Bu yazının konusu başlığından da anlaşılacağı üzere mitsel bir hikâyeye ve onun psikoloji literatürüne kazandırdığı bir teoriye dayanıyor. Öyleyse, öncelikle mitoloji ve mitoloji-psikoloji bağlamı hakkında birkaç söz söyleyerek yazının anlam bütünlüğüne katkı yapmam gerekiyor… Mitoloji aslında her ne kadar insan yaratımı efsaneler olarak anılsa da insanın kendini anlama arayışında rehberlik eden hikâyeler bütünüdür bir yanıyla… Azra Erhat Mitoloji Sözlüğü kitabında ‘mythosun gerçeğini sözün dışında aramak boşunadır’ der ve şöyle devam eder…
“Asıl gerçek insan sözünün içinde, özünde, şiirindedir. Bunu anladığı içindir ki, ilkçağ insanı sözle birbirinden renkli, büyüleyici ve inandırıcı yapıtlar yaratabilmiş ve sözün bir kitap içinde donmasını önleyerek, çağdan çağa, insan kanı gibi sıcak sıcak akmasını, böylece canlılığını sonsuza dek aktarmasını sağlamıştır.”
Erhat’ın sözlerinin de ifade ettiği gibi, bu keşif yolculuğu edebiyat, sanat, sinema, felsefe ve psikoloji alanlarında farklı şekillerde yeniden hayat bulmuş, insan evrendeki varlığını sorgularken antik çağlardan günümüze değin ona bir ışık olmuştur. Psikomitolojik Terimler: Psikoloji Literatüründe Mitolojinin Kullanılması başlıklı çalışma, insanın mitolojideki bu arayışından şöyle bahseder:
Doğum-yaşam-ölüm döngüsüne bir açıklama getirmek isteyen insan, evrene ve doğaya ilişkin deneyim ve fikirlerini paylaşma yoluna gitmiş ve elde ettiği yanıtları önce sözlü daha sonra yazılı kültür aracılığıyla kuşaktan kuşağa aktararak günümüze ulaştırmıştır. Evrim süreci boyunca insanla birlikte yolculuk eden mitler; insanların fantezilerinde, bilinçaltında ve fikir sisteminde canlı bir şekilde yaşamaya ve zenginleşmeye devam etmişlerdir. Bu noktada mitleri salt anlatı olarak nitelemek, sahip oldukları önemi yadsımak anlamına gelecektir. Jack Roubaud’un da vurguladığı gibi mitler dilsel biçimleri, kozmolojik düşlemi, ahlâki ve dinsel kabulleri içermektedir. (*)
Mitler yaratıla geldiği ilk çağlardan günümüze değin, Jung’un analitik psikoloji kuramındaki kolektif bilinçdışı kavramının da tarif ettiği gibi, insanlığın ortak zihninde yolculuk etmişler. Jung’un bütün insanlığın ortak mirası olarak gördüğü kolektif bilinçdışı, insan türünün geçmiş dönem yaşantılarını ve buna dair izlenimleri içermekte, bugüne yansımaları düşler, masallar, mitler ve dini coşkular gibi ritüellerle ortaya çıkarılmaktadır. Kısaca açacak olursak, Jung kolektif bilinçdışını Analitik Psikoloji kitabında şöyle tarif eder:
“Önce de söylediğimiz gibi, bilinçdışında iki kat var gibidir: kişisel kat bebeklik döneminin ilk anılarına uzanır, ortak kat ise bebeklik döneminin öncesine gider, atalarımızın yaşamının kalıntılarını kapsar. Kişisel bilinçdışının anı-imgeleri, deyim yerindeyse, dolmuştur; çünkü bunlar bireyin kişisel olarak yaşadığı imgelerdir, ortak bilinçdışının arketipleri dolu değildir; çünkü kişisel olarak yaşanmış olmayan biçimlerdir. Öte taraftan, psişik enerji geri gidecek olursa, ilk bebeklik döneminden de geriye uzanır ve atalarımızın mirasını kapsayacak olursa, o zaman mitolojik imgeler uyanır: bunlar arketiplerdir.”
