Cuma, Nisan 19, 2024
spot_img

“Aile kavramının sorgulanması bizi özgürleştirecek”

Şeniz Baş’ın romanı ‘Kahraman ve Cellat’ tam bir sağlıksız aile, sakatlanmış nesiller hikâyesi. Yazar, “Aile kavramının sorgulanması çocuklar kadar anneleri, babaları, teyzeleri, anneanneleri, dayıları, amcaları da özgürleştirecek” diyor

Hepimiz bir ailenin içinde doğar ve hayatımızın en önemli yıllarını o aileyle birlikte geçiririz. Karakter özelliklerimiz, kendine güvenli bir birey olup olamayacağımız, psikolojik durumumuz, yaşama bakışımız ailemizden gördüklerimizle ya da görmediklerimizle biçimlenir. Çocukluğunda kendini güvende hissetmeyen, huzursuz bir ortamda yetişen, şiddet gören çocuklar büyüdüklerinde ruhsal manada örselenmiş kişiler olarak atılırlar hayata. Eğer yaşadıkları travmaları atlatmayı başaramazlarsa, çocuklarına da geçmişte maruz kaldıklarının benzerlerini yaşatırlar ve sağlıksız aile yapısı kuşaktan kuşağa aktarılır.

Edebiyat ve yayıncılık alanlarında son derece tecrübeli bir isim olan, yazarlığının yanında editör kimliğiyle de tanınan, on iki tane çocuk kitabı, bir de gençlik kitabı bulunan Şeniz Baş’ın yetişkinler için kaleme aldığı ilk romanı ‘Kahraman ve Cellat’ı okurken tüm bunlar geçiyordu aklımdan. Çünkü Şeniz Baş’ın İthaki Yayınları’ndan çıkan kitabı ‘Kahraman ve Cellat’ tam bir sağlıksız aile, sakatlanmış nesiller hikâyesi… Okurken kendinizi akışa kaptırıyorsunuz. Evet, dil su gibi akıcı, ama romanda anlatılanlar hayatın kendisi gibi can yakıcı.

‘Kahraman ve Cellat’ın anlatıcısı Gülce, üç kardeşin en büyüğü. Alkolik babasının ve otoriter annesinin biçimlendirdiği huzursuz iklimde büyüyor ve küçük yaşlarında sorumluluk almayı, kardeşlerine bakmayı, eve içkili gelen babasının kırıp döktüklerini toplamayı öğreniyor. Birinci tekil şahıstan anlatılan romanın ilk bölümünde, yirmi dokuz yaşındaki yetişkin Gülce’yi görüyoruz. Babası artık içki içemiyor, çünkü hasta. Bu birinci bölümün ardından yetişkin Gülce, sözü çocuk Gülce’ye veriyor ve biz okurlar, küçük bir kızın gözünden bir ailenin tarihini okuyoruz. Zaman geçiyor, Gülce büyüyor, ama bazı şeyler hiç değişmiyor.

Şeniz Baş’a ‘Kahraman ve Cellat’ hakkında sorular yönelttik.

Bu romanın tohumları nasıl atıldı? Sizi merkezinde aile kurumunun olduğu bir kurgu yazmaya iten sebepler neler?

