Salı, Nisan 23, 2024
spot_img

“Abiler!” Sözcüğünün Tarihteki Ve Edebiyattaki Yeri

Tarihin, hikâyelerin ve olayların pek çok kalbi var; o kalbin sahibi ise resmi tarihçiler ve tarih öğretmenlerini taklit eden siyasetçiler değil…

“Vagonlar gibi geçiyor kelimeler. Ve yalnız geçişlerini seyrediyorsun. Kimler var içinde? Umrunda değil.” (Cemil Meriç; Jurnal)

Sözcükleri ele geçirmek hoşumuza gidiyor, onların bizi ele geçirmesinden ise hoşlanmıyoruz. Onların eşiti ve arkadaşı olmak “iktidarlarımızı” sarsıyor. Teorinin ve pratiğin hayhuyu içinde, bu ele geçme ve geçirilme macerasının karşılıklı “değer” kaybıyla sonuçlanması kimin umurunda? Öte yandan biz sözcüklere, sözcükler bize yetişmeye çalışırken hayat ıskalanabiliyor. Bu açmaz içinde, doğadan “sürgün” bir “atık” olan insan, bazen sözcükleri sürgüne yolluyor bazen de kendine zimmetleyip “kapı kulu” yapıyor. Hal böyle olunca da sözcüklerle, kavramlarla ilişkimiz giderek içerik/anlam kaybına yol açıyor. Olur ya, günün birinde başına devrim düşen bir egemen özür dilese, zalimi “bağışlamama hakkını” kullanmak için sözcük arayacak ve bulamayacak gibiyiz! Çoğu zaman sözcüklere ve hikâyelere, içindeki insanlara, yaralarına ve acılarına geç kalıyoruz. Bazen kapısını tıkladığımız sözcükler kapıyı açmıyor bize. Ya da tersi oluyor; biz bazı sözcüklere özellikle yüz vermiyoruz, onlar da başka kapıya gidiyor.

Sokaklarda büyüdüğüm halde, sözcükleri, kavramları ve imgeleri seven biri olarak, insanların bir sözcükle tanıştıktan bir zaman sonra, hikâyeyi ve içindeki acıları unutup ve salt sözcüklerle/kavramlarla oynaşmaları bana dert. Nedense hep aynaya bakmaktan söz ediyoruz ama aynanın da bize baktığı unutuluyor. Uzun dersin kısası; tanıştığımız sözcüklerle, kavramlarla yeniden tanışmak gibi bir derdimiz yok. Yıllar önce âşık olup ayaklarımızı, aklımızı ve kalbimizi yerden kesen, sonra “evlenip” üstümüze kaydedip alışkanlık haline getirdiğimiz “devrim”, “sosyalizm” vb. sözcüklerle buluşup dertleşmek, hal-hatır sormak, içlerini açıp bakmak, anlara yatıya gidip hikâyeyi yeniden hatırlamak ve baştan dinlemek kaçımızın umurunda? Biliyorsunuzdur ama yeniden bilmekte yarar var: Bir bilgeye “Dünyada en çok kimi seviyorsunuz?” diye sorarlar. Hiç tereddüt etmeden, “Terzim” diye yanıtlar. Soranların şaşkınlığı karşısında bilge şöyle devam eder: “Terzimi severim çünkü, her gittiğimde ölçümü yeniden alır…”

Sözcüklerden bir sözcük olan “tarih” sözcüğünün bizlere söyledikleri her zaman varsayımlara dayanır. Bunlardan teolojik olanı, “adalet” yerine gelmese de hesabın “öteki dünyada” kesileceği, pozitivist “kaderci” olanı ise tarihin/zamanın bir gün o yanlışı düzelteceğine dair düz/çizgisel inançtır. “Tarih” için, gelecek kuşakların anlaması için içini açıp bakacağımız bir “depo”, “tarih sandığı”, “hafıza küpü” dense de toplumsal ve kişisel tecrübelerimiz bunu doğrulamıyor, çünkü tarihi/geçmişi “depo”, “hafıza küpü”, “sandık” gibi metaforlarla anlamak, haksızlıkların ileride tarih/zaman tarafından telafi edileceği işin kolayına kaçmak anlamına geliyor…