Jung’a göre ilksel imgeler insanlığın en eski ve evrensel ‘düşünce biçimleri’dir. Bunlar duygu oldukları kadar, düşüncelerdir de. Jung’un kuramsal temelini sunduğu, arketipoloji ve bilinçdışı dinamiklere yoğunlaşan “Analitik Psikoloji” okulu, arketiplerin doğası gereği, imgeler ve resimlerle çalışır. İmgelerin çok-anlamlılık ve muğlaklıkları, çok daha belirli ve keskin bir ifadeyi taşıyan sözcüklerin apaçıklığından farklıdır. Engin Geçtan da buna benzer bir söylemiyle Jung’un arketiplerine gönderme yapar; “Kolektif bilinçdışını oluşturan unsurlar olan arketiplerin etkileri bütün sanat eserlerinde görülmekte, bu eserler insanlığın ortak malı izlenimi vermektedir” söylemine atıfla, mitleri de bu eserlerin içinde sayabiliriz bir bakıma. Jung’a göre insan, doğası gereği her şeyi imgelerle ve sembollerle ifade eder. Mitler de bu somutlaştırmaların bir örneği sayılırlar.
Arketipler tüm ulusları ve tarih dönemlerini etkileyen ve karakterize eden mitler, dinler ve felsefeler yaratır. -Carl Gustav Jung, İnsan ve Sembolleri (1964)
Mitler ve mitolojik karakterlerin psikiyatri biliminde sıklıkla yorumlandığını, hatta psikanalizin kurucu ve öncülerinden olan Freud ve Jung gibi büyük isimlerin teorilerinde yeniden ve farklı şekillerde hayat bulduklarını biliyoruz. Mitler de psikiyatri bilimcilerin çağrışımlarıyla kendine modern dünyada, insan davranışlarını anlamlandırma adına yer bulmuşlar. Örneğin bunların en bilineni şüphesiz ki Freud’un ünlü Oedipus Kompleksi’dir. Sophokles’in Oedipus’u Freud’un teorisine ilham olurken, bunun dişi versiyonu diyebileceğimiz Elektra Kompleksi ise Jung’un teorik yorumuyla anılır. Elektra’nın hikâyesine geçmeden önce her iki kuramın psikanalizdeki anlamına kısa bir bakış, hikâyenin bu kuramlarla bağlantısının da daha iyi anlaşılmasına yol olacaktır.
Oedipus ve Elektra Kompleksi
Dinin, ahlâkın, toplumun ve sanatın başlangıcının Oedipus kompleksinde buluştuğu sonucunu belirtmek istiyorum. Bu, psikanalizin bulgularıyla, yani şu anki bilgimize göre tüm nevrozların çekirdeğinin Oedipus kompleksi olduğu konusundaki bulgularıyla tamamen uyumludur.-Sigmund Freud, Totem ve Tabu (1913)
Psikanalist kurama göre erkek çocuğun da kız çocuğun da ilk sevgi nesnesi annedir. Gelişim evresinde erkek çocuklarda bu durum bir değişiklik göstermezken kız çocuklarında bir sapma gösterir ve annenin yerini baba alır. Klasik psikanalitik teoride Sigmund Freud tarafından tanımlanan ‘Oedipus kompleksi’ nin genel tanımı bir önerme olarak ilk kez Düşlerin Yorumu (1900) adlı kitabında yer alır. Yaptığı bir saptamaya dair “Antik çağa ait bir efsane de bu saptamayı destekliyor” diye başlayarak Kral Oedipus’un hikâyesini (Sophokles – Oedipus Rex) ve devamında saptamalarını hikâye ile ilişkilendirerek anlatır. Terimi resmî olarak ilk kez kullanması ise Psikanaliz Üzerine Beş Ders (1909) adlı kitabında yer alır. Bu tanım, psikoseksüel gelişimin fallik aşamasında (3 – 5 ya da 6 yaş) erkek çocuğunun babaya karşı rekabet ve düşmanlık eşliğinde anneye karşı olan erotik (çocuksu) duygularını ifade eder. Freud, kuramın adını Oedipus’un bilmeden babasını öldürdüğü ve annesiyle evlendiği