Yüksek Hızlı Tren projesinin devreye girmesiyle İstanbul’da bazı tarihi istasyonlar devre dışı kalmış, Kadıköy Belediyesi’nin bu istasyonları kültürel ve sosyal yaşam merkezine dönüştürmek için Ulaştırma ve Altyapı Bakanlığı’na yaptığı başvurular yanıtsız kalmıştı. Geçtiğimiz hafta Belediye Meclisi toplantısında AKP’li meclis üyeleri Göztepe tren istasyonunun Cumhurbaşkanlığı Sarayı’na devredilip ve Beştepe’ye bağlı bir birim olacağını, Kızıltoprak istasyonunun İçişleri Bakanlığı’na devredileceğini açıkladılar. Olağan zamanlarda sıradan bir haber olarak kalacak olan bu iddia iki yanıyla önemli; öncelikle içinden geçtiğimiz ekonomik sorunlara rağmen Saray’ın ‘itibardan tasarruf’ etmemekteki kararlı duruşu ve muhalif belediye yönetimlerinin devre dışı bırakılmasına yönelik uygulanan politikalardaki ısrarın sürdürülüyor olmasıdır.
Saray/AKP/MHP iktidarı yerel seçimler sonrası özellikle İstanbul’u kaybetmiş olması nedeniyle belediyelerin sorumluluk alanlarına bakanlıklar aracılığıyla müdahale etmeyi sürdürüyor. Belediyelerin topladığı yardımlara ‘Ekonomik Reform Paketi’yle müdahaleden, iktidar üyelerinin çoğunlukta olduğu belediye meclisleri aracılığıyla karar aldırmamaya kadar çeşitli engellemeler devam ediyor. Bu konuyla ilgili 22.3.2021 tarihli ‘Çürümeden Çöküşe Doğru’ başlıklı değerlendirmemizde, “19 Mart günü Cumhurbaşkanlığı kararnamesi ile Gezi Parkı’nın mülkiyeti İstanbul Büyükşehir Belediyesi’nden alınarak Sultan Beyazıt Hanı Veli Hazretleri Vakfı’na devredildi. İstanbul’u fiili başkent, payitaht olarak gören Saray ve çevresi Gezi Parkı direnişinden bu yana yaşadıkları ezikliğin üzerine yerel seçimlerde yönetimin CHP’ye geçmesiyle yaşadıkları yenilginin acısını devlet gücüyle ve mevzuata aykırı biçimde giderme yolunu seçti.” yazmıştık.
Aynı devlet gücüyle Türkiye’nin üçüncü partisi durumundaki HDP’nin kazandığı belediyelerin tamamına yakınına kayyum atanmasıyla iktidarın yerel yönetimlere yaklaşımını daha net gördük. Dolayısıyla iktidarın demokrasi, özgürlük, eşitlik söylemleriyle gerçekliğin uyuşmadığını, diğer muhalefet partilerinin de bu iktidar/ devlet politikasını meşrulaştırma işlevi gördüğünü belirtmemiz gerekiyor.
Dünyanın ve ülkemizin içinden geçtiği ekonomik ve siyasi kriz dikkate alındığında önceliğin tasarruf ve üretim olması gerekirken Saray/AKP/MHP iktidarının kaynakları yağmalarcasına yürüttüğü politikalar yoksulluğun ve açlığın derinleşmesine yol açıyor. Bu gerçekliği dile getirenler ise kimliğine, içinde bulunduğu örgütlere göre çeşitli biçimlerde suçlanıp, yandaş medya ve çetelerin önüne atılıyor. Son olarak MHP Milletvekili Baki Ersoy ‘zamlar milletin belini büküyor’ dediği için disipline sevk edildi ve partisinden istifa etti. Buna tepki göstererek istifa eden Kayseri Kocasinan Belediye Meclis Üyesi Sedat Kılınç katıldığı bir televizyon programında program yapımcısıyla birlikte saldırıya uğrayıp kaçırıldı. Açlığı yaşamanın serbest, dile getirmenin ‘suç’ olduğuna yönelik iktidar pratiğinin kendilerinden olanlara karşı da amansız biçimde işletildiğine tanık olduk.