Benim asıl baktığım yer çocukluk dönemi. Üniversite yıllarında hem içinde bulunduğum bazı sosyal destek grupları hem kendime çalışma alanı olarak seçtiğim çocuk yayıncılığı zihnimi iyice bu alana odakladı. Çok bilinçli ve bir amaca yönelik olarak değildi, bir insanı anlama çabası olarak değerlendirmek daha doğru. İnsanı anlamak da kendini, özünü oluşturduğu ilk döneme yani çocukluğa bakmaktan geçiyor. Sonuçta bende bir fikir oluştu: Çocuk diye bir tür varmış gibi davranıyoruz. O bir tırtıl, dönüşüyor ve bir kelebek oluyor. Ben öyle değil diyorum: Çocukluk bir bireyin yaşamında bir evre, ergenlik gibi, yaşlılık gibi. Çocuk da bir birey, bir insan, fikri var, eleştirisi var, istekleri var, hatalar yapıyor, öğreniyor. O insana bakmak lazım, oysa bir “çocuk” görüyoruz sadece, eğilip bükülmesi, eğitilmesi, şekillendirilmesi gereken bir varlık. Bu üstenci bakıştan rahatsız oluyorum. Üstelik yetişkinlerin kendilerinden nasıl bu kadar emin olduklarına da şaşıyorum. Bir dizi yanlış, hatayla gelmiş, hâlâ da onlarla devam ediyor ama kendinden emin, dikte ediyor. Yetişkinler, çocuklara değnekçilik yapabilirler, deneyimleri aktarıp seçenekleri gösterebilirler. Bir yetişkin diğer yetişkine kendi deneyimini aktarırken ne kadar özen gösterir, alacağı tepkiden, yanlış yönlendirmekten çekinir. Ama iş çocuğa gelince, hemen ne düşünüyorsa onu dikte eder. Bu, insan olarak bir zaafımız herhalde. Kendimi de bu tuzağa düşerken yakalıyorum zaman zaman. Bu sebeple çocukluğun merkezinde aile var diyorum. Aileyi anlamadan, onu çözümlemeden çocukluk üzerine düşünmek zor. Elbette “aile”yi bir kurum olarak şekillendiren, ondan beklentileri olan toplumlar ve sistemler de işin içinde.

Bununla beraber “aile” kavramının her bir kurumsallaşmış ilişki gibi nasıl bir kapana dönüşebildiğini de aktarma çabam oldu. Birisi yolda birisine hakaret etse, ona fiziksel şiddet uygulasa tepki gösterilir ya da hadi en azından ayıplanır. Aile içinde olunca ise göz, kulak kapatılır. Kutsal “aile” kurtarılır, insanlar feda edilir. Aslolan toplumun dinamiklerinin, onun devamı için işlemesi olarak değerlendirilir. Bu aynı zamanda toplumsal hiyerarşinin tıkır tıkır çarkını döndürmesi içindir. (Çocuk, bu hiyerarşinin en alt basamağıdır.) Çekirdek yapıdan yani anne baba ve çocuktan başlayarak her grup bir ailedir. O apartman, o mahalle, o iş yeri aile gibidir, ülke ailedir. Aile her yerdedir. Ama güvenli bağlanmaya, sevgiye, sağlıklı bir mesafeye, desteklemeye dönük olması gereken bu büyük aile almaya odaklıdır, kendi düzeni için sert kurallar koymuştur, cezalar belirlemiştir, duygusal, sosyal ve fiziksel zorbalık yapmaktan da geri durmaz. Bir topluluk içinde yaşamak elbette kurallar, sınırlar gerektirir ama birçok insan gibi ben de kurumsallaşmış kavramların bireyin sınırlarını ezip geçtiğini düşünüyorum. Kurumun kendisi bireyden, insandan önemli. Yetmiş, seksen yıllık ömürler için bu kadar eza fazla değil mi? “Ben” ölüp gidecek ama kurumun, kavramın varlığı için varlığını armağan edecek. Buna itirazım var.

Aile kavramının sorgulanması çocuklar kadar anneleri, babaları, teyzeleri, anneanneleri, dayıları, amcaları da özgürleştirecek. Mükemmel insan olma dayatmasından çıkıp, hataları olan, yanlışlar yapabilen, doğrularını ve güzelliklerini serbestçe yaşayan yeterince iyi olabilen normal insan kılacak.

Uzun anlattım ama asıl kaynaklar bunlar. Hikâye ise her gün her dakika etrafımızda, gören gözler için çok hikâye var. Bu hikâyeyi de ben bulmadım, evlerden sokaklara taşıp bana geldi.

‘Kahraman ve Cellat’ı tek bir karakterin, Gülce’nin gözünden anlatmayı tercih etmenizin nedeni neydi?