Hayat biraz da bazı bilgilerin, sözcüklerin ve hatıraların bizlerde çok fazla kalıp orada burada dolaşmasıdır. Yaş durumundan “ev hapsi”nde olduğum dokuz ay boyunca hissettiklerimden biri, yıllardır içeride ve dışarıda, siyasette ve edebiyatta, yıllarca benimle arkadaşlık ederek gezip tozan bazı bilgilerin ve sözcüklerin sizlerle de gezip tozması, gerektiğine dair bir duygu… Anlatacaklarım iç içe geçmiş birkaç hikâyeden oluşuyor. Aynı tarihin, aynı hikâyenin içinde sınırlar o kadar belirsiz ki, insan bir olayın hangi tarihte yaşandığını, bir bilginin geçmişe mi şimdiye mi hatta geleceğe ait olup olmadığını, sonunun ne olduğunu, ya da sonunun olup olmadığını bilemeyebiliyor. Öte yandan aynı hikâyenin içinde sınırlar o kadar belirgin ki okuyanların, olayı kendi başından geçen bir hikâye olarak algılaması mümkün. Söylemek istediğim, tarihin, hikâyelerin ve olayların pek çok kalbi var; o kalbin sahibi ise resmi tarihçiler ve tarih öğretmenlerini taklit eden siyasetçiler değil… 

Tarih: Ateş acele eder, su gecikebilir!

“Yavaş değişen her şey yaşamla açıklanabilirse, hızlı değişen her şey ateşle açıklanabilir. (…) Tüm olgular arasında birbirine zıt iki değeri, iyiliği ve kötülüğü, aynı açıklıkta taşıyabilen tek olgudur. (…) Alevleri ile fazla yakından oynamak isteyenleri cezalandırır. Ateş, (…) iyidir ve kötüdür. Kendisiyle çelişkiye düşebilir. Bu nedenle evrensel açıklamanın ilkelerinden biridir.” (Ateşin Tinçözümlemesi, Gaston Bachelard)

Özetlemeyi seven biri olarak, bu girizgâhtan muradım, usulca yakın tarihe ve geçmişe yürüyüp 1969’un kapısını tıklamak. 1969 yılı siyasal ve toplumsal mücadelelerin yoğunlaştığı, çıkarılamayan bazı derslerin bugüne kaldığı yıllardan biri. TİP, Fikir Kulüpleri, Dev-Genç, TÖS’ün eş zamanlı sayılabilecek zuhuru egemenler için endişe kaynağıdır. Bu yazı bağlamında, TÖS ve İLK-SEN’in ortaklaşa gerçekleştirdiği; 15 Şubat 1969’daki “Büyük Eğitim Yürüyüşü” ile 15-18 Aralık 1969’daki, “Boykot”un sonrasında yaşanan hikâyeyi özetlemek isterim. “Boykot”un ardından TÖS yöneticilerinin, sendikanın 2. Olağan Genel Kurulu”nu 7-9 Temmuz 1969 tarihinde, Kayseri´de yapma kararı, egemenler açısından bardağı taşıran sol damla olur. Genel Kurul delegeleri, yöneticiler, basın, 7 Temmuz 1969 günü Kayseri”de toplandığında, şehirde “Kurt puslu havayı sever!” atmosferi hüküm sürmektedir. O saat 22.00 sularında tüm Kayseri’nin elektrikleri kesilmekle kalmaz, sessizliği büyük patlama bozar. Büyük hisseli zulmün küçük hisseli ortakları, Süleyman Demirel’in, “Ankara’yı bize bırakın, siz bütün dikkatinizle Kayseri’ye bakın!” cümlesinden vazife çıkararak, iki cami ile İmam Hatip Okulu’nu bombalar. “Öğretmenler bombalamış!” fısıltısı kulaktan kulağa yayılır. 8 Temmuz 1969 sabahı Genel Kurul’un toplanacağı Alemdar Sineması’nda öğretmenler koltukların altında benzin dolu şişeler bulunca vilayete başvurulur. Fakir Baykurt’un açış konuşması sırasında ise Alemdar Sineması’na saldırılar başlar. Yatay ve dikey örgütlendirilmiş tarihin marangoz hatası binlerce kişi işaretledikleri binaları yağmalayıp ateşe vermeye başlar. Kuşatılan Alemdar Sineması’nın pencereleri yerle bir edilir. “Komünistler Moskova’ya! Allahü ekber! Komünistlere ölüm!” sesleriyle salona atılan şişeler önce koltukları sonra perdeyi tutuşturur.

O hengamede insanlar trajikomik bir sahneye tanık olur: Fakir Hoca, söndürmeye çalıştığı perdeyle birlikte sahneden atlayıp yangını söndürmeye koşarken ceketinin arka dikişi boydan boya yırtılır. Çantasından iğneyi ve ipliği eksik etmeyen eşi Muzaffer Hanım, o can pazarında “Fakir, gel buraya!” diyerek kocasını kenara çekip, yırtılan ceketi dikiverir…

Sonrasında Fakir Baykurt, valilikten, askeri güçlerden yardım ister, “zorunlu” müdahaleyle 800 öğretmen öldürülmekten kurtulur. Ankara’ya taşınan Genel Kurul, Siyasal Bilgiler Fakültesi’nde tamamlanarak Fakir Baykurt yeniden genel başkan seçilir…

Tarih o gün bir başka olaya daha tanıklık eder: Öğretmenlerle dayanışmak için gelen Kayseri’ye gelen ozan Nesimi Çimen de yangından ve ateşten payını alır; paltosu tutuşur… Aradan yıllar geçer… Nesimi’nin paltosundaki ateş fiilen sönse de sembolik olarak memleketle birlikte yanmayı sürdürür. Kayseri’de tutuşan palto, Madımak Oteli’inde yeniden tutuşturularak, küle ve güle karışır. Oğlu Mazlum Çimen’in “Öyle ağırım ki kendime/ Sen benden gittin gideli/ Terim küs olmuş tenime/ Sen benden gittin gideli…” dizeleriyle başlayan türküden el alarak, “suyum, küs olmuş ateşime”, deyip başka bir cümleye geçelim…

O günün hikayesi, eğitimci-yazar Nusret Ertürk’ün; “İnsan, kendi resmini kendisi çekiyor. Dikkat resminiz çekiliyor” cümlesiyle özetlenebilir. O gün, iyilerin de kötülerin de resmi çekilmiştir…

Şiir, hayatın ve siyasetin nesi olur “abiler?”

“ (…)  1969’da geldiğim ya da vardığım ‘âbiler’ sesi dahi bir çarpandır. (Ey okur! Böylece ilk kez okura sesleniyorum! Hayatım boyunca düşünce mertebelerinin ıssız ve yalnız nerelerine varırsam varayım her daim Ebülvefa, Babalılar, Hallac-ı Mansur, Nesimi, Nadajlı Sarı Abdurrahman, Yunus Emre, Şeyh Bedrettin… gibi [lafın gelişi] Türkmen kocalarını benden bir adım önde yürür görürüm, görüyorum.) (…) Evet, ne diyorduk ‘âbiler!’ Bütün Türkiye, bütün, sanki yalnız bu sesle anlatılabilirmiş gibime geliyor. (…)” (Ece Ayhan)

Her şair bir şiiriyle uçar ve okurun hafızasına konar. Bununla kalsa iyi kumaşı iyi şairler, bazı sözcüklerle de anılır ve uçarlar. “Düz okur” bu tür detayların farkına varmasa da “düş okur” (organik okur) bunu bilir. Ece Ayhan, 68’de devlet dersinde ilk öldürülenlerden Battal Mehetoğlu üzerine yazdığı, “Mechûl Öğrenci Anıtı” ve DenizYusufHüseyin için yazdığı “Yort Savul” şiirleriyle uçmakla kalmaz, bir yalın ve çıplak bir “olayın” hakikatinden yola çıkarak “abiler” sözcüğünü yerleşik anlamının ötesine taşıyarak yeni bir bağlama oturtur. Şairin, 1970’de yazdığı Mor Külhani şiiri, “abiler” sözcüğü üzerinden bir manifesto gibidir: “Şiirimiz karadır abiler”, “Aşk örgütlenmektir bir düşünün abiler”, “Şiirimiz her işi yapar abiler”, “Dirim kısa ölüm uzundur cehennette herhal abiler”, “Şiirimiz gül kurutur abiler”, “Oğullar oğulluktan sessizce çekilmesini bilmelidir abiler”, “Şiirimiz erkek emzirir abiler”, “Böylesi haftalık resimler görür ve bacaklanır abiler”, “Şiirimiz mor külhanidir abiler”, “Ayıptır söylemesi vakitsiz Üsküdarlıyız abiler”, “Şiirimiz kentten içeridir abiler”, “Düzayak çivit badanalı bir kent nasıl kurulur abiler?”

Yıllardır, sanatın/edebiyatın siyaset karşısında eşitlik talebini dile getiren biri olarak bu dizeler bana, ilk elden, sanat/imge dilinin siyasal/kavramsal dilin ötesinde bir kapsam alanına sahip olduğunu söylüyor. İkinci olarak ise, kıymetli kavramların ve kavramsal düşüncenin zamanla taşlaşıp, bayatlayıp açıklamak istediklerini anlatmak şöyle dursun, kendine önünde engele dönüştüğünü de söylüyor. Hayatın sarsıcı ve çok katmanlı, çok girintili çıkıntılı içeriğinin/anlamını unutulmasına ve düzleştirilmesine razı olmadığı için kıymetli sayılmalıdır sanat ve edebiyat. Hal böyle olunca, Türkiye’yi bir “çığlık” olan “abiler” sözcüğü üzerinden anlatmak mümkün olabiliyor. Ece Ayhan’ın şiir külliyatında özel bir yeri olan bu sözcüğün nereden, hangi olaydan uçup önce şairin zihnine sonra da şiirine konduğunun hikayesini kendisinden dinleyelim:

“ÂBİLER!’in çıkış yeridir: 1969’da, Kayseri’de Türkiye Öğretmenler Sendikası’nın (TÖS) olağan genel kurulu toplanmıştır. Ülkücüler nizam-ı âlem adına o salonu basmışlardır. Sonra da Kayseri sokaklarına dökülüp kimi kırtasiyeci dükkânlarını kitap da sattıkları için yıkıp kırarlar. O sırada, geceleri pavyonda çalışan bir konsomatris, kaldığı otelinden şöyle bir çıkmıştır kaldırıma. Ülkücüler o konsomatrisi kıskıvrak yakalarlar. Kaynakları genellikle köyler, beslemeler olan konsomatrisler öylesine ezilmişlerdir ki, kendileri 30-40 yaşlarında olsalar bile 17-18 yaşlarındaki müşterilerine ‘âbi’ derler. (…)  Evet, ne diyorduk? Ülkücüler, onu kıskıvrak yakalarlar ve ibret-î alem için orada çırılçıplak soymak isterler. Konsomatris yalvarır: ‘Abiler beni öldürün ama bana bunu yapmayın!” (Ece Ayhan, Sivil Denemeler)

O gün bu gün “abiler” sözcüğü, bir nida bir çığlık olmanın ötesindedir artık. O gün bu gün, hayatını “soyunarak” kazanan bir “hayat kadınının”, cazhıraş bir doğaçlamayla yeryüzüne boca ettiği “Beni öldürün ama beni soymayın!” cümlesi kötülük toplumu ve kötülük dayanışmasının özetidir. Çocukluğumda bazı çocuklar öğretmenlerinin özetini çıkarırken, annem bana sokakların özetini çıkarma ödevi verirdi. Bu nedenle, özetlemeyi seven bir çocuk olarak, son bir özetle bitireyim.

Melih Cevdet Anday söylemiştir: “İnsanın resmi bir kez çekilir. O resim genellikle kalıcı olur.” Bu hikâye sırasında, herkes kalıcı olarak kendi resmini çektirmiştir. İşte Süleyman Demirel’in resmi… İşte efsane başkan Fakir Baykurt’un resmi… İşte yanlış ateşle bizim mahallenin çocuklarını yakanların resmi. İşte bizim mahallenin çocuklarının ve Nesimi Çimen’in resmi. İllaki de, “Beni öldürün ama soymayın!” diyen o mor kadının resmi. Beğendiklerinizi duvarınıza ve yakalarınıza asabilirsiniz…

Bir Cevap Yazın

1,407BeğenenlerBeğen
6,510TakipçilerTakip Et