Yaşanan ekonomik ve siyasi krizin iktidarı zora soktuğu açıktır. Bunu iktidar da gördüğü için bir yandan görünür olmasını engelleme, bir yandan da çeşitli yasal düzenlemeler yoluyla önümüzdeki seçimleri kazanma hesapları görünür durumdadır. Seçim Kanunu’na yönelik son düzenleme de bunlardan biridir. Baraj altında görünen partilerin ittifaklar üzerinden milletvekili çıkarmasının önüne geçerek seçmenleri AKP- CHP- HDP- MHP üzerinden tercihe zorlayarak sağ, sol, Türk, Kürt, Alevi, Sunni gibi kutuplaştırmalarla geleneksel sağ seçmenin iktidara oy vermesinin planlandığı görülüyor. Bu arada çeşitli kısmi ve anlık ekonomik rahatlama görüntüsü de yaratılabilirse seçimi alabileceklerini, en kötü olasılıkla sistemin değiştirilmesinin önüne geçebileceklerini düşünüyorlar. Siyasi kutuplaşma ve ittifaklar açısından benzer özellikler gösteren Macaristan’da seçimleri iktidar partisinin kazanmış olmasından çıkarılacak dersler olduğunu düşünüyoruz.
KITLIK VE AÇLIK TEHLİKESİ
Birleşmiş Milletler Gıda ve Tarım Örgütü (FAO) yaptığı bir açıklamayla, Rusya Ukrayna savaşının etkisi ve ABD’de buğday rekoltesinin düşme olasılığıyla birlikte tüm dünyada gıda fiyatlarının rekor seviyelere yükseldiğini belirtti. FAO daha önce yaptığı bir açıklamada da tüm dünyada gıda ve yem fiyatlarının artacağı ve bunun da küresel düzeyde beslenme yetersizliğine yol açacağını duyurmuştu. Aynı açıklamada yoksul ülkelerde ortaya çıkabilecek kıtlığın siyasi krizleri de tetikleyebileceği belirtildi.
Her ne kadar Saray/AKP/MHP iktidarı yoksulluğun, açlığın görünür olmasını ve dile getirilmesini önlemeye, masa başı hesaplarıyla TÜİK verilerini düşürmeye çalışsa da mart ayı Tüketici Enflasyonunu (TÜFE) %61 olarak açıklamak zorunda kaldı. Aynı TÜİK Üretici Fiyat Endeksi’ni (ÜFE %114 olarak açıkladı. Kısacası artık iktidar da tüm zorlama ve algı yaratma çabalarına, masa başı hesaplarına rağmen halkın yoksullaşmasını gizleyemiyor. Elbette bu resmi verilerin bir anlamı daha var; iktidar TÜFE üzerinden belirlediği ücretleri düşürürken sermayeye rant aktarmış oluyor. Şirketlerin açıkladığı yıllık kar oranları da bu gerçeği gösteriyor.
Bu nedenle iktidar içinde halkın çarşı, pazar fiyatları karşısındaki öfkesini dindirebilmek ve yeni bir algı yaratmak için bazı gıda ürünlerinde tavan fiyat uygulanması, aradaki farkın ise devlet tarafından ödenmesi gibi tartışmalar yürütülüyor. Ücretlilerin birçok gıda maddesini tane hesabıyla aldığı, ay sonunu getirebilmek için gıdadan tasarrufa yöneldiği koşullarda iktidarın önümüzdeki seçimleri alabilmek ve sokaktaki bu isyanı durdurmak için yollar arayacağı açıktır. 2019 yerel seçimleri öncesi gördüğümüz tanzim satış çadırlarının benzerlerini görmek şaşırtıcı olmayacaktır. Bu arada iktidar kendi sorumluluğunu gizlemek için marketleri suçlamaya devam edecektir.
