Sabahat Hanım öncelikle davetimi kabul ettiğiniz için çok teşekkür ederim. Başarılı bir müzik kariyeri, başarılı bir siyasi kariyer, son olarak, Happa Nine’nin Masalları ile de yazın alanına merhaba dediniz. Bu kitabınız iki farklı yayınevi tarafından (Moria ve Çerçeve yayınları) 2015 yılında yayınlanmıştı. 2020 yılında da Ayrıntı Yayınları, Dinozor Çocuk serisi içinde yayınlandı.
Mete Kaan Kaynar: Sabahat Hanım ilk olarak, “Yazma serüveninize neden bir masal kitabı ve çocuk edebiyatı ile başladınız?” diye sormak istiyorum.
Sabahat Akkiraz: Hepinize merhabalar. Kar, kış, tipi var dışarda. Biz de babaanneyi yakalardık, kardeşlerimle beraber derdik ki “Bize masal anlat!”. Çok da mutlu olurduk. Masalları o kadar çok severdik ki yazın köye gittiğimiz zaman dahi, babaanne bağda bahçede çalışıyor ama biz yine akşam onun yorgunluğunu anlamadığımız için, ondan bize masal anlatmasını isterdik. Babaanne belki çok yorgundu. Bizi nasıl susturacaktı ki? O zaman derdi: Kar yağar yaz günü, masal anlatmayayım. Masallar bizim çocukluğumuzdan bugüne aklımızda kalanlar sevdiklerimiz olarak. Ali Hıdır’ın doğumuyla da bizim masal kitabı fikrimiz gelişti, çünkü öncesinde böyle bir fikrimiz yoktu. Ali Hıdır doğunca ona bütün masalları anlattık yani çok klasik dünya masallarını da anlattık. Bir de baktık, anlatacak masal kalmadı. Sonunda babaannemin anlattıklarını anlatmaya başladık. O kadar çok sevdi ki Ali Hıdır, hatta nerdeyse o güzelim küçücük yapısına rağmen, “Bütün çocuklar da bunu dinlese çok sevecekler.” dedi. Öyle olunca kardeşlerime benim unuttuklarımı ya da hatırlayamadıklarımı sordum; Londra’daki kardeşim Cemal’e dahi sordum. En küçük kardeşim Hasan, Kemal, Merdi, hepsi böyle unuttuklarımı toparlamama yardımcı oldular. Sonra Fatoş’la dedik: Biz bunu yazalım. Ben anlattım, kardeşim yazdı; dört masalla çıktı kitap. Ama bir de baktık ki dört masal değil, çok fazla masalımız var. Masal anlatmak da çok hoşuma gitti doğrusu.
Edebiyat, özellikle de çocuk edebiyatı gerçekten çok zor ve meşakkatli bir mecra. Siz de en zor olan yerden girişmişsiniz yazın faaliyetine. Çocuklar için masallar yazmak gibi herkesin kolayca başaramayacağı bir alanda üretirken, yıllardır büyük bir başarıyla sürdürdüğünüz müzik kariyerinizin nasıl bir etkisi oldu? Müzik; edebiyatı besledi mi, nasıl?
