Çarşamba, Nisan 24, 2024
spot_img

5 Şubat 1937: Anayasa Değişikliği Kararları ve Laiklik

Öğrendik ki, laiklik bizzat devletin bizlerin kişisel yaşamlarına müdahale edememesi, din adına bizim gündelik yaşantılarımızı düzenleme hakkına sahip olmaması için vardı ve olmalıydı.

Laiklik, Anayasa’ya 5 Şubat 1937 tarihindeki Anayasa değişiklikleri ile eklendi. O gün, Malatya mebusu İsmet İnönü ve 153 arkadaşı, Teşkilât-ı Esasiye Kanununun 2, 44, 47, 48, 49, 50, 61, 74 ve 75 nci maddelerinin değiştirilmesine dair kanun teklifi sundular.[1] Kanun teklifinin ivedilikle –daha doğrusu o zamanın tabiriyle “müstaceliyetle”- Anayasa Komisyonuna (Teşkilatı Esasiye Encümenine- havalesine karar verilir. Dahiliye Vekili Şükrü Kaya, Anayasa değişikliği kanunun aciliyeti hakkında söz alır ve “İnsanlık tarihi[nin]… Türklerle başla[dığını]… Türkler olmasaydı belki tarih[in de]… olma[yacağını]… ve muhakkak ki medeniyet[in] de başla[mayacağını]” anlattığı belagat dolu konuşmasına, devlerin beka sorunun (!) altını çizerek devam eder: “İnsanlık tarihinin başlangıcından son günlere kadar beşeriyetin faaliyet dalgaları arasında bu kadar derin ve geniş hamlelerle müessir olan Türkler son asırlarda ve son devirlerde büyük tehlikeler geçirdi. Türkler coğrafyadan kaldırılmak ve istikbal tarihinden silinmek istendi.”

Şükrü Kaya’nın konuşması gayet uzundur ve Kaya konuşmasına rejimin temel prensiplerini sayarak devam eder devletçilikten, Türkçülük/millicilikten (“milliyetçilik”  yerine bu kavram tercih edilir, hatta tam olarak şöyledir: “Türk milleti, behemehal Türkçü ve  millici olmak lâzımdır.”), halkçılıktan detaylı bahisle konuyu laikliğe getirerek “…tarihte determinist, icraatte pragmatik maddeci olan” Türkiye Cumhuriyeti’nin kendi kanunlarını da aşkın, trancendental  düşüncelerden, hayallerden uzak (lahutî hayallerden müberra) şekilde kendisinin yapması gerektiğinden bahseder. Şüktü Kaya’nın laikliği ele alışını sadece onun kişisel görüşü olarak değil, rejimin bu konudaki düşüncelerinin genel bir izahı olarak değerlendirmek de yanlış olmayacaktır:

“Devlet ve millet idaresini mistik ve dogmatik esaslara bağlamasaydı ilk zamanlarda ve Osmanlıların ilk devirlerinde olduğu gibi kendini kendi kanunları ile ve usulleri ile idare etseydi bugünkü bulunduğundan daha çok ileri ve geniş olur ve medeniyete daha çok hizmet ederdi. Türk milletinin son asırlarda gördüğü felâketlerin, çektiği sıkıntıların sebepleri, aslı bir takım gayri mesullerin ve gayri merî menba ve vasıtaların yaptıkları kanunların altında zebun olarak iş görmek mecburiyetinde kalmasıdır. Mademki tarihte deterministiz, mademki icraatta pragmatik maddiyetciyiz, o halde kendi kanunlarımızı kendimiz yapmalıyız. Kendi cemaatımızı maverayı dünyaya taallûk eden her türlü endişelerden her türlü lahutî hayallerden müberra olarak kanunlarımızı bugünün icablarını, maddî zaruretlerini göz önünde tutarak yapmalıyız. Memleketin maddî hayatı ancak bu suretle kurtulur. Maneviyatı için Türkün temiz ahlâkını inkişaf ettirmek kâfidir. Onun içindir M, biz her şeyden evvel lâikliğimizi ilân ettik…Eşhasm vicdan hürriyetlerine ve istedikleri dinlere intisabına zerre kadar müdahalemiz yoktur. Herkesin vicdanı hürdür. Bizim istediğimiz hürriyet, lâiklikten maksadımız dinin memleket işlerinde müessir ve âmil olmamasını temin etmektir. Bizde lâikciliğin çerçevesi ve hududu budur.”

Laiklik -Şükrü Kaya’nın konuşmasında- kanunlara, Tanrısal yol göstermelerin, Tanrısal emirlerin (lahutî hayallerden müberra) dışında karar kılınması anlamı yüklenir; ki bunun Aydınlanma düşüncesini örtük olarak ihtiva ettiğini söyleyebiliriz. Nitekim Anayasa değişikliğinin kanun teklifine baktığımızda da laikliğin devletin şeklini değil -ama onunla- siyaset ve idare tarzında takip edeceği ana vasıflardan biri olarak tanımlandığını görürüz. Bu, değişiklik teklifi metninde şöyle dile getirilmektedir: “Eldeki kanunun esas hükümleri gösteren faslının birinci maddesinde Türkiye Devletinin bir Cumhuriyet olduğu yazılı olub bununla yalnız Devletin şekli beyan edilmiş oluyor. Halbuki, Devletin şekille beraber siyaset ve idare tarzında takib edeceği ana vasıfların da esas hüküm olarak gösterilmiş olması lüzumludur.”

Teşkilâtı Esasiye Encümeni’nin (Karar No. 2 Esas No. 2/44 3-11-1937) Meclise sunduğu Teşkilâtı Esasiye Encümeni Mazbatası’nda ise laiklik, din ve vicdan hürriyeti ile ilişkilendirilerek savunulur: “Şahsî içtihadlara hürmet eden; asayiş ve adabı umumiye ve mevzu kavanine mugayir olmamak kayid ve şartile her kesin kanaatleri dairesinde hareketlerine tam bir serbesti bahşeyleyen Türkiye Cumhuriyeti Teşkilâtı esasiye kanununun 75 nci maddesinde mevcud ve mezkûr kanunun birinci maddesinde mezkûr umdeler muvacehesinde yersiz kalan bir tâbirin kaldırılması hakkındaki teklif de encümenimizce muvafık görül[düğü]” belirtilir.

Meclise sunulan kanun teklifi ile kabul edilen metin arasında da minik ama önemli bir fark olduğunu da belirtmek gerekiyor. İsmet İnönü ve 153 arkadaşının verdiği Kanun Teklifinde “[MADDE 1 — Teşkilâtı esasiye kanununun 2’nci maddesi aşağıda yazılı şekilde değiştirilmiştir: Türkiye Cumhuriyetçi, Milliyetçi, Halkçı, Devletçi, Lâik ve inkilâpçı olub resmî dili Türkçedir; makarri Ankara şehridir.”  ifadesi geçerken,  kabul edilen metindeki ifade “MADDE 1 — Teşkilâtı esasiye kanununun ikinci maddesi aşağıda yazılı şekilde değiştirilmiştir : Türkiye Devleti, cumhuriyetçi, milliyetçi, halkçı, devletçi, lâik ve inkilâbçıdrr. Resmî dili Türkçedir. Makarri Ankara şehridir.” Şeklindedir. Fark teklifteki “Türkiye” ifadesinin “Türkiye Devleti” şeklinde değiştirilmiş olmasıdır.

Laiklik, 1950’den sonra erken Cumhuriyetin “müfrit” (aşırı) uygulamalarından biri olarak değerlendirildi. Daha da vahimi, CHP’nin kendisi de bu dönemki laikliğin aşırılığı konusunda her zaman “mahcup” bir siyaset izledi. Bugün de “ezanın/ibadetin Türkçeleştirilmesi” vb. konularda CHP’nin utangaç tavrı devam etmekte, o dönemdeki “laiklik uygulamalarının “bir mecburiyetten” kaynaklandığı türden söylemlerle bu mahcubiyetin üzeri örtülmeye gayret edilmektedir. Türkiye sağı ise 70 yılan fazla, erken Cumhuriyet dönemi laikliğinden tepe tepe kullanacağı bir mağduriyet masalı uydurdu. CHP döneminde Kur’anın duvara asılmasının bile yasaklandığından (ahaber, 01.04.2012), ÜlkeTV’de (30.08.2014) 8 yaşında Kur’an okunurken yakalandığı için askerlerin babasını çağırdığını ve Kur’anı babasının kafasına vurarak “sen bu çocuğa ne öğretiyorsun!” diye bağırdıklarını gözyaşları içinde anlatanlara (Ülke TV’ye ait bu haber videosunda bu sözler sarfedilirken alt yazıda “Babam kamet getirdiği için dayak yedi” yazmaktadır.) Hasan Mezarcı (19 Temmuz 2013 tarihinde yayınlanan bir televizyon röportajında) gibi erken Cumhuriyet döneminde “Allah” demenin dahi yasak olduğundan dem vuranlara, bu mağduriyet hikayelerinin yüzlercesini bulmak mümkündür.

AKP ile laikliğin, devletle ilgili değil (din ve devlet işlerinin birbirinden ayrılması…) aslında daha çok, doğrudan doğruya bireyin özel yaşamı ile ilgili bir kavram olduğunu öğrendik. Ve öğrendik ki, laiklik bizzat devletin bizlerin kişisel yaşamlarına müdahale edememesi, din adına bizim gündelik yaşantılarımızı düzenleme hakkına sahip olmaması için vardı ve olmalıydı.

Keyifli pazarlar

Mete Kaan Kaynar Imza2

 

 

 

[1] TBMM Zabıt Ceridesi, Devre: V, Cild: 16, Îctîma : 2 , İnikad: 33, 5 -II-1937, Cuma. Metinde bahsi geçen tüm ifadeler ve konuşmalar bu oturuma dair tutanaklardan alınmıştır.

Bir Cevap Yazın

PAZAR PAZAR

Mete Kaan Kaynar
Akademisyen, Yazar
2,738BeğenenlerBeğen
28,707TakipçilerTakip Et
spot_img
[td_block_10 limit="6" custom_title="YAZARIN DİĞER YAZILARI" autors_id="22" block_template_id="td_block_template_6"]