Yunan mitinden alır. Oedipus kompleksinde çocuğun kastrasyon korkusu geliştiğini, fakat sonrasında babayla kademeli olarak özdeşleşme sonucunda çözüleceğini, yeterince çözülmediğinde ise nevrozun temeli olacağını öne sürer. Ona göre, her iki cinsiyetten çocuk için de bu aşamanın başarılı bir şekilde tamamlanmasının yolu, sonuçta olgun bir cinsel kimlik geliştirmeye yol açacak olan aynı cinsiyetten ebeveynle özdeşleşmeyi içeriyordu. Rüyaların Yorumu’nda yaptığı saptamanın Oedipus ile ilgili bir bölümü bu ‘özdeşleme’ ve ‘çözülme’ nin bir kısmına dairdir:
“Kral Oedipus bir anlamda çocukluk arzularımızın giderilmesidir” der ve şöyle devam eder:
“Ama bizler -psikonevrotik bir hasta olmadığımız sürece- Oedipus’tan daha şanslıyız ve ilk cinsel duyumlarımızı annemize yöneltmekten vazgeçiyor, babamızı kıskandığımızı unutuyoruz. İlk çocukluk arzularımızı gerçekleştiren bu insandan, bu arzuların içimizde maruz kaldığı bastırma sayesinde, korkuyor ve kaçıyoruz.”
Freud’un buna karşılık gelen, kızın babaya karşı çocuksu erotik duygularını ve anneye karşı rekabeti içeren ilişkinin, annenin sevgisini kaybetme tehdidi sonrasında dişil rolde tatmin bularak çözüldüğünü öne sürdüğü teorisi ise dişi Oedipus kompleksi olarak adlandırılır.
Tıpkı Oedipus kompleksi gibi Elektra kompleksi de adını Yunan mitolojisinden alır. Freud’un öğrencilerinden olan ve oğlu gibi gördüğü yakın çalışma arkadaşı Carl Gustav Jung, babasına duyduğu aşkla annesini öldürten Elektra karakterinden esinlenerek bu teorisine Elektra kompleksi ismini verir. Jung’un tanımı, Kızın babasına olan sevgisini, anneye karşı kıskançlığını ve onu bir penisten yoksun bıraktığı için annesini suçladığını içerir. Aslında Oedipus kompleksinin dişi karşılığı da diyebiliriz. Fakat Sigmund Freud, bu ifadeyi benimsemez ve yukarıda bahsettiğim gibi, kompleksin hem kız hem de erkek çocuklardaki hali için Oedipus kompleksi ifadesini kullanmayı tercih eder.
Kurama göre erkek çocuklar babasının, kız çocuklarsa annesinin yerini almayı ister. Erkekler söz konusu olduğunda, bu dilek annesiyle cinsel yakınlık ve babasının ölümü (Oedipus kompleksi) arzusu biçimini alır. Kızlar söz konusu olduğunda, bunun tam tersidir: babasıyla cinsel yakınlık arzusu ve annesinin ölümü (Elektra kompleksi).
Günümüz modern psikolojisinde bu iki kuram bazı açılardan çok tartışmalı da olsa, farklı şekillerde üzerinde hâlâ konuşulup iz bırakmış tanımlamalar. Bu kavramlar psikoloji biliminin içerisinde derinliği ve ayrıntılarıyla incelenmesi gerekir elbette. Bu yüzden ansiklopedik bilgiyi daha fazla uzatmadan burada kesip tragedyaya odaklanalım artık…
Trajedilerin Ortasında Bir Çocuk ve Kadın: Elektra
İki tanıma da baktıktan sonra nihayet Elektra’nın hikâyesine geçebiliriz… Tragedyaya konu olan efsane Aiskhylos’un Agamemnon, Khoephoroi ve Eumenides adlı trilogyasında, sonra da Euripides’in Elektra adlı tragedyasında kullanılmış. Bu iki Elektra’dan hangisinin önce yazıldığı bilinmiyor. Fakat günümüzde genellikle Sophokles’in Elektra’sının 420, Euripides’inkinin ise 413 senesinde temsil edildiği kabul edilmekte. Ben yazımda Sophokles’in Elektra’sını ele alacağım.