Masallar da tıpkı türküler gibi halkın üretimidir. Ben türküleri derlemek için Anadolu’ya çıktığım zaman dedelerden, ağıtçı kadınlardan bu derlemelerimi yapıp, kendi yeteneğimle düzeltebiliyorum. Çoğunu yarım alıyorum, toparlamaya çalışıyorum yani stüdyo aşamasına kadar bu bir kabiliyet meselesi. Bunları nasıl aktarıyorsam türkü severlere ve dinleyicilerime, masallar da böyle. Bu masalları da babaannem anlattı, babaanneme de onun büyük ninesi, ona da daha büyük büyük nineler anlatmıştır. Benim burada yaptığım tıpkı türkülere nasıl özen gösteriyorsam halkın üretimi olduğu için masallara da aynı özeni göstererek doğrusunu aktarmaya çalışmak. Çünkü her türkünün yaşanmışlığı, anlattığı bir hikâyesi vardır. Masallar da öyle. Bunu dikkatli bir şekilde, hatta kardeşlerime -zaman zaman ta Londra’ya- sorarak, yaparım. Yazım aşamasında da yine toplanırız; unuttuğum, atladığım bir yer var mı diye. Anlatımda bir eksiklik olmaması için çok ciddiye alıyoruz. Çünkü masallar da tıpkı türküler gibi halkın malıdır yani bunların sahibi halktır. O yüzden dikkatli bir şekilde aktarıcı oluyorum. Geçmişteki bu değerli kültür hazinesini, gelecek nesillere aktarmanın sorumluluğunu taşıyorum. Zaten o yüzden çok da sorarlar bana türkü, deyiş derlemelerinde: Bunları sen nasıl toparladın, nerden aldın, nasıl çıktı, nasıl yorumladın? İşte bu onlara son derece otantik gelir, masallar da öyledir. Ben o kadar çok masal okudum ki Ali Hıdır’a, hiçbirisi benim babaannemin anlattığı masallara benzemiyor. Happa Nine denmesi de ninelerin masalları anlamındadır; benim babaannemin adı Fatma’dır, Happa demeleri de masal anlatmasından ileri gelir.
Bir masal kitabının yıllar içinde üç farklı yayınevi tarafından, özellikle de Ayrıntı Yayınları gibi güçlü ve iddialı bir yayınevi tarafından yayınlanması muazzam bir başarı. Kitabınıza gösterilen bu ilgiyi nasıl yorumluyorsunuz?
Üç tane yayınevinin kitapları yayınlaması tabii ki beni mutlu ediyor. Tıpkı müzikte duyduğum samimiyeti burada da hissettiğim için sevindiriyor beni. Niye? Çünkü her yayınevi kapaklarını değiştiriyor, bu güzel bir renk katıyor; dağıtım ağının daha ulaşılabilir olmasını sağlıyor. Bunun dışında bence en sihirli olan da bu kitapları büyükten küçüğe herkesin okuması. Çok sevindirdi bu beni. Burada en güzeli diyebileceğim şeyse yeğenim Ali Hıdır’ın yani bir çocuğun bu kitabın çıkmasındaki isteğidir. Bütün çocuklara ulaşmasında Ali Hıdır’ın isteği var, o çok beğenip sevdi. Bu, bir çocuktan diğer çocuklara bir tür armağandır aslında. Bunun güzel tarafı benim konserlerde üç jenerasyona müzik yapıyor olduğum gibi benimle resmi olan babaların kitapları da bana imzalatıyor olması. Düşünsenize, o da kendi çocuğunu tutup getiriyor. Böyle çok güzel bir sihir benim için, çok güzel bir anlatım. Kız kardeşim Fatoş için de öyle. Kitapların bu ülkenin, bu coğrafyanın okurlarına bu denli ulaşması gerçekten anlatılmayacak kadar önemli bizim için. Gelecek nesillere kocaman bir armağan olsun deriz.
Sabahat Hanım, kitabınızın ismi de çok enteresan. Masalı anlatan ninemizin ismi neden Happa? “Happa” ismi pek yaygın kullanılan bir isim değil. Bu ismi tercih etmenizin özel bir sebebi var mı?
Happa Nine söylenişi bildiğiniz gibi her yörede çok güzel çağrılma halidir. Happa Nine aslında benim babaannem Fatma’dır ama Happa diye çağırmaları çok sevilmesinden, neşeli olmasından, masal anlatmasından, iyi yemek yapmasından, dokumacı olmasından ileri gelir. Eskiden Anadolu’daki kadınlarda böyle bir zanaatkâr zenginliği var. Benim babaannem de onlardan birisi yani dokumacılığında dahi iplikleri boyamaları, o boyama sanatı çok ilginçtir. Biraz da bilgece bakarlardı babaanneme etrafında. Babaannemin geldiği köy de çok kozmopolit bir köy yani farklı etnik kimliklerin, çok renkli yöresel insanların olduğu bir yerden gelme. Demek ki bir kültür zenginliği içinde babaannem bu masalları bize aktarmış. Ben türküleri aktarırken nasıl dikkat ediyorsam onların tavrına, yöresine, dedelerin ya da derlediğim insanların ismine; albümlerimde de aynen yer alıyor. Bu masalları da ben Happa Ninemden aldım, o yüzden kitapların üzerine babaannemin ismi yazılıyor. Hep doğru olanı aktarmaya çalıştım ama sade ama duru bir şekilde. Çok anlatacak şey var. Düşünsenize, babaannemin orta Anadolu’da Sivas gibi bir yerde kabak çiçeğinden yemek yapması; bunu herkes merak ederdi. Böyle bir kültür zenginliği içinde tabii ki babaannemin masalları da ta öteden beri onun da nenesinden ona aktarılan bir hazinedir benim için. Onu ne kadar yalın ne kadar düzgün ne kadar kaliteli, aslına uygun, -bizde derler orijinal- orijinal şekliyle aktarabilirim diye gerçekten çaba harcadım. Bu da çok hoşuma gitti işin doğrusu. Çok daha anlatacaklarım var, Happa Nine’nin hikâyeleri var. Onları da aktaracağım sırası geldiğinde. Babaannemin güzel yemek kitaplarını da “Bizim Evin Yemekleri” diye toparlamaya çalışıyorum, bunu da aktarırım inşallah.
Kitabınızda masalların türkü gibi ekmek gibi paylaşılıp çoğalması temennisinde bulunuyorsunuz. Hem bir masal anlatıcısı/yazarı hem de bir halk müziği sanatçısı olarak türkülerle masallar arasında ne tür bir bağ olduğunu düşünüyorsunuz?
Kökleri Anadolu’da olan bu duyguların çoğaltılması, bu yaşanmışlıkların aktarılması. Çok eskilerde sofralar kurulur, âşıklar ve dedeler gelir, herkes toplanır, lokmalar dağıtılır, güzel dualar verilir ve muhabbet edilirdi. O zamanki bu muhabbetler, bu paylaşımlar, bu duygular nasıl ki bugüne kadar ulaştırılmış olan bizim yaşanmışlıklarımızsa işte masallar da tıpkı türkülerde olduğu gibi böyle bu yaşanmışlıklarla aktarılmalı. Benim okuduğum “Ne ağlarsın benim zülfü siyahım”ı, şimdi bu korona döneminde bile “ Bu da gelir bu da geçer ağlama” diye gözlüyorum ben. İnsanı çok rahatlatan, dedim ya kökleri Anadolu’da olan bu duygular yaşamımızda anımsamamız için bize olanak sağlar. Birisi arabasında giderken bu türküleri dinlediğinde “Ya ben bunu bir yerden duydum.” diye düşünebilir yani buna benzer şekilde birileri de bir iş yaparken, çalışırken, radyo dinlerken, televizyon izlerken bu türküyü muhakkak duymuştur. İşte bizim işimizde bu, ben bunu bir görev gibi addederim. Halkın malı olan, halkın kendi yaşanmış hikâyelerini anlatan o türküleri nasıl aktarıyorsam masalları da öyle öyle aktarıyorum ben. Bunda gerçekten fazla bir şeyim olmuyor. Nasıl derler? Bunun maddi yönünden değil, manevi yönünden yani bize ait olan ve bizim memleketimizde, Anadolu’muzda geçen bu masalların zaman zaman şimdiki filmlerde karşıma çıkıyor olmasından bahsediyorum. “Yüzüklerin Efendisi”ne bakıyorum da babaannemin anlattığı “Avcı Mehmet”e benzer çok fazla şey görüyorum ve oradaki anlatım da bana çok klasik geliyor. Avcı Mehmet’in anlatmak istedikleri, bize aktardıkları da aynı duygular yani iyiler ve kötüler, yaşanmışlıklar. Oradan alacağımız duygular benim için çok heyecan verici oluyor. Diyorum ki bir gün bu coğrafyanın, bu toprağın insanının ürettiği, bu halkın malı olan masalların bizlere neler kattığını ve bizler hakkında insanlara neler anlattığını birileri ki bu benim yeğenim Ali Hıdır da olabilir, gelecek nesillerden kızlar-erkekler de olabilir, bir çizgi filmle ya da bir filmle de aktarabilir. Bana göre bu bir sihirdir ki başta anlatmaya çalıştığım gibi ekmeğini, aşını, lokmasını paylaşan, duygularını paylaşan insanların masallarında da paylaşacakları ve aktaracakları o duygulara, insanlara öğüt deyin ya da o duyguların o yaşanmışlıklarına bir ışık verdiğini düşünün. Bilge gibidir Anadolu insanı. Muhakkak bize, hayatımıza aktaracakları çok şeyleri vardır ve bunu hem türkü dilinde hem masal dilinde bir lokma gibi aktarmışlardır. Ekmek gibi aş gibidir. Bence ihtiyaçtır.
Kitabınızda dört faklı masala yer veriyorsunuz. Avcı Mehmet, Hecen ile Ceren, Kahraman Dede ve Peri Kızı, Prenses Keloğlan. Bu masallar sizin küçüklüğünüzde “dinlediğiniz”, size “anlatılan” masallar mı, sizin genç kuşakların okuması için bizzat “yazdığınız”, “ürettiğiniz” masallar mı?
Bu masallar tabii ki benim masallarım değil. Bunu babaannem Happa Nine anlattı. Benim anlatırken, yazılırken belki küçük küçük dokunuşlarım olmuştur tıpkı türküde olduğu gibi. Türküler derlendiği zaman bazen sözleri eksiktir bazen yöresi ya da hançeresi. Orijinaline sadık kalalım diye ona dikkat ederiz, melodi aktarımı çok önemlidir. Bizim Anadolu’muzda müzik kültürü çok önemlidir. Mesela Arguvan yöresine ait ezgilerin derlemelerini yaparken oranın kendi yöreselliğine çok dikkat ederiz. Yöreselliğini önemsememiz gerekiyor, çünkü o yörenin insanı dinlediği zaman bu orijinal değil diyebiliyor. O yüzden masallarda da çok dikkat ederiz buna. Babaanneme nenelerinin aktardığı gibi bize de aktarıldı, benden de yeğenlerime aktarılıyor. Düşünsenize, kaç jenerasyon? Aslında kaç göbektir aktarılan ve şimdi de benim çıkarttığım bu masallar yeğenlerim tarafından okunuyor. Böylelikle bu aktarım devam edecek.
Masallar çocuklara doğruyu-yanlışı, iyiyi-kötüyü, faydalıyı-zararlıyı… anlatırlar. Çocuklar masallarla eğlenirken öğrenirler de. Sizin masallarınızın da çocuklara iletmeye çalıştığı çok güzel ve değerli mesajları var. Dört masalınızın da temel mesajları nelerdir, bunları bir de sizden dinleyebilir miyiz?
Bilgi ve yaşanmışlık ayrı kavramlardır. Şimdi düşünsenize, internetten basıyorsunuz kar. İyi de oradaki bilgiyle buradaki yaşanmışlığı bir karşılaştıralım: Karı eline alsan, karın soğukluğunu ya da ayağının ıslanmasını. Böyle yaşamazsan oradaki kar yaşanmışlığını bilebilir misin? Bilgi de böyle bir şey. Avcı Mehmet de orada ne diyor? “Senden büyük emmin var, git ona bir danış.” diyor: Danışmak, büyükleri dinlemek. Buradan da alacağımız hisseler vardır. Bu farklılıkları, bize göre öteki/başka ne varsa bunları bilmemiz ama onları zenginliğimiz olarak da sevmemiz lazımdır. Masalların bize verdikleri ne kadar güzel, değil mi? Hayvanları sevmek: Ben köye gittiğim zaman ahırlarımızda ne kadar öküz, kuzu varsa hepsini severdim. Bugün kedileri görüyorum. Şimdi ben anlayamıyorum; bu, modern çağ diyorsunuz ama hiç de hayvanlara dost değilsiniz. Tabiat ana dostumuz bizim. Bakın, masallar bunu da yani hayvan sevgisini de anlatıyor. Nasıl söylemem gerekiyor bilmiyorum ama bazen ifade çok önemlidir. Bu ifade edemediklerimizi Hacı Bektaş-ı Veli’nin özlü sözlerinde bulabiliriz. Orada diyor ki: Hiçbir insanı ayıplamayınız. İyiler iyidir. Gerçekten tıpkı masallarda olduğu gibi bizim türkü sözlerimizde de böylesi yaşanmışlıkları görürüz ve bunlardan bir hisse alırız. Bence bu masalların anlatacakları, hayatımıza katacakları çok güzellikler var.
Sabahat Akkiraz okuyucuları için sırada ne var? Yeni bir masal kitabı mı, yoksa edebiyatın farklı mecralarındaki yepyeni ürünler mi?
Bu masallar, Happa Nine’nin Masalları, kayıt altına alındı. Tabii ki bunun devamı masallarımız da var. Onlar da kayıt altına alınmalı. Ben nasıl derlemelerimi yaptığım zaman kayıt edilmesini istiyorum, belki bugün için ben bunu okumayacağım ama kayıt da ediyoruz, çünkü gelecekte bu motifleri kullanarak başka müzikler yaratılabilir. Kökleri bizim olan bu müzik kültürünün bir şekilde kayıt altına alınmasını istedik ve kayıt altına alındı. Masallar da öyle olsun istiyoruz. Bu masallar tabii ki bu şekilde devam edecek. Nasıl daha birkaç okunacak derlemelerimiz varsa, aynı şekilde masallarımız da devam edip kayıt altına alınacak. Bundan sonraki ise yine Happa Nine’nin evimizde pişen yemekleri. Tıpkı Anadolu kültürünün türkülerini, masallarını nasıl derleyip gelecek nesillere aktarma sorumluluğunu aldıysam, şimdi de yemekler var. O yemeklerle de Anadolu’da o fakir insanların, ninelerimizin o yoksullukta sevgi, merhamet ve şefkatleriyle neler yarattıklarını aktarmak istiyorum. Sırada o da var, kayıt altına alınsın istiyoruz. Bu coğrafyanın, Anadolu’nun kültürü. Söylemek istediğim şu ki gerçekten severim Fakir Baykurt’u. Onu okuduğum zamanda da etkilendim işin doğrusu; ben de yazabilir miyim acaba diye düşündüm. Kayıt altına alınmasını istediğim bir iki masalım, hikâyem daha var. Aslında bunları hayata geçirmemin en önemli nedenleri bence, itiraf etmem gerekiyor ki, insanların bu yaşamlarında çok ötekileştirildikleri, insani değerlerden çok uzaklaşmış oldukları görüntüleri. Bu masalların, türkülerin, bu kültürün onlara aktarmak istedikleri fikirleri daha insanca bir yaşam, çünkü o kadar temiz ki bu türküler de masallar da. Ne insan ayırıyor ne kültür. Ne rengi başkalaştırıyor ne inancı. Orada hiçbir şekilde ayrıştırmaması, insanı insan olarak sevmeyi ve insan olarak o değerler içinde onlara bir şey katması asıl isteğim, dileğim yani bu fikrimle bir tuğla koymuş gibi olayım diyorum insanın, iyilerin iyi yaşama haline. Hâl dili benimkisi. Sevgiler.
Programıma katıldığınız için çok teşekkür ederim. Sizi konuk etmek benim için büyük bir onurdu.