Bu algılara ve iktidarın günü, seçimleri kurtarmaya dönük hesaplarına karşı enerji başta olmak üzere iktidarın denetimindeki tüketim ürünlerine ve hizmetlere yapılan zamları gündeme getirmemiz, sınıfsal ve siyasal olarak gelir transferini görünür kılmamız gerekmektedir. Daha önceki yazılarımızda da belirttiğimiz gibi var olan kaynaklar bilinçli ve siyasi bir tercihle bir avuç yandaşa aktarılıyor. Sözü edilen ekonomik kriz sermayenin ve zenginlerin değil işçi sınıfının, yoksulların krizidir ve sorumlusu bu iktidardır. Buna rağmen Tarım ve Orman Bakanı Vahit Kirişçi, “Bu ülkede aç ve açıkta kimse yok” derken, AKP’li Mahir Ünal bir öğrenci evinde menemenin içine sucuk eklenmesi üzerine, “Az önce bunlar şikayet etmiyor muydu?” diyerek iktidarın yaklaşımını açığa vurmuş oldular. Açlığı ve yoksulluğu reddeden bu anlayışın sucuğun fiyatından da haberdar olduğu görülürken, nasıl olup da alabildiklerini sorgulatarak haklı çıkmaya çalıştığı anlaşılıyor. Oysa aynı iktidar 11 milyon insana yardım yapmakla, 4 milyon haneye doğalgaz fatura yardımı kararıyla da övünüyor. Israrla vurgulamamız gereken şey, insanların yardıma muhtaç olmadan, onurluca yaşayabilecekleri bir siyasi, ekonomik, kültürel düzenin hakkımız olduğu ve bunun mücadelesinin verilmesi gerektiğidir.
EMEKÇİNİN ADI YOK
Geçtiğimiz hafta Yargıtay, Soma Katliamı davasını karara bağladı. Patron Can Gürkan’a olası kastla ölüme sebep olma suçundan verilen ceza bozulmuş ve yeniden yargılama yapılmıştı. Bu arada davanın görüldüğü Akhisar’da mahkemeye müdahale edilmiş, davanın görüşüldüğü dairenin üyeleri değiştirilmişti. 2020 yılında Yargıtay 12. Ceza Dairesi işçilerin olası kasıt ile öldürüldüğü ve sanıkların 301 kez ayrı ayrı cezalandırılması gerektiğini vurgulamıştı.
Akhisar Ağır Ceza Mahkemesi’ndeki değişiklik ve Yargıtay 12. Ceza Dairesi’nin üç üyesinin değiştirilmesiyle davaya müdahale edilerek sanıkların bilinçli taksirle yargılanması sağlandı. Böylece Can Gürkan’a verilen 20 yıl, TKİ baş kontrolörlerine verilen 12 yıl 6 aylık cezalar onanmış oldu. Bu kararda sanıkların madencilik faaliyetleri ve mesleklerini yapabilmelerinin de önü açıldı. Soma’da madenci ailelerinin davayı sahiplenerek verdikleri uzun mücadelelerini belirtmek gerekiyor. Türkiye’de sorumluların iş cinayeti nedeniyle hapis yatması ve ceza alması yargıyla değil ancak mücadeleyle mümkün olabilmektedir.
Çevre, Şehircilik ve İklim Değişikliği Bakanlığı hazırladığı bir yasal düzenlemeyle atık toplayıcılarının kendi hesaplarına çalışan belediye işçileri olmasını öngörüyor. Esnaf kurye örneğinin bir benzerini atık toplayıcılarında da yapmak istedikleri anlaşılıyor. Yalnızca sosyal güvence öngörülen düzenlemenin yürürlüğe girmesi durumunda atık toplayıcıları belirlenen bir alanda, belediyelerin belirlediği kontenjanlar doğrultusunda ve kendi hesaplarına çalışan işçiler olacaklar. Toplayıcılara kimlik kartı ve üniforma da öngörülen bu düzenleme güvencesizliğin yaygınlaştırılması ve yasallaştırılması anlamına gelmektedir. Dolayısıyla herkese kadrolu, güvenceli iş ve eşit ücret içeren taleplerimizi işçi sınıfının mücadelesinin bir parçası haline getirmemiz, bunun bir hak olduğunu bilince çıkarmamız gerekmektedir.
DEĞİŞEN DENGELER
Rusya’nın Ukrayna’ya saldırmasıyla birlikte ABD, AB ve NATO’nun uluslararası ilişkileri yeniden biçimlendirmeye yönelik girişimleri, buna karşılık Rusya (Çin ve Hindistan)’ın verdiği tepkiler ülkelerin de dış (hat iç) siyasetlerini belirlemeye devam ediyor.
Saray/AKP/MHP iktidarı bu değişiklikleri içerde ve dışarda kendi lehine çevirmek için yeni hamleler yapmaya çalışıyor. Özellikle Rusya’ya yönelik uygulanan ambargolar sonrası batının doğalgaz ihtiyacının Irak Kürdistan bölgesinden karşılanmasını da içeren hamlelere ek olarak İsrail, Birleşik Arap Emirlikleri, Suudi Arabistan ve Mısır ile ilişkileri düzeltmeye yönelik adımlar önümüzdeki günlerde iktidara yeni alanlar ve olanaklar açacak gibi görünüyor. Bu adımlara Doğu Akdeniz gazının çıkarılması ve batıya naklinin de eklenmesi, hatta bunun bir müjde olarak sunulması da şaşırtıcı olmayacaktır.
04.4.2021 tarihli, ‘Açlık Sınıfsal Bölüşüm Siyasal’ başlıklı değerlendirmemizin Savaş ve Hesap alt başlığı açarak, “Cemal Kaşıkçı cinayetinin savcısı dosyayı kapatma ve davanın Suudi Arabistan’a nakli yönünde talepte bulundu. Mahkemenin vereceği karar bir yana Adalet Bakanı’nın böyle bir kararı onaylayacağını açıklaması da dış siyaset ve çıkarlar söz konusu olduğunda düşmanlığın da, adaletin de rafa kaldırıldığını ve iktidarın tüm iddia ve söylemlerini bir kenara atabileceğini göstermesi açısından önemlidir.” yazmıştık. Geçtiğimiz hafta iktidar dosyanın Suudi Arabistan’a iade edileceğini açıkladı.
Suudi Arabistan’la ilişkilerin düzeltilmesine yönelik girişimlerin arkasında iktidarın döviz ihtiyacını gidermek olduğu açıktır. Bu haberlerle birlikte Suudi Arabistan’la 15 milyar dolarlık bir swap (takas) anlaşması yapılacağı da konuşulmaya başlandı. Birleşik Arap Emirlikleri ile görüşmenin hemen ardından gördüğümüz ekonomik hamlelerin bir benzerini daha göreceğiz.
Rusya Ukrayna savaşına kadar Türkiye’ye yönelik yaptırımlar uygulayan ABD’nin bundan vazgeçtiği görülüyor. ABD Dış İşleri Bakanlığı’nın Senatoya gönderdiği yazıda F 16 satışının NATO’nun birliğine hizmet edeceği vurgulanarak S-400’ler nedeniyle uygulanan yaptırımlar sonucu yeterince bedel ödetildiği de belirtiliyor. Türkiye’nin Rusya ile daha fazla yakınlaşmasını önlemeye dönük bu karar iktidar için umut olmakla birlikte Ortadoğu politikaları, Rusya, Çin, İran ilişkileri, Suriye ve Libya’daki yansımalarını önümüzdeki günlerde göreceğiz. İktidarın ABD ve NATO politikalarını önceleyeceği açık olmakla birlikte Suriye ve Libya’da Rusya ve İran’ı doğrudan karşısına alamayacağı, yaz aylarında beklediği turizm gelirlerinin önemli bir kısmının da Rusya’dan olduğu, doğalgaz, tahıl başta olmak üzere Rusya’dan karşılanan ürünlerde yaşanabilecek sıkıntının içerdeki yangını daha da büyüteceği açıktır.
Kaynakların halktan yana kullanımı, üretilen değerlerin adil bölüşümü doğrultusunda savaş karşıtı, barışla birlikte temel hakları önceleyen işçi sınıfının çıkarları doğrultusunda ortak bir mukavemet hattını inşa etmek devrimcilerin, sosyalistlerin, emekten yana olanların tek çıkış yoludur. Bu çıkış yolunu kurmak ve örgütlemek de hepimizin sorumluluğudur.