Antik Yunan’ın üç büyük tragedya yazarından biri olan Sophokles’in MÖ 420 yılında yazdığı mitolojik karakter Elektra’nın öyküsü, edebiyat, sinema ve tiyatroda bazen olduğu gibi, bazen de kısmen değiştirilerek yer bulmuş önemli bir eser. Elektra’nın hikâyesine ve mitolojideki bağlantılarına resimler eşliğinde yer verirken, hikâye aralarında karakterin ailesiyle yaşadığı açmazları da kendi bakış açımla ve okuduklarımdan yola çıkarak değerlendirmeye çalışacağım. Alanın uzmanı olmadığım için, sadece psikiyatri bilimine ve insan psikolojisine merakımla yaptığım okuma ve araştırmalarla sınırlı olmak kaydıyla elbette.
Elektra tragedyasını anlatmak için aslında daha öncesine, Euripides’in Iphigenia’sına kısa bir bakış daha aydınlatıcı olacaktır. Iphigenia (İfigenya) tragedyası ve Iphigenia’nın başına gelenler aslında Elektra tragedyasının ana tetikleyicisidir. ‘Kimdir Iphigenia ve Elektra’ sorusunu sorduğumuzda, karşımıza bu iki kız kardeşin içine doğduğu bir krallık ve bu krallığı yöneten ebeveynleri çıkar. Üç kızkardeş olan Iphigenia, Elektra, Khrysothemis ve erkek kardeşleri Orestes, Atreus soyundan Miken Kralı Agamemnon ve karısı Kraliçe Klytaimnestra’nın çocuklarıdır. Homeros’un İlyada’sına göre, Agamemnon kardeşi Menelaos’un karısının Paris tarafından Truva’ya kaçırılması üzerine, Akhalıların ordusunu Truva’ya gitmek üzere kumandası altında toplar. Agamemnon Artemis Korusunda avlanırken kutsal bir geyiği öldürüp böbürlenir ve tanrıça Artemis’i kızdırır. Artemis büyük bir öfkeyle rüzgârların esmesini önleyerek ordu gemilerinin Aulis’ten açılmasını önler. Artemiş için rüzgârın esmesini yeniden sağlamanın tek bir şartı vardır: Agamemnon’un kızı Iphigenia’yı kurban etmesi, gemilerin yola çıkması için tek yoldur. Bu dehşet verici şartı ilk başta reddetse de, üzerindeki baskı kızını kurban etmesinin önüne geçemez. Iphigenia ve annesi Klytaimnestra, Aşil’in Iphigenia ile evleneceği bahanesiyle Aulis’e getirilir. Üçü de kandırılmıştır ve acı gerçeği keşfettiklerinde buna hiçbir şekilde mâni olamazlar. Masum ve çaresiz Iphigenia annesinin tüm yalvarmalarına rağmen kurban edilir. Aşağıda Jacques-Louis David’in Iphigenia’nın önemli sahnelerinden birini tasvir ettiği bir eserine yer verecek ve sonrasında Sophokles’in Elektra’sı ile devam edeceğim…
Jacques-Louis David’in Akhilleus’un (Aşil) Öfkesi resminde Agamemnon, genç Aşil’e, kızı Iphigenia’nın onunla evlenmeyeceğini, tanrıça Artemis’i yatıştırmak ve böylece Yunan filosunun Truva’ya yelken açmasına izin vermek için kurban edileceğini açıklıyor. Iphigenia’nın annesi Klytaimnestra gözyaşları içinde kızına bakarken, Aşil öfkeyle kılıcına uzanır. David’in konuyu ele alışında, Agamemnon’un bakışları ve otoritesi Aşil’in patlamasını donduruyor gibi görünüyor. Görünüşe göre bir gelin gibi giyinmiş olan melek görünümlü Iphigenia, erkek çatışmasının sergilenmesinden habersiz olarak kalbini tutuyor. Annesinin tepkisi, Aşil’in hareket edememesinden duyduğu hayal kırıklığının yanı sıra kızı için duyduğu kederi de yansıtıyor.
