Çarşamba, Nisan 24, 2024
spot_img

Resimde Şiirde ve Aşkta Nazım Hikmet

Yüreğinden ve zihninden taşanları şiirlerinde kelimelere akıtan şair... Resimlerinde ve el işlerinde renklere, dokulara işleyen Nazım Hikmet'in sanatla, aşkla ve hürriyet özlemiyle harmanlanan dünyası.

“Öyle geliyor ki bana; sanatlar arasında en uluslararası olan, resim sanatıdır. Şaire ise bir çevirmen gerekir. Çeviri ise iyi de, kötü de olabilir. Ama resim için çeviriye gerek yok. Onu herkes anlar.”

Bu çok sevdiğim sözlerin sahibi, yazmayı istediklerimden biriydi sevgili Nazım Hikmet Ran… Twitter hesabımda belki rastlamışsınızdır; ara ara sevdiğim şiirlerini, ona ait fotoğrafları, yaptığı resimleri ve hayatına dair bilgileri paylaşırım. Bu hafta ne yazayım diye düşündüğümde, sanat konuları paylaşmaya çalıştığım sayfamda zaten hazır olan yerinin –benim gözümden ve yüreğimden- dolmasının zamanı gelmişti.

Hem şair, hem de ressam kimliğiyle ne güzel anlatmış resim sanatını sözlerinde… “Onu herkes anlar” diyor ya; sanatçının gözünden ve kendi iç dünyasından yansıttıklarıyla yaptığına ek olarak, resimlerin diline vurgu yapmış sanki Nazım Hikmet bu sözleriyle. Çünkü her izleyici kendi gözünden farklı duygular, anılar, sesler, hayallerle birleştirir bir resmi. Her yüreğe farklı farklı dokunabilir bir resim.

Ben Nazım Hikmet’in şair yönünden çok, ressamlık ve zanaatkârlıkla olan bağını anlatmaya çalışacağım bu yazımda. Muhteşem dizeleri yazdığı, yüreklere dokunan şair yönünü zaten anlatmama gerek yok.  Ama onlara da yer vermeden edemem tabii. Biraz da yaşamına dokunacağım…

Nazım ressamlık becerisini büyük ölçüde annesinden almışa benziyor aslında. Hatta çeşitli el işleri yaptığı zanaatkârlık yönünü de ondan almış olsa gerek. Özetle, sanatçı yönünü de annesinden almış diyebilirim. Celile Hikmet Hanım tutkulu bir ressam. İtalyan ressam Fausto Zonaro’nun öğrencisi olmuş bir dönem. Resmi, varlıklı bir kadının hobi amacıyla yaptığı bir meşgale olarak görmüyor. Her şeyini, evini barkını bırakıp ressam olmak için Paris’e gidecek kadar tutkuyla bağlı resim yapmaya. Evinin odaları kendi yaptığı resimlerle dolu. Güzelliğe vurgun ve süslü olmayı seven bir kadın. Bazen annesi yüzüne aşırı makyaj yaptığı zaman Nazım ona kızıp söylenir, ‘’Şimdi hepsini silmezsen, çıkıp kapıya gidiyorum’’ diye kapıya yönelirmiş. Celile Hanım yüzünü silmeye gittiğinde eşi Piraye ona şöyle demiş; ‘’Nazım, niye böyle yapıyorsun, o bir ressam, yüzünü de bir tablo gibi boyuyor, niye anlamıyorsun!‘’ Aslında Nazım’ın bu sözleri annesine söylemesinin bir nedeni de var elbet; Çünkü ‘’Ben cesur olmayı biraz da ondan öğrendim.” dediği annesini aşırı derecede kıskanıyor, ona büyük bir tutkuyla bağlı. Annesinin güzelliği hakkında şu sözleri söylüyor şair; ‘’Mavi gözleri vardı annemin, teni de öyle olağanüstüydü ki, insanlar elleriyle yanaklarına dokunurlarmış.” Ve başka bir konuşmasında da ona olan tutkusundan, Freud’u da işin içine katarak şöyle bahsediyor:

‘’Annemin gençliğini de çok iyi anımsıyorum. Âşık olduğum ilk kadındır. Freud’u okumuşsunuzdur. Hayranlarından değilim. Bir materyalist olarak birçok bakımdan aynı kanıda değilim onunla, fakat gözlemlerinde doğru olan yerler var. Anneme âşıktım! Biliyor musunuz, şaşılacak kadar güzel bir kadındı. Ama şa-şı-la-cak kadar!‘’

Nazım’ın annesine olan tutku dolu sevgisi bu fotoğraflarında çok belli… Omzuna doladığı kolu, elini sıkıca tutuşu, sanki onu hiç bırakmak istemeyecek gibi.

Celile Hikmet Otoportre min
Celile Hikmet Kendi Otoportresi – Otoportre, Tuval Üzerine Yağlıboya, 18 x 22 cm

Nazım ‘’Cesur olmayı biraz da ondan öğrendim’’ dediği annesinden aldığı yetenekleriyle pek çok resim ve el işi yapmış, hatta kumaş bile dokumuş. Cezaevi yıllarında işliklere yaklaşıp ustalarla dostluk kurar, sonra çırakları olup işi öğrenir ve öğrendiklerini icra edermiş. Uzakta kaldığı sevdiklerine, Piraye’sine el işleri yapıp göndermek ona hayat veren bir olaymış. Piraye’ye tahtadan oyduğu, kestiği birçok armağan göndermiş. Örneğin üzerinde içinden ok geçen bir kalp olan ahşap yüzük, oymalarla süslediği ahşap kutular ve tepsiler, pudralıklar, aynalı ya da cam üzerine boyadığı resimlerle bezeli kutular. Resim yapmaya düşkünlüğü ise İstanbul Tevfikhanesi’nde başlayıp Çankırı Cezaevi’nde doruğa ulaşıyor. Yağlıboya, guaş, pastel ve karakalem… Cezaevinden ve mahkûmlardan görünümlerin yanı sıra, Piraye’nin ve kendisinin oto portrelerini yapıyordu. Resim yapmanın cezaevinde onu dinlendiren ve oyalayan bir uğraş olduğunu şu sözlerinden anlayabiliyoruz; ‘’Bugünlerde kendimi bütünüyle resme verdim.‘’ diyerek başka hiçbir şeyle ilgilenmediği oluyor. Resim yaparken ıslık çalması, resmin “ince” yerlerine gelince ıslığı ağırlaştırması, Nâzım’ın bu işi zevkine vararak yaptığının bir göstergesi olsa gerek.

Piraye’ye yazdığı bir şiirinde yukarıda bahsettiğim zanaatkârlığına ilişkin şöyle diyor;

Ne güzel şey hatırlamak seni.

Sana tahtadan bir şeyler oymalıyım yine:

                                                   bir çekmece

                                                           Bir yüzük,

Ve üç metre kadar ince ipekli dokumalıyım.

Ressam İbrahim Balaban’ı cezaevi günlerinde Nazım Hikmet yetiştirmiş; Balaban da yedi yıl süren Nâzım Hikmet’li günlerini ileriki yıllarda yazdığı Şair Baba ve Damdakiler kitabında anlatmış. Nâzım Hikmet onun “Bahar” adlı tablosundan etkilenerek “İbrahim Balaban’ın Bahar Tablosu Üstüne” adlı şiirini yazar:

“İşte seyreyle gözüm, hünerini Balaban’ın’’ diye başlayan şiirin seçtiğim dizelerini yazıyorum;

Kendi içinde duymadın mı sen    
Aç kurdun öfkesini sabah vakitleri?    
İşte seyreyle gözüm:    
Kelebekler, arılar…    
İşte kıvıl kıvıl devranı balıkların    
İşte bir leylek    
Mısırdan yeni gelmiş.    
İşte bir geyik; daha güzel bir dünyanın hayvanı.    
İşte seyreyle gözüm;    
inin önünde ayı, uyku sersemi henüz    
Sen aklından geçirmedin mi hiç?    
Toprağı koklayarak, ayılar gibi dalgın yaşamayı    
Bala, armuda, yosunlu loşluğa yakın,    
İnsanın sesinden, ateşten uzak. 
On yıl mapusta yattı ama kaybetmedi    
Umudunu Balaban. 
…  
Ibrahim Balaban Bahar min
İbrahim Balaban / Bahar, 1949

Ayrıca Nâzım Hikmet, İbrahim Balaban’ın “Mapushane Kapısı” ve “Harman” tabloları için de birer şiir yazar. Balaban’ın yeteneğini sezip gereçlerini ona armağan ettikten sonra resim yapmadığı söylenir; ama açlık grevi sırasında Üsküdar Paşakapısı Cezaevi’nde akrabası olan Mehmet Ali Aybar ile resim yaptığını ‘’Birlikte resim yapıyoruz, o benden daha iyi ressam’’ sözlerinden anlıyoruz.