Bu hikâyede çocuk tarafında durmak istedim. Çocuğun gözünde aile ne, nasıl bir kurum, çocuğun bakışı ve beklentileri ne sorularının peşinden gittim? İstedim ki çocukluk dönemini yaşayan bir birey anlatsın. Çocuğun hikâyesine bir yetişkinin anlatıcı ya da yazarın dili, zihni girmesin. Üçüncü şahıs anlatıcı kendini de katacaktı araya, gözlemlerini ifade edecekti, diğer karakterlere anne ve babaya da ses verecekti. Yetişkinlerin sözlerinin ve eylemlerinin kendindeki yankısını ve etkisini de çocuk anlatsın istedim. Gülce dışında diğer iki kardeş üzerinde farklı yankıları ve etkileri var mesela. Onları da Gülce aktardı ama en azından bir çocuğun ağzından doğrudan duyduk. Baba Tahsin ve anne Nermin’in de anlatacakları, gayet haklı oldukları noktalar da vardır ama okura onları sunmak istemedim. Üstelik yıllara yayılan bir hikâye anlatacaktım, çocuklar büyüyecekti, zihindeki, olaylara bakıştaki, dildeki değişimi anlatmanın en iyi aracı bu olacaktı. Çocuğun kendi hikâyesini doğrudan anlatmasına Gülce’nin kendisi bile saygı gösterdi. Romanın başında yetişkin Gülce’yi görüyoruz. Nasıl bir hikâyeye başlayacağımızı hatta sonunu da bize söylüyor ama geri çekiliyor; sekiz yaşındaki, on beş yaşındaki Gülce’ye kendi sesini veriyor.

Okurun hikâyenin tam göbeğine düşmesini de amaçladım, o nedenle Gülce doğrudan okura hitap ediyor. Giriş bunu beyan ediyor. Ben, yaşananların öznesi ve nesnesi, tanığı ve icracısı, mağduru ve mücadelecisi; ben, burada yaşananlardan sağ kalanı sana anlatıyorum. Yanımda dur ve gör. Bazen anlamanın tek yolu içinde olmak, empati kolay edinilen bir beceri değil, onu oluşturmak için okuru hikâyenin için çektim.

Gülce’nin gözünde babası bazen kahraman, bazen de cellat oluyor. Bu zıtlığı aynı karakterde bulmak bir çocuğun dünyasında nasıl bir etki yaratıyor?

Bu her çocuk için bir yere kadar böyle. Çocuklukta uzunca bir süre dünyayla tek bağ anne ve baba. Onların dilinden, öğrettiklerinden öğreniyoruz dışardaki yaşamı hatta kendimizi de o gözlerden görüyoruz. “Akıllı kızım, becerikli oğlum, sarsak, korkak, cesur, güzel,” ne deniliyorsa o oluyoruz ya da ona inanıyoruz ki olmayabiliriz de. Onların sunduğu güvenceyle oluşturdukları kalkan ardından bakıyoruz yaşama. O kalkan olmazsa çocuğun yaşaması da çok zor, ihtiyacı var ona. Ebeveynlerinin onu her zaman koruyup kollayacağını ve onun yanında olacağını bilmesi gerekiyor. Bu zaman zaman yersiz bir kanı ama ihtiyaç bu. Hem dünyayla hemhal olmak için hem de dünyanın kaotik varlığında kaybolmamak için en kuvvetli araç ailesiyle olan ilişkisi. Bir ailenin üyelerinden sadece çocuk kendi isteğiyle aileden ayrılamaz. Eğer ev içinde bir mutsuzluk, huzursuzluk veya şiddet varsa bir başka yetişkinin kararı ve iradesi olmadan o çocuk, o evden çıkamaz. Hiçbir sorun olmasa da yaşamın gerçeği budur. Çocuk bunun idrakindedir. O yüzden çocuklar ne olursa olsun, nasıl davranılırsa davranılsın ebeveynlerini dikenleri temizleyip gül bahçelerini onlar için açan birer kahraman olarak görme eğilimindedirler. Bu en azından çaba olarak da genellikle doğrudur. Anne ve baba bunu (genellikle) gönülden isterler; becerirler, beceremezler ama o yolda gayretleri vardır. O yüzden çocukluğumuzu anlatırken tatsız bir anıysa konuştuğumuz “Ama annem çok vefakârdı, babam bizim için dünyayı devirirdi,” diye hemen aklamaya çalışırız. Bu aslında kendimizi kurtarma çabamızdır; kimse yaralarını göstermek, incindiği yeri belli etmek istemez. Buradan bakarsak da asıl kahramanlar çocuklar oluyor sanki.

Gülce’nin yaşadığı bu salınımın en uç noktalarında. Kahraman ve cellat olma hâli günlük hatta saatlik değişiyor. Baba Tahsin’i hangi olayın tetikleyeceğini asla bilemiyor Gülce. Sürekli tetikte, sürekli kendi küçük hayatında düzenlemeler yapıyor, kendi hatası olduğunu düşündüğü zamanlar var, bazen annesine ya da kardeşlerine yüklüyor hatayı, cellata karşı en kuvvetli kalkanın onu memnun etmek olduğunu düşünüyor. Bir çocuk için çok yorucu bir hayat. En yakınınız ve en güvendiğiniz hatta sorumluluğunda olduğunuz kişiden bunu görmek derin ve onarılması güç bir güvensizlik yaratır. Gülce’ye çok hafif görülse de septik bir yan vermeye de çalıştım bu yüzden. Ama her çocukta böyle olacak diye bir şey söyleyemem, bu yüzden de iki kardeş daha var hikâyede, onların tepkileri ve yaklaşımları farklı. İnsanların kendilerini zorluklardan çıkarma ve savunma mekanizmaları ayrıdır; bu hikâyede gösteremediğim onlarca etki ve tepki vardır muhakkak.

Gülce ve kardeşleri huzursuz bir ailede büyüyorlar. Anlıyoruz ki anne ve babaları da çok sağlıklı ailelerde yetişmemişler. Bu döngüden nasıl çıkılır?

Şeffaflaşmak gerekli. Bunun için de tanıklıkları anlatmak, olanları ifşa etmek gerekli. Her zorlu döngüden çıkmak için kişinin önce kendisine itiraf etmesi önemli. Bunlar yaşandı, bunları ben yaşadım diyebilmeli. Sonra da çözüme ulaşması için destek olabilecek kişilere anlatması bir yol olabilir. Bir de yüzleşme diyor uzmanlar. Ben de bu kanıdayım. Bizim toplumsal dinamiklerimiz birbirimize yalan söyleyip uzaklaşmaya yönelik. Diyelim bir arkadaşımızın bir davranışından memnun değiliz, söylemeyiz ama arayı açarız. Bu tek taraflı değil elbette, diğer tarafın da bu eleştiriyi göğüslemesi gerekiyor. Ancak o da kendi bakışını anlatmaktansa varlığına halel gelmiş gibi sertleşiyor. Söz konusu aile olunca işler daha da karışık elbette. Dilerim aile kavramı şeffaflaşır ve herkes hak ettiği sağlıklı aileye kavuşabilir.

Edebiyatta çaresizliği, şiddeti anlatmanın zorlukları ve handikapları neler? Siz bunları nasıl aştınız?

Genel bir şikâyetim var. Bir acıyı, bir şiddeti ancak onun en sert haliyle, hadi sivrilteyim pornografisiyle algılayabiliyoruz. Sosyal medyada, güya tepki gösterilen, bir olayın tüm fotoğrafları, videoları ve detayları göz önüne serilmeden mağdurun tarafında yer alamıyoruz sanki. Edebiyatta buna düşmek istemedim. O nedenle dili sadeleştirebildiğim kadar sadeleştirdim, tek tek fazlalıkları temizledim. Hem sade hem vurucu hem de gösterilenin arkasındaki buzdağını işaret edici bir anlatı sunmak zorlayıcı oldu. Bir filmde sertçe kapanan bir kapının sesi ya da masanın üzerindeki bir bıçak çok şey anlatırken bu etkiyi edebiyatta bir paragrafla yaratabiliyorsunuz. Ama ben tam da o film etkisini yaratmak istedim. Bir durumu, tekrar eden bir davranışı kullanarak tetikleyici ve ne olacağını sezdiren bir kelime, bir cümle koymaya çalıştım. Bazen yazar kendi kurduğu büyük dünyayı anlatma isteğiyle doluyor, sen de biliyorsun, yazdığımız kadar yazmadığımız var her hikâyede, o hissi durdurmak için de çaba gerekiyor. Gereğinden ne bir eksik ne bir fazla yazamamak için işçilik yaptım diyebilirim.

- Advertisement -

Bir Cevap Yazın

Özlem Ertan
Gazeteci, Yazar
1,520TakipçilerTakip Et
1,320TakipçilerTakip Et