Klytaimnestra’nın Acısı ve Öfkesi
Iphigenia’nın babası tarafından kurban edilmesi annesi Klytaimnestra’yı derinden sarsar. Evladını böyle korkunç bir şekilde kaybeden bir anne olarak tüm nefreti, öfke ve acısıyla kocasını suçlar. Agamemnon, kızını kurban etmesi karşılığında esmeye başlayan rüzgârların eşliğinde filosuyla birlikte Truva’ya doğru yola koyulur. Bu arada Klytaimnestra kocasından kızının intikamını almak için Agamemnon’un baş düşmanı Aigisthos ile birlik olur ve onu öldürmek için planlar yapar. Aigisthos’la aşk yaşamaya başlamıştır aynı zamanda. Belki bu aşk da kocasından intikam almak adına Klytaimnestra’nın bilinçdışından gelen bir arzudur. Benliğinin bir kısmıyla bilerek, buzdağının altındaki kısmıyla ise belki de bilmeyerek çıktığı bu yolda aradan on yıl geçmiş ve Agamemnon yanında getirdiği sevgilisi Cassandra ile savaştan dönmüştür. Klytaimnestra aşığı Aigisthos ile birlik olup kocasını banyoda savunmasız bir haldeyken balta ile öldürür. Suçsuz sevgilisini de kıskançlıkla öldürür. Elektra’nın trajedisi tam da burada, babasının annesi tarafından öldürülmesiyle başlar…
Elektra’nın iç dünyası babasının kaybıyla adeta korkunç bir sürgüne gitmiştir. Kardeşi Orestes henüz küçüktür ve onu kurtarmak amacıyla saraydaki adamlardan birine emanet ederek babasının yakın arkadaşı Krisa kralı Strophios’un yanına gönderir. Orestes orada kralın oğlu Pylades ile büyür. Agamemnon ölünce Aigisthos ve Klytaimnestra Miken kral ve kraliçesi olurlar. Elektra’yı sarayda hizmetçi yaparlar ve Elektra’nın söylemine göre ona eziyet ederler. ‘Elektra’nın söylemi’ dememin sebebi, annesine göre de Elektra ona karşı çok kötü davranmakta, onu anlamamakta ve hakaretler yağdırmaktadır. Elektra Orestes’i göndermiştir fakat yetişkin olunca geri dönüp annelerinden babasının intikamını almasını, yani onu öldürmesi için geri dönüşünü beklemektedir.
Orestes yetişkin olmuş, Pylades’le birlikte annesi ve âşığını öldürmek için saraya dönmüştür. Delphoi şehrindeki Apollon tapınağından bir kâhinle görüşmüş, babasının katillerinden nasıl öç alacağına dair bilgi almıştır. Bu öç ona ve ablası Elektra’ya göre ‘tanrının emri’ dir. Sarayda Elektra ile karşılaşırlar fakat ikisi de birbirini tanıyamazlar. Oyunda bir de aralarda eşlik eden Mikenli kadınlardan oluşan Koro vardır. Koro da anneyi suçlu bulmaktadır. Bir yandan itidalli olmasını söylerlerken, bir yandan onu bu cinayete teşvik edercesine söylemlerde bulunurlar. Benim görüşüme göre koro belki de Elektra’nın iç dünyasından yükselen iki farklı, çelişkili sestir. Koro, Elektra’ya dirayetli ve sabırlı olmasını, Orestes’in bir gün çıkıp geleceğini söyler. Elektra’nın iