği, geri çekilme ya da müzakere süreçlerinde net ve transparan olmama problemi var.   Bu da hem toplumsal bağlamda hem de politakalara yönelik ciddi bir güven sorunu yaşatıyor.

Başak: Evet AB-Türkiye ilişkilerini zedeleyen meselelerden bir diğeri ise güvenilir taahhütlerin eksikliği. İki tarafın da yerine getirmeye gerçekten gönüllü olmadığı şeyleri vaat etmekten imtina etmesi gerektiğini düşünüyorum. Vaat edilen şeylerin yerine getirilmemesi, ortaklığı savunmak ve sürdürmenin zor olduğu bir ortam yaratıyor. İki tarafta da bakış açısı “Haydi bunu vaat edelim, sonrasına bakarız” idi. Ben bunun gerçekten ilişkilere zararlı olduğunu düşünüyorum.

Eda: Son olarak biraz daha üzerinde durmak istediğim bir mesele var, ikiniz de göçe ilişkin insanı bir perspektifin gereğini vurguladınız, gördüğüm başka bir şey de yoksulluk, işsizlik ve göçmen ve mültecilerin yaşam gereksinimleri meselesi. Bu konular yine ekonomik etki bağlamında tartışılıyor. Hem Türkiye’de hem de AB’de ama özellikle AB’de ekonomik etki derken üzerinde durulan şey üstün yetenekli (high-skilled) göçmen ve mülteciler. Dolayısıyla bu grupların yaratacağı ekonomik etkiye yönelik bir seçicilik söz konusu. Fakat bu bakış açısı gündelik gerçekliği, göçmen ve mültecilerin sosyo-ekonomik koşullarını ve hatta sağlık etkilerini tartışmıyor ya da atartışmalar sınırlı kalıyor. Covid-19 süreci de bu durumu tartışmayı öncelik olmaktan çıkarıyor.  Bir yandan Covid devam ederken varken, bu yoksulluk meselesi nasıl ele alınıyor? Bu sefer ikinize birden soruyorum.

Laura: Bu pandeminin sosyo ekonomik sonuçlarını henüz idrak edebildiğimiz bir noktada olduğumuzu düşünmüyorum. Muhtemelen bu sonuçları pandemi sona erdikten sonra görmeye başlayacağız. Şimdilik, eşitsizlikler düşünüldüğünde pandeminin toplumlarımız üzerindeki farklı açılardan etkilerinin küçük bir bölümünü görebildik, fakat hala buna uygun bir yanıt üretebildiğimizi düşünmüyorum. Eşgüdümlü bir yanıt vermeyi başarabilecek miyiz, bilmiyorum, fakat pandeminin toplumlarımıza etkisine verilecek yanıt düşünüldüğünde dikkate almamız gereken şeylerden biri göçmenleri de bu tartışmaya dahil etmek. “Hello Europe Ashoka” ile yaptığım işte, biz yerel düzeyde kurtarma yanıtlarına göçmenleri dahil etmek üzerine çalışan sosyal girişimcilerle birlikte çalışıyoruz. Bu, onları dahil etme ve onlarla kurabildiğimiz kadar kapsayıcı toplumlar kurma çabasında bize sıfırdan başlama imkanı tanıyabilir. Avrupa Komisyonu yasal işgücü göçüne dair bir istişare başlattı. Tabii ki bu konuda naif olmamak gerekiyor. İşgücü göçü, göçmenlerin yasallaştırılması, onlara çalışma izni verilmesi vb. konularda Avrupa düzeyinde çok fazla bir şey yapabileceğimizi düşünmüyorum, çünkü bunlar çoğunlukla üye devletlerin yetkisinde, fakat göçmenlerin toplumumuzla bütünleşmesi için uğraşmak pandeminin sonuçlarına daha güçlü bir yanıt vermemizi sağlayacak. Örneğin göçmenleri  yasallaştırarak, hem onlara hem de ev sahibi ülkeye fayda sağlayabiliriz. Politik hassasiyetler nedeniyle çok yüksek sesli olmasa da, bu tartışma halihazırda birçok ülkede devam ediyor. İtalya gibi bazı ülkeler bu konuda birtakım düzenlemeler yürürlüğe koydu, çünkü pandemi süresince işgücüne ihtiyaçları vardı. Aynı şekilde Portekiz ve İspanya da… Fakat söylediğim gibi, göçmenlerin yasallaştırılmasının  toplumlarımız için neden artı değer olduğunu göstermek için siyasi  elitlerin cesaret göstermesi gerekiyor. Dolayısıyla, farklı kırılgan toplulukları bu sürece dahil etme derecemiz, kurtarma aşamalarını etkileyecek ve bu kırılgan topluluları dahil etmediğimiz müddetçe, pandeminin ilerideki etkisine yönelik kapsamlı ve bütüncül bir yanıt vermemiz mümkün değil.

