ilgilenenler, izleyenler bilir diyeceğim de izlemeyen, ilgilenmeyen kalmış mıdır diye de sorayım. son iki hafta içinde çok sayıda işyerinde eylemler, işyeri işgalleri (işyerini terk etmeme) yaşanıyor… eş zamanlı olarak yeni elektrik ve doğalgaz faturaları geldikçe çok sayıda kentte insanlar sokağa çıkıyor… göründüğü kadarıyla bu öylemler bildiğimiz anlamda örgütlü, daha önceden düşünülmüş, planlanmış eylemler değil… üstelik fabrikalardaki işçilerden küçük esnafa, çiftçilerden emeklilere kadar çok farklı ve birbiriyle doğrudan bağı, ilgisi olmayan insanlar sokağa çıkıyor… bu kadar da değil; görece orta gelir grubunun yaşadığı kentlerden ülkede üretilen gelirden en az payı alan kentlere kadar sosyolojik olarak da birbirine benzemeyen yerlerde aynı amaç için eylemler yapılıyor; zamlar geri çekilsin! kentin veya kitle içindeki insanların politik ağırlığına göre elektrik ve doğalgaz sektörünün kamulaştırılmasını savunanlar da var…
yoksuluz! en iyimser araştırmalar da bile yoksulluk sınırı 13.000 tl’yi geçti… bu, sınır değer. hakkını vererek yaşamak, yaşamın güzelliklerinden yararlanmak olarak düşünürsek, yani insani yaşam sınırı olarak bakarsak bulacağımız rakam çok daha fazlasıdır… (yapılan işin niteliğine, zorluğuna, işi yapanın kıdemine, yeteneğine göre ücret belirlemesi ayrı tartışma). elbette rakamlar üzerinden konuşurken gelirin alım gücü önemli… yoksa sürekli iktidar sözcülerinin 2002’de asgari ücret, emekli maaşı şu kadardı, biz şu kadar yükselttik demesi gibi bir saçmalığa düşeriz… ben ısrarla kişi başı gelir üzerinden bakılması, vergi, sigorta primi, stopaj vb. zorunlu kesintiler sonrası almamız gereken ücret üzerinden bakmaktan yanayım… eğer ülkemizde kişi başı gelir 8.500 dolar deniyorsa, bunun yarısının kesintilere gitmesi durumunda bile kişi başı 4.250 dolar gelirin evlere girmesi gerektiğini düşünüyorum. dört kişilik bir ailenin yıllık gelirinin de 17.000 dolar olması gerekiyor… kabaca yıllık 230.000 tl. bu da bizim yurttaş olarak hakkımız; zaten zamanımızı, kafa ve kol emeğimizi vererek biz yaratıyoruz bu geliri…
borçluyuz
Türkiye Bankalar Birliği (TBB) ocak ayı verilerine göre 34,7 milyon kişi kredi kartı veya kredi borçlusu durumunda… çalışabilir nüfusun yarıdan fazlasının, hatta toplam çalışanlardan fazlasının borçlu olduğu anlamına geliyor bu veri… 2021 yılında kredi/ kredi kartı borçlusu 800 bin kişi artmış; 2021 yılı Ocak_ Kasım ayları arasında yasal takibe düşen sayısı 1.485.000 kişi olmuş… 2021 Kasım ayı verilerine göre 4.018.796 kişi kredi ve kredi kartını borcunu ödememiş veya borcu devam ediyor… aynı dönemde toplam 32 milyar 900 milyon tl. tasviye olmuş… amacım rakamlara, verilere boğmak değil… kriz dönemlerinde geçim derdi arttıkça yurttaşların borçları da artıyor… tam olarak söylemek gerekirse kredi, kredi kartı borçları nedeniyle yüzbinlerce insan elindekini, avucundakini de yitiriyor… (son zamanlarda icradan satılık konut, arazi, araç satışları bunu gösteriyor)
bazı sendika, konfederasyonların açıkladığı açlık sınırı 4.250 tl. oldu… açlık sınırı nedir peki? dört kişilik bir ailenin sağlıklı ve dengeli beslenmesini sağlayacak gıda harcaması için gereken miktar… giyim yok, kira yok, faturalar yok, bir yere gidip iki çay içmek yok, eğitim ve sağlık yok… bu kadar yoklar içinde Ocak ayında yürürlüğe giren asgari ücret de 4.253 tl…. asgari ücrete yılda bir kez zam yapanlar elektrikten akaryakıta, doğalgazdan gıdaya her alanda yıl içinde defalarca zam yapıyor, yapılmasına sessiz kalıyorlar…
o zaman şöyle bir soruyu gündeme getirmenin zamanıdır… tüketim ürünlerine, hizmetlere yıl içinde, her hangi bir zamanda ve defalarca yapılan zamları piyasanın gereği olarak açıklayan iktidar ve sermaye neden ücretlere yılda bir kez zam yapmaktadır…? emeğin (insanın) piyasa aracı gibi ifade edilmesine karşı çıkmakla birlikte; onların diliyle soralım. piyasa şartları, gereği denilerek iğneden ipliğe zam yaparken emeği piyasanın parçası olarak görenler neden emeği, emekçinin ücretini aynı piyasa şartları içinde görüp yıl içinde üç- dört kez artırmıyorlar? sendikalar bu konuda neden kafa yormuyorlar? yani benzine haftada iki üç kez zam yapılabilirken, meyveye sebzeye onbeş, yirmi günde bir zaman yapılabilirken işçi ücretlerine yılda kez zam yapılır diye bir kutsal kural mı var…?
endişeliyiz
daha önceki yazılarımda da belirtmeye çalıştım; zor zamanlardan geçiyoruz… sebebi ve sorumlusu olmadığımız ekonomik, siyasi krizler içinde yarınlarımızdan endişe ediyoruz… hepimiz kendimizi, sevdiklerimizi korumaya çalışırken, örgütlü ve politik bir karşı çıkışı yaratamadığımız için hepimiz birden aynı sıkıntıları, endişeleri yaşıyoruz… geçtiğimiz günlerde işten çıkarılan 24 yaşında bir kadın canına kıydı… atanamayan bir öğretmen ‘çok çalıştım, okudum, öğretmen oldum, askerliğimi yaptım atanamadım’ diyerek canına kıydı… Mersin’de ‘donuyorum beni kurtarın’ diyerek kaymakamlığa başvuran 62 yaşındaki yurttaş sokakta donarak öldü…
aynı ülkede İstanbul Büyükşehir Belediyesi’nin AKP yönetiminde olduğu zamanlarda örneğin bir kadına yurtdışında okuması için 2 milyon lira burs verildiğini, iktidara yakın olmak dışında hiçbir bilgisi, yeteneği, topluma zerre yararı olmayan tiplere 3-4 maaş verildiğine tanık olmak endişemizi öfkeye dönüştürüyor, dönüştürmeli… bir zamanların tarım ülkesi olan ülkemizde insanların taneyle patlıcan, patates, portakal, muz almaları öfkelenmemiz için yeterli değil mi?
kendimiz, yakınlarımız, sevdiklerimiz için endişelenmemiz doğal, fakat yetmez… endişe ve kaygılarımız bizi bir araya gelmeye zorlamalı… yalnızca sayısal çokluk için değil, o çokluk içinde çoğulcu çözümler üretmek için de gerekli bu… birbirimize yaralarımızı gösterirken o yaraların ilacının ve merheminin de ellerimizde olduğunu anlamak zorundayız… yaşamak nedir, nasıl yaşanır sorularına birlikte yanıt verebilirsek, bize yaşamı zehir edenlere karşı direnebilir, daha anlamlı ve yaşanası bir geleceği kurabiliriz.