Cuma, Nisan 19, 2024
spot_img

Sermayeye Geç Yoksula Dur

Varsıla, yolsuza sonuna kadar açılan kamu kaynakları ve iktidar koruması emekçilerin daha çok sömürülmesi anlamına geliyor.

Saray/ AKP MHP iktidarının korona salgınıyla derinleşen ekonomik kriz koşullarında bile emeğiyle geçinenlere ve işsizlere yönelik politikalarında bir değişiklik olmadı. Olumlu sayılabilecek değişim bir yana faturayı yine halka çıkarılmaya devam ediyorlar.

SGK (Sosyal Güvenlik Kurumu)’da ortaya çıkan usulsüzlük/ vurgun kamunun 1 milyar TL zarara uğratıldığını gösterdi. Usulsüzlüğün kahramanlarından birinin de İç İşleri Bakanı Süleyman Soylu’nun kuzeni olduğu medyaya yansıdı. Yurttaşlar tedavi için gerekli ilaçların katkı payını bile ödemekte zorlanırken, bazı ilaçlara hiç ulaşamazken 15 TL’lik bir ilacın SGK’ya 1.000 tl.ye satılmış olması, SGK aracılığıyla soyulduğumuz anlamına geliyor.

Bu haberlere erişimin engellenmesi de daha önceki örneklerinden bildiğimiz gibi suçluların telaşını göstermektedir. Aynı anda Resmi Gazete’de yayınlanan bir kararla 52 ilacın SGK geri ödeme listesinden çıkarılması Saray/ AKP/ MHP iktidarının halk sağlığına bakışını göstermektedir. Varsıla, yolsuza sonuna kadar açılan kamu kaynakları ve iktidar koruması emekçilerin daha çok sömürülmesi anlamına geliyor.

Yurttaşlar olarak sağlık hakkının bir parçası olan ilaca kolay ve ucuz erişmemizin giderek olanaksızlaştırıldığı bir süreci yaşıyoruz. Kamuda tasarruf amaçlayan iktidar bunun bedeli olarak bizim sağlığımızdan vazgeçtiğini göstermektedir. Anayasal bir hak olan sağlık hakkının tasarruf konusu yapılması bile iktidarın tercihini göstermektedir. Bu noktada özellikle SGK’ya yüksek fiyatla satılan ve bu fiyatlardan ilaç kullanan hastalar olmak üzere sokağı da düşünerek hukuki, siyasal bir mücadeleyi öne çıkarmamız , haksız biçimde alınan ilaç ücretlerinin geri alınması ekseninde sağlık hakkımızı da savunmamız gerekiyor.

11.01.2021 tarihli ‘Kendimizi Bulmak Kendimizi Görmek’ başlıklı değerlendirmemizde; “Bugünlerde Milli Piyango’da satılmayan biletlere çıkan ikramiyelerin Varlık Fonu’na devri yerine SMA hastası çocuklar için kullanılması talebi Saray/AKP ve kadroları tarafından şaşırtıcı biçimde reddedildi.

Kampanyayı başlatan ve savunanların büyük çoğunluğu iyi niyetli olarak yaklaşıyorlar. Fakat yıllardır uygulanan özelleştirme, serbest piyasa vb. yönündeki propagandaların etkisini göstermesi açısından çok önemli. Hem korona salgınının hem de SMA vb. hastalıkların tedavi süreçlerinin ücretsiz olarak devlet tarafından karşılanması gerektiği, sosyal devlet ilkesinin ve sağlık hakkının bunu gerektirdiği yüksek sesle dile getirilmiyor.” demiş ve eklemiştik; “Unuttularsa anımsatmak, umutları yoksa umudu yaratmak, bilmiyorlarsa öğretmek, yalnızlarsa çoğaltmak bizim görevimiz olmalıdır. Gündelik yaşamla siyasetin bağını kurmak, iktidarın yaptığının da siyaset olduğunu anlatıp seçenek yaratmak zorundayız.”

ÇOK İTHALAT AZ ÜRETİM

Geçtiğimiz hafta alınan bir kararla bazı bakliyat ve hububat ürünlerinin ithal edilmesi sırasında uygulanan gümrük vergisi sıfırlandı. İktidar bu yolla içerde bazı gıda ürünlerinde yaşanan sıkıntıyla birlikte fiyat artışlarının da önüne geçileceğini iddia ediyor. Oysa biz geçmiş örneklerden de biliyoruz ki tarım ürünleri ithalatı çiftçilerin ürettikleri ürünleri satamaması, girdi fiyatlarını karşılayamaması ve tarımdan çekilmeleriyle sonuçlanıyor.

Gıda enflasyonunun (üstelik TÜİK verileriyle) %30 olduğu koşullarda üretimi desteklemek ve artırmak yerine ithalatla fiyatları düşürmeye yönelmek Türkiye tarımının çökmesi, çiftçilerin işsiz kalması/ yedek iş gücü pazarına sunulması anlamına geliyor. Çitçi Kayıt Sistemine kayıtlı çiftçi sayısının 3 milyondan 2,2 milyona düşmesi de bunu göstermektedir.

Tarım ürünleri ithalatı yerli işbirlikçi (yandaş) ithalatçı firmalar aracılığıyla uluslararası tarım tekellerine kaynak transferi anlamına gelmektedir. AKP’nin iktidara geldiği 2002 yılından bugüne kadar yalnızca buğday ithalatına ödenen döviz 150 milyon dolardan 2,3 milyar dolara çıkmıştır. İktidarın tarım ürünlerinin ithalatı için harcadığı parayı yerli üreticiden esirgemesi, iklim, girdi maliyetleri, nüfus artışı, dağıtım ve pazarlama gibi alanları birlikte düşünmemesi tarımda (beslenmede) dışa bağımlılığı artırmakla birlikte ülkemizin gıda güvenliği sorunu yaşamasına da beraberinde getirmektedir.

Kaldı ki yıllardır yapılan ithalata, ithalatla piyasa düzenleme politikalarına rağmen gıda enflasyonunun TÜİK verilerine göre %30 olması da bu politikaların gerçekçi olmadığını göstermektedir. 30-40 yıl öncesine kadar kendi kendine yeten bir tarım ülkesini tarımda ithalatçı duruma düşürmek beceriksizlikten çok bir siyasi tercihtir. Bununla birlikte Saray/ AKP/ MHP iktidarı toplumun temel tüketim ürünlerinde özellikle gıda fiyatlarındaki artışın kendisinin sonu olacağını görüyor. Seçimlere kadar bu alandaki fiyatları düşürmek için kamu kaynaklarını sonuna kadar kullanmaktan çekinmeyecektir. Bu durum piyasa ekonomisi, rekabet, Yeni Dünya Düzeni, serbest piyasa, neo liberalizm, küreselleşme gibi adlandırmalarla topluma sunulan ideolojik saldırı gerçeğini değiştirmektedir.

Bugünün ve gelecek yılların en temel sorunları arasında su ve gıdanın geldiği artık tartışılamaz bir gerçekliktir. Beslenme ve sağlıklı bir çevrede aşama hakkının da gaspı anlamına gelen bugünkü tarım ve çevre politikalarını kamu yararına ve kamu adına değiştirmeden, kapitalist üretim ve tüketim ilişkilerini dağıtmadan, yerli işbirlikçi sermaye ve iktidarlar aracılığıyla uluslararası 3-5 tekelin dünyayı sömürdüğü düzene karşı çıkmadan çözüm mümkün değildir. Karşı çıkış siyasi, politik alanlarla sınırlı kalmamalı üretim, dağıtım, tüketim ilişkileri dahil tüm alanları kapsamalıdır.

BIRAKINIZ YAPSINLAR BIRAKINIZ…

Geçtiğimiz yıl Seferihisar’da meydana gelen depremde yıkılan Rıza Bey Apartmanı davasında sanıklar arasında bulunan inşaat gözetmeni ile proje mühendisinin ifadeleri iktidarın inşaatla büyüme politikalarının yarattığı çürümeyi de gösterdi. Projeyi hazırlayan sanık “hazırladım, teslim ettim ve inşaat alanına hiç gitmedim” derken inşaat gözetmeni “inşaatı kontrol görevim yok” dedi. Daha önce Elazığ depreminde, Samsun’daki sel baskınında TOKİ’nin yaptığı binalarda, yakın zamanda Kastamonu ve Sinop’taki sellerde (verilen imar izinleri açısından) gördüklerimiz en küçük bilimsel verinin bile ciddiye alınmadığını göstermektedir.

Beklenmekte olan büyük İstanbul depremi de dikkate alındığında yukarıdaki örnekler bile nasıl bir tehlike, can ve mal güvenliği sorunuyla baş başa bırakıldığımızı göstermektedir. Yasal zorunluluğu yerine getirmiş olmak için diplomaların hazır tutulduğu, diploma sahibinin ortada/ sahada olmadığı bir sistem yargı aşamasında görünür olmuştur.

Geçtiğimiz hafta Kadıköy Anadolu Lisesi’ne torpille öğrenci alındığını okuduk. Taban puanı 455olan okula sınavda 405 puan alan bir öğrencinin yerleştirildiğini öğrendik. Fetö’nün sınav sorularını çalarak yandaşlarına verdiği düzenden İl Milli Eğitim Komisyonu Kararı’yla öğrenci yerleştirilen bir düzene geçtiğimiz anlamına gelen bu uygulama ile kamuya memur alımlarındaki mülakatlar yoluyla elemeyi veya atamayı birlikte düşünmek gerekiyor.

30.8.2021 tarihli ‘Yasallaştırılmış Sömürü Düzeni’ başlıklı değerlendirmemizde belirttiğimiz kira fiyatlarındaki artış devam ediyor. Özellikle üniversitelerin ve okulların açılmasıyla ve kentse dönüşüm nedeniyle yıkımların olduğu kentlerde ev arayanların artmasıyla bazı kentlerde %50’leri aşan artışlar yaşanıyor. Binlerce ev boş dururken yüzbinlerce insan ev arıyor. İktidar gıda fiyat artışını denetlemek için özel birliklerle marketleri, dükkanları denetlerken kira ve konut fiyatlarının enflasyon oranının üzerinde artırılmasına sessiz kalıyor, gerçekte bir tercih yapıyor.

VE DİYANET

Son zamanlarda Diyanet İşleri Başkanlığı’nın sosyal medya düzenlemesinin gerekli olduğu açıklamasından adli yıl açılışına, deniz kabuklularının yenilip yenilmeyeceğinden, protokol sırasında 40. sıradan 12. sıraya yükselmesine kadar farklı konu ve biçimlerde öne çıkarıldığını görüyoruz. Yasal düzenlemeler dahil Diyanet’in bu denli öne çıkarılması her şeyden önce Anayasa’da laiklik ilkesinin bulunmasının devletin laik olmayacağını göstermektedir.

Bu konudaki eleştirilere AKP’den önce MHP’nin yanıt vermesi de bildiğimiz Türk-İslam sentezi üzerine kurulu devlet düzeninin sonucudur. İslamcı çizgisinde sapma olmayan Saray ve AKP iktidarı korumak uğruna zaman zaman geri adım atıyor gibi görünmektedir. Fakat daha önce Yeni Osmanlıcı olarak tarif edilen ve İslam ülkelerinin liderliğini amaçlayan genel politika sürdürülmektedir. Suriye, Libya ve son olarak Afganistan’daki gelişmeler, özellikle Avrupa’ya yönelik mülteci akınını Türkiye’de durdurarak yitirdiği uluslararası desteği geri kazanmaya başlayan Saray/ AKP/ MHP iktidarının yeniden fabrika ayarlarına döndüğü söylenebilir.

Taliban’ın yönetimi ele geçirmesinin moral etkisinin var olduğu da söylenebilir. Sonuçta ‘inanç birliği’, ‘kardeşlik’ gibi söylemleri de duyduk iktidar temsilcilerinden. Diyanet İşleri Başkanı’nın öne çıkarılması, açılış ve törenlerde dini simge ve ritüellerin kullanılması gibi eylemler toplumun alıştırılması, zamana yayılarak ‘dini ve milli’ değerlerin kanıksatılması anlamına geliyor. Buna eğitim/ öğretimdeki dinselliğin artırılmasını da eklediğimizde önümüzdeki yıllarda laiklik, laiklik eksenindeki politika tartışmalarının artması beklenmelidir.

