korona virüsü resmi olarak kabul edildikten, gerçek veriler (toplumdan saklanmasına rağmen) sermaye ve iktidar tarafından görüldükten sonra ekonomik krizi derinleştirmemek!, toplumsal muhalefete yol açmasını engellemek üzerine kuruldu tüm üretim ve yönetim politikaları…
önce MÜSİAD’ın 2013 yılında projelendirdiği fakat korona salgınıyla birlikte yeniymiş gibi sunulan İzole Üretim Tesisleri’nden haberdar olduk. çalışanların ve aile bireylerinin dış dünya ile bağlarının kesildiği, giriş çıkışların izine tabi olduğu, “kendi kendine yeten” üretim bölgeleri kurulacağını öğrendik.
ardından Soma’da Polyak İşletmesi’nin maden girişine kurduğu ve madencilerin iş çıkışı buralarda kalmaya zorlandığı konteyner kent benzeri bir modeli duyduk. sonra Çanakkale’de İl Hıfzıssıhha Kurulu’nun aldığı kararla Dardanel çalışanlarının 15 gün süreyle fabrika çevresinde oluşturulan barınma alanlarında kalmaya zorlandığını, Manisa Vestel’de işçilere virüs bulaştığı, ölenler olduğu saptanmasına rağmen çalışmaya zorlandığını (aynı Vestel’de İzmir depremi sırasında işçilerin 10 dakika dışarı çıkmalarına izin verilip sonra işbaşı yaptırıldığını) öğrendik… onlarca örnek var benzeri durumda…
bu arada iktidar sözüm ona virüse karşı önlem gerekçesiyle işçi eylemlerini, çevre eylemlerini, tek kişilik basın açıklamalarına varıncaya kadar sokağa yönelik her türlü muhalif eylem ve tepkileri yasakladı. iktidar partisinin miting ve toplantı yapabildiği, iktidara yakın olanların her türlü toplu etkinlikler gerçekleştirebildiği koşullarda Soma ve Ermenek maden işçilerine, Bimeks işçilerine, Metal işçilerine, Cargill işçilerine, KHK mağdurlarına vd. direnen işçilere, Kaz Dağları’na sahip çıkanlardan ülkemizin birçok yerinde doğasına, toprağına, suyuna sahip çıkanlara kadar herkese korona sopası gösterildi. valilikler hızlıca Anayasal hakları salgın gerekçesiyle yasaklamaya, kolluk güçleri veya para cezalarıyla engellemeye giriştiler.
Yoksulları Öldüren Virüs Değildir
virüsün tüm dünyayı etkilediği doğru… fakat birilerinin söylediği gibi varsıl ve yoksulu, emekçi ile sermayeyi, yönetenle yönetileni eşitlemiyor. tam tersine yoksullar, emekçiler ve yönetilenlerin ölümleri günlük tablolarda veriden, sayıdan öteye geçemiyor. örneğin Sağlık Bakanlığı’nın yayınladığı bir genelge ile sağlık çalışanlarının izin, tayin, nakil, malulen veya 65 yaş dışında tüm emeklilik işlemleri durdurulurken ölümlerine/ ‘tükenmelerine’ göz yumuluyor. Vestel’de virüs nedeniyle ölümler yaşandığı ve önlem alınmadığı için işvereni uyaran kadın işçi işten çıkarılıyor; yüzlerce ölüme, binlerce istirahatli çalışana rağmen korona iş kazası ve meslek hastalığı sayılmıyor…
oysa emekçilerin can güvenliklerini, sağlıklarını tehdit eden koşullarda çalışmama hakları var. sermaye işten çıkarmakla tehdit ederek, bakanlıklar ise genelgelerle bu yasal hakkı tanımadıklarını beyan etmiş oluyorlar. Anayasal bir örgüt olan Türk Tabipler Birliği’nin salgın sürecinde dışlanması, cılız da olsa emekçilerden ve sendikalardan gelen tepkilerin din veya milliyetçilik kullanılarak itibarsızlaştırılmaya çalışılması iktidarın ve sermayenin salgına bakışını somut olarak göstermektedir.
yoksulları öldüren virüs değildir; Sağlık Bakanlığı günlük vaka/ ölüm oranlarını uluslararası kaygılar nedeniyle gerçeğe yakın olarak açıklamaya başladığında gördük ki, ölüm ve vaka sayısında dünyada ilk 10’a giriyoruz. o zaman bugüne kadar saklanan bilgiler nedeniyle ortaya çıkan umursamazlığın, toplumsal duyarsızlığın en büyük payı Sağlık Bakanlığı’ndadır. emekçilerin ölümündeki en büyük payın biri Aile, Çalışma ve Sosyal Hizmetler Bakanlığı, biri patronların, biri de sendikalarındır.
2016 yılıydı sanırım; Zonguldak’ta eylem yapan madencilerden biri “aşağıda ölüm olasılık, yukarıda açlık kesin” diyerek neden madendeki işine, madenlere sahip çıktığını özetlemişti. şimdi de benzer bir durumu virüs salgınında yaşıyoruz. virüs nedeniyle ölüm ‘olasılık’, ancak virüse karşı önlem istemek, işverene sorumluluğunu anımsatmak kesin işsiz/ aç kalmak anlamına geliyor. örgütsüz olan, örgütlü olanların da fiilen örgütsüz olduğu koşullarda her şeyi yeni baştan konuşmak gerekiyor sanırım… yoksulları öldüren insanları veri/ sayı olarak gören anlayışla birlikte söz ve karar sahibi olabildikleri örgütlerinin olmayışıdır…
Tümüne Birden Tümüne Karşı
korona salgınını yönetme aracına dönüştüren iktidara, ranta dönüştüren sermayeye ve kendi var olan konforlarını korumayı önceleyen tüm sendika ve yapılara karşı yaşam hakkı, sağlık hakkı, sağlıklı bir çevrede yaşama ve çalışma hakkı, eğitim ve haberleşme hakkı gibi temel ve hepimizi buluşturan haklar çevresinden yeniden düşünmek zorundayız.
birçok haber okuduk virüs testinin paralı yapıldığı konusunda. şimdi de korona aşısının ücretsiz yapılması önergesi AKP/MHP koalisyonu tarafından reddedildi. oysa sağlık temel bir haktır; parayla satılamaz. ayrıca milyonlarca insanın sigorta, emekli sandığı, bağkur, gss primi ödediği, sosyal devlet ilkesinin Anayasa’da yer aldığı bir ülkede aşının ücretsiz olmasına karşı çıkan milletvekillerinin/ iktidarın olduğu gerçeği karşısında kaybedecek bir tek canımızın kaldığını anlamamız için ne gerekiyor… bu çürümüşlüğü yaratan, savunan, ranta dönüştürenlerin tümüne birden, tümüne karşı bir yol düşünmek ve bulmak zorundayız…