Kitap okuması da farklı Nazım’ın. Her kitabı baştan sona okumuyor. Önce kitabı tanıma, tanışma evresi var. Karıştırıp orasından burasından okuyor, hatta sonuna da göz atıyor ve beğenmezse okumuyor. Beğendiyse tüm o karıştırmalara rağmen kitabı baştan sona okuyor. Ve burada yine resimleri devreye giriyor. Okuduğu kitapların orasına burasına türlü çizimler yapıyor. Çizimleri yaparken dalıp gidermiş. Kim bilir; belki de bir tür okuduklarını düşünme eylemiydi bu çizim araları.

Askin Metafizigi

“Karıcığım, kol saatim bozuldu. Ben de mekanizmayı çıkardım ve çerçevenin içine sizin resimlerinizi koydum. Şimdi saate bakmıyorum, çünkü saat mefhumunu zaten yavaş yavaş kaybetmekteyim, saate bakmıyorum, bileğimde senin mini mini başına bakıyorum.” Nazım Hikmet’ten Piraye’ye

‘Bir Cezaevinde, Tecritteki Adamın Mektupları’ şiirinden;

Senin adını Kol saatimın kayışına tırnağımla kazıdım.

Malum ya, bulunduğum yerde Ne sapı sedefli bir çakı var,

Ne de başı bulutlarda bir çınar. Belki avluda bir ağaç bulunur ama,

Gökyüzünü başımın üstünde görmek bana yasak.

Nazim Hikmet Kol Saati min

Aşağıdaki fotoğraf bir otel bahçesinde çekilmiş. Nazım Hikmet yüzünü ışıklar kestiği için Piraye’nin baş kısmını ayırmış fotodan. Bu tür alt açılı fotoğraf çektirmeyi severmiş. Hatta Piraye’nin bu fotoğrafının kırmızı tonlarında bir portresini yapmış.

Piraye2 min

“O şimdi ne yapıyor, Şu anda, şimdi, şimdi? Belki dizinde bir kedi yavrusu var, Okşuyor. Belki de yürüyordur, adımını atmak üzeredir, -Her kara günümde onu bana tıpış tıpış getiren Sevgili, canımın içi ayaklar.-” Nazım Hikmet, Resim: ‘Piraye, Çankırı, 1940’ (pastel)

Nazim Otoportre min
Çankırı’dayken 1940’ta yaptığı otoportresi
Nazim Kendi Resmi min
Bursa Cezaevinde iken yaptığı kendi resmi, 1946

Nazım, Piraye’nin resimlerinde onun iç dünyasını yakalamakta çok başarılı görünüyor. Aşağıdaki yaptığı portrenin altına şöyle yazmış;

‘’Anne, ancak sen ve ben onu böyle görürüz. Ve ancak sana yahut bana kızdığı zaman bu kadar şirin olur.’’

Nazim Annesi min
Çankırı, 1940, Kâğıt üzerine pastel, 25 x 36 cm

Ne güzel şey hatırlamak seni:

Ölüm ve zafer haberleri içinden,

Hapiste

Ve yaşım kırkı geçmiş iken…

Ne güzel şey hatırlamak seni:

Bir mavi kumaşın üstünde unutulmuş elin

Ve saçlarında

Vakur yumuşaklığı canımın içi İstanbul toprağının…

Içimde ikinci bir insan gibidir

                                      Seni sevmek saadeti…

dizelerini parmaklıkların ardındaki hasretiyle bütünleşmişçesine Piraye’sine yazıyor.

Piraye Nazim3 min

Nazım’ın soldaki çok bilinen kedili fotoğrafı, sağda resmini yaptığı Çankırı Cezaevi’nin bahçesinde görünen kapının önünde çekilmiş.

Nazim Hikmet Cankiri Cezaevi min
Çankırı Hapishanesi, 1940, Karton üzerine pastel
Nazim Hikmet Cankiri 1940 min
Çankırı, 1940

Sanata Dair

Nazım sahte kültür çoğalmacılığı olarak adlandırdığı şeye büyük bir öfkeyle karşı çıkıyor. Son eşi Vera yazdığı anılarında bununla ilgili şöyle diyor;

‘’Leonardo’nun Jokond’unun aydınlık çehresi şöför madalyonlarında ve Fransa’nın plastik çantalarında sallanıyordu artık. Bunları bir dolaptan çıkarıp masaya fırlattın…

-Bach neden her hafta yeni bir kantat yazıyordu? Diye sordun. -Aptallığından mı? Yapacak başka bir şeyi olmadığından mı?! Neden geceler boyu çalışıp eziyet ediyordu kendine? Neden notaların kopyasını çıkarttırarak zavallı ailesinin canını çıkarıyor, korodaki çocukları günlerce zor müziği çalıp öğrenmeye zorluyordu? Çünkü sars-mak istiyordu! Dinleyicileri yinelenemez bir müzikle sarsmak, anlıyor musunuz? Her seferinde yeni ve yeniden! Bizdeyse radyo ve televizyon bütün gün ‘’küçük kuğuların dansı’’ nı çalıyor. Bu Çaykovski müziğinin sorunu değil! Sanat tektir. İşte unutulmaması gereken. Leonardo, Çaykovski kalacaktır! Fakat şu çanta gibi, muşambalara alışan insanlar sanatın dilinden anlamaz olacaklar! İşte korkunç olan! İnsanlar kurtlaşacaklar…’’

Soyut resmi savunuyor Nazım… ‘’Soyut resmi sanattan saymıyorum ben’’ diyor Sonya adlı bir arkadaşı. Vera devam ediyor buradan;

‘’Nazım ise onu savunuyor, uzay gemisindeki Gagarin’in gözleri önünde açılan evren görüntüsünün hiç de geleneksel doğa görünümlerine benzemediğini söylüyordu. Bilimcinin mikroskopa baktığında gördüğü de yine soyut resimleri anımsatıyor. Bu nedenle bu akımı kötü gözle görmemek gerekir. Dokumacılara ve desinatörlere yardımı olacaktır şimdiden kestirilemeyecek daha başkalarına da. ‘’ diyor Nazım.

Sanatçılar hakkında düşündükleri ise şöyle;

‘’Dönemlerinin karanlık güçleriyle savaşan ilerici sanatçılara her ülkede ve her çağda rastlanır. İnsanların mutluluğu ve dünyada güzel bir yaşam için savaşa giren bu ilerici sanatçılar her zaman karanlık güçlerce kuşatılmış, kovuşturulmuş, baskıya uğratılmış, hapsedilmiş ve öldürülmüşlerdir. Fakat onlar hiçbir baskı ve tehdidin, hiçbir ölümün, hiçbir yalanın; tarihin akışını, iyiye, güzele, haklıya ve mutluluğa yönelişini durduramayacağını bilirler. Ve bu yazarların yapıtları ve bütün yaşamları gelecek kuşaklara örnek olur.’’

Son cümlesine baktığımızda düşüncelerini yazarlara yönelik söylemiş gibi algılayabiliriz ama, sanatın tüm dallarındaki sanatçılar bu tür zorluklarla savaştığı için tamamına yönelik söylediğini düşünebiliriz.

Vera Tulyakova ile

Nazım Hikmet’in hayatının son zamanlarına ‘’gerçekten büyük bir aşkla sevdim’’ dediği Vera Tulyakova giriyor. Vera da ona büyük bir aşkla bağlı. Ara ara ona şöyle söylüyor; “Vera’cığım, yazmalısın benim hakkımda. Çünkü şimdi hiç kimse senin kadar tanımıyor beni. Adımı taşıyan her şeyin, yaratıcılığımın ve yazgımın temelinin insan oluşum olduğunu ve en ilginç şeyin bu olduğunu kimse düşünmüyor bile.”

Nazim Vera min

Vera onunla olduğu anlara dair tuttuğu sayfalarca notu kitaplaştırıyor sonunda. Adı ‘Nazım’la Son Söyleşimiz’ olan kitabın içinden bazı yerleri de yazmak istedim… Nazım onunla olduğu zamanlarda hep ölümden bahsedermiş. Ölümden korkar, hatta uyurken ölmekten daha çok korkarmış. Yavaş ölümü ani ölüme tercih ediyor Nazım… Çünkü yaklaşık bir zamanda öleceğini bilecek, yapacaklarını yapabilmek için biraz zamanı olacak diye düşünüyor. Vera bu sözleri her duyduğunda çok üzülüyor tabii. Ölümü enfarktüs sebebiyle ani bir şekilde oluyor. Zaten öncesinde rahatsız. Vera’nın anlattığına göre her sabah yatakta postacının geliş sesini dinlermiş. O sabah da erkenden sesi duyup anahtarı kaptığı gibi kapıya koşmuş. Vera biraz daha kestirmek istemiş ve o arada Nazım’dan bir ses gelmeyince aramaya koyulduğunda ve en son banyoda da bulamadığında yüreğine tarifsiz bir ateş düşmüş. Daire kapısının önünde eli yerde, bir ayağı kıvrık, diğeri yere uzanmış bir şekilde elinde posta kutusunun anahtarıyla bulmuş onu. O an için şöyle söylüyor Vera;

‘’İşte her şeyi söyledim sana. Söylemediğim, koridorda, evimizin dışarıya çıkış yolunu kendinle sonsuzca kapadığın kapının önünde, yere dayalı elinin yanı başında posta kutusu anahtarının durduğu ve ışığın yanmakta oluşuydu. Yapabildiğin son şey… ışığı yakmak olmuştu…’’

Ölüm sabahı Nazım’ın cebinden çıkardığı kendi vesikalığının arkasında Nazım’ın ona yazdığı bir şiiri görüyor:

Gelsene dedi bana

Kalsana dedi bana

Gülsene dedi bana

Ölsene dedi bana

Geldim

Kaldım

Güldüm

Öldüm

‘’Evet gerçekleşti, Nazım. Hepsi gerçekleşti… Şimdi seni her yerde ve her şeyden çok da dostlarının anılarında arıyorum. Dostlar da, anılar da çok, ama bir tanesi Şili’den gelen mesaj, gerçek bir çelenk, acı çeken bir ruhun son saygı selamı.’’ diyor Vera.

Nazim Vesikalik
3 Haziran 1963 sabahı cebinden çıkan vesikalık

Çok iyi dostu olan Pablo Neruda yazmış bu şiiri;

Neden öldün Nazım? Senin türkülerinden yoksun ne

                                     yapacağız şimdi

Senin bizi karşılarkenki gülümseyişin gibi bir pınar

                                         bulabilecek miyiz bir daha?

Senin gururundan, sert sevecenliğinden yoksun ne

                                                      yapacağız?

Bakışın gibi bir bakışı nerde bulmalı, ateşle suyun

                                                      birleştiği?

Diye devam eden ‘Nazım’a Bir Güz Çelengi’ adlı şiiriyle anıyor, dostunun ölümüne olan üzüntü ve sevgisini Neruda.

Yazımın sonlarına geldiğimde, onun kendi sanatı hakkında söylediklerine kulak verelim;

‘’Realistik-diyalektik-iyimser bir insanım. Hayatımı ve sanatımı yaratıcı, geniş halk yığınlarının hayatına ve yaratıcılığına bağlamışım. Bunda samimiyim, palavracı değilim. Gerçek olarak kabul etmediğim şeye, gerçekliğini hatta ispat etmemiş olan şeye inanmam ve inanmadığım şeye sanatımı alet etmem. ‘’ Nazım Hikmet Ran

Yazıyı çok sevdiğim bir şiirinden dizelerle bitiriyorum. Sanatın güzelliğiyle kalın.

Sabaha karşı mıydı bilmiyorum

Yoksa akşamüstü müydü

Belki de gece yarısı

Bilmiyorum

Odamın içindeydi yıldızlar

Ve gece kelebekleri gibi

                      Çırpınıyorlardı camlarınızda

Ben onlara dokunmaktan çekinerek

Açtım sizi pencereler

Salıverdim yıldızları geceye

Aydınlık sınırsız hür geceye

Yapma ayların geçtiği geceye

Kaynaklar

Nazım Hikmet BÜYÜK İNSANLIK / Kendi Sesinden Şiirler, Yapı Kredi Yayınları & İş Bankası Kültür Yayınları

Nazım’la Son Söyleşimiz, Vera Tulyakova Hikmet

Nazım Hikmet: Portreler – Memet Fuat, YKY, 2001

1 Yorum

  1. Emeğinize sağlık… Geçmişin bilindiğini var saydığımız büyülü sanat dünyasının dahi ismi ile nostaljik bir yolculıiuktu.

Bir Cevap Yazın

376TakipçilerTakip Et
2,925TakipçilerTakip Et
spot_img
[td_block_10 custom_title="YAZARIN DİĞER YAZILARI" limit="6" autors_id="36" sort="popular" block_template_id="td_block_template_6"]