Diyanet İşleri Başkanı’nın sosyal medya düzenlemesinin gerekliliğini söylerken kurduğu “Gençlere kul olduğunu unutturuyor” cümlesi çok önemlidir. Bu cümle nasıl bir insan/ yurttaş istendiğini, yaratılmaya çalışıldığını göstermektedir. Ömürleri boyunca harcamayacakları bir servetin/ gücün peşinde koşanların en alt düzeyde insani değerleri bile unutmasına sessiz kalan Diyanet ve sözcüsü olduğu iktidar gençlerin kul olmasına istiyor.

Yirmi yıllık AKP ve SARAY/ AKP/ MHP iktidarının toplumun kültürel, sosyal yapısında yol açtığı dönüşüm ve değişimin etkilerinin iktidar değişikliğiyle ortadan kalkmayacağı açıktır. Bu nedenle Diyanet İşleri Başkanlığı dahil tüm dini tarikat ve cemaatlerin laiklik karşıtı tutum ve söylemlerinin sorumlusunun iktidar olduğu gerçeğini unutmamalıyız. İktidara karşı verilecek mücadelelerin bir parçasının da laikliğin savunulmasından geçtiğini, bizim de sosyal, kültürel, ideolojik olarak laik bir devlet ve toplum yapısı için ortak bir anlayış ve mukavemet hattı oluşturmamız zorunludur.

12 EYLÜL SÜRÜYOR

Bugün yaşadıklarımızın tümü 12 Eylül 1980 darbesinin kurduğu düzenin sonucudur. Bunu anlamak için 12 Eylül’e giden sürecin ana unsuru olan 24 Ocak Kararları’na bakmak yeterlidir. Devletin ekonomideki payını azaltmak, tarım ürünlerinin alımının sınırlandırılması, dış ticarette serbestleştirme, yabancı sermayenin teşvik edilmesi, başta imalat sektörü olmak üzere ithalatta gümrük muafiyeti, teşvik primleri ve dövizde devalüasyon gibi uygulamaları içeren 41 yıl önce açıklanan kararlar bugün de uygulanmaktadır.

Kurulmak istenen sömürü ve soygun düzeninin devamı için sendikaların, meslek örgütlerinin ve siyasal muhalefetin baskı altına alınması gerekiyordu. 12 Eylül sonrası sermaye temsilcilerinden birinin “bugüne kadar hep işçiler güldü, sıra bizde” sözüyle, tutuklu bir faşisttin “düşüncelerimiz iktidarda biz içerdeyiz” sözü bugünlerin nasıl hazırlandığını göstermektedir. 12 Eylül darbecilerinin açıktan silah zoruyla yaptıklarını Saray/ AKP/ MHP iktidarı Meclis çoğunluğuyla (çoğunlukçulukla), OHAL’le, Cumhurbaşkanı kararnameleriyle, dini kurum, tarikat ve cemaatlerle, ele geçirdikleri sendika ve meslek örgütleriyle, gerek duyduklarında sokağa saldıkları militanlarıyla ve devlet gücüyle yapmaktadır.

Emekçilere, çiftçilere, yoksullara, ‘öteki’ ilan edilenlere, öğrencilere, çevre savunucularına, muhalif medya çalışanlarına, sanatçılara yönelik olarak iktidarın tüm bileşenleri ve devlet aygıtıyla saldırdığı, 12 Eylül’ü sürdürdüğü dikkate alınarak yaşamın tüm alanlarının ve tüm bileşenlerinin ortak bir mukavemetini düşünmek ve yaratmak zorundayız.

2 YORUMLAR

Bir Cevap Yazın

[td_block_10 custom_title="YAZARIN DİĞER YAZILARI" autors_id="29" limit="6" block_template_id="td_block_template_6"]

Haftalık Siyasal Durum Değerlendirmesi

4,216BeğenenlerBeğen
944TakipçilerTakip Et
6,269TakipçilerTakip Et