Başak: Yasallaştırmayı ve yasallaştırma savunusunu gündeme getirdiği için Laura’ya teşekkür ederim. Bunun statü ve bu statüye bağlı hakların önemini de vurguladığını düşünüyorum. Yasallaştırma neden önemlidir? Çünkü ekonomik bütünleşme de dahil olmak üzere bütünleşme kanallarını açar ve kayıtdışı işgücü piyasasına karşıt olarak kayıtlı işgücü piyasasına dahil etme yolu ile bunu adil bir şekilde yapar. Aynı tartışmayı bir miktar değiştirerek Türkiye’ye uyguladığımız noktada, Türkiye’nin coğrafi kısıtlarından ve sözleşmeden dolayı resmi mülteci statüsü olmayan mültecilerle karşılaşıyoruz. Geçici bir sığınma statüsü girişimcilik üzerinden daha fazla ekonomik aktiviteye müsaade edecek şekilde bazı yönetmeliklerle değiştirildi, fakat kayıtlı işgücü piyasasına dahil etme bakımından bu oldukça kısıtlayıcı; çünkü yalnızca işverenin başvuru neticesinde Suriyeliler ise alınabiliyor ve kotaya tabiler. Bunu savunmak, işin esası, bunu doldurmak güç çünkü aynı zamanda harç ödenmesi gerekiyor. Suriyelilerden önce de Türkiye’de kayıtdışı işgücü piyasası vardı ve Suriyeliler geldiğinde bu onların doğrudan işgücü piyasasına girmesini kolaylaştırdı. Bizim yüksek öğrenime dahil etme konusunda iyi bir deneyimimiz var, fakat bu yüksek öğrenim kurumlarından mezun olanlar kayıtlı işgücü piyasasına katılmadıkça, üniversite derecesine sahip olmanın ne anlamı var? Neden bunu vurguluyorum? Çünkü dünyanın her yerinde kayıtdışı ekonomiye dahil olan kesim Covid-19’dan en kötü şekilde etkilenen kesim oldu; ilk önce onlar işlerini kaybetti çünkü işveren açısından onları işten çıkarmak maliyetsizdi. Kamuoyu üzerine çalışmayı çok seven biri olarak Türkiye örneği üzerine size birkaç anket sonucuncan bahsetmek istiyorum.

TEPAV tarafından Haziran 2020’de gerçekleştirilen bir çalışmaya göre, Türk vatandaşlarının 50%’sı Covid sürecinde gelirlerini kaybettiğini beyan etti. Bu oran Suriyelilerde 88%. Çok büyük bir fark var. Herkes bundan çok kötü bir şekilde etkilendi, fakat Suriyeliler çok daha fazla… Suriyelilerin 26%’sı ücretsiz izne çıkarıldı, 20%’sı direkt olarak kovuldu ve 7%’sinin işyerleri kapandı.

Laura’nın konuşmanın en başında Covid’in geçim meselesindeki gelişmeleri nasıl tersine çevirdiğine bir örnek oluşturuyor bu rakamlar. Şu an çok fazla Suriyeli sabit giderler konusunda yardıma ihtiyaç duyma noktasına geldi ve bunun temel nedeni işgücü piyasasına bütünleşmenin kayıtdışı biçimde olması.

Eda: Bu durum için kısa vadede alınabilecek ne gibi tedbirler olabilir?

Radarımıza almamız gereken aktörlerden biri belediyeler. Belediyeler bu gibi kırılganlıklar ve koşulların kötüleşmesi karşısında Covid önlemlerine katkı sunuyor. Bağış için oluşturan kampanyalarla bu gruplara destek sunuyorlar. Bunların kısa dönemli etkileri var, fakat yine de bu dönemde çok ihtiyaç vardı. Bu bize istihdamın ne kadar önemli olduğunu ve  bunun adil bir biçimde, kayıtlı işgücüne katılım yoluyla, uzun vadede geliştirilebileceğini gösteriyor. AB’nin devreye girebileceği noktalardan birinin, bu kayıt altına alma sürecini desteklemek olduğunu düşünüyorum. Ürdün Mutabakatı’nda yaptıkları gibi… Kemal Kirişçi ve ben bu fikri destekliyoruz ve bunun hakkında, Türkiye ile iki imtiyazlı ticaret anlaşması hakkında Brookings’e de yazdık. AB bu süreci destekleyebilir. Bu kolaylaştırılmış ticaretin ürününün Ürdün Mutabakatı’nda olduğu gibi özel ekonomik bölgelerde ve Suriyeliler ile ev sahibi ülkenin kırılgan üyeleri tarafından kayıtlı istihdam ile üretilmesi koşulu ile. Biz tarım ya da yarı işlenmiş tarım ürünlerine odaklanılabileceğine işaret ettik, çünkü başka alanlarda Türkiye gümrük birliğinden yararlanıyor. Bu proje temelli olabilir, illa çok kapsayıcı bir şey olması gerekmiyor, çünkü şu anki siyasi ortamda bu çok zor, fakat kayıtlı istihdam meselesiyle ilgili uzun erimli ve sürdürülebilir çözümler ile belediyelerin rollerinin artırılması bu ortaklığın odaklanması gereken konular.

Çok teşekkür ederim ikinize de.

*Laura Batalla Adam uzun bir süre AB Parlemantosu’nda Türkiye’nin Dostları Grubunda Genel Sekreter olarak görev aldı. Laura halen bağımsız Türkiye analisti olarak farklı projeler ve kurumlarla araştırmalarına ve çalışmalarına devam ediyor. Göç politikaları Laura’nın son yıllarda araştırma ve çalışmalrını yürüttüğü alanlardan biri.

*Basak Yavcan siyaset bilimi ve uluslararası ilşkiler alanlarında Türkiye ve ABD’de eğitimini tamamladıktan sonra 2011 yılından itibaren TOBB Ekonomi ve Ticaret Üniversitesi’nde Siyaset Bilimi ve Uluslararası İlişkiler Bölümü’nde Doçent olarak ve Sosyal Politikalar Merkezi’nde Direktör Yardımcısı olarak görev yaptıktan sonra 2020 yılından itibaren Belçika’da Liege Üniversite’si Hugo Gözlemevi’nde göç hareketleri ve sosyal politikalar alanlarında çalışmalarına devam ediyor.

İngilizce’den Ceviren: Sinem Önem

1 Yorum

Bir Cevap Yazın

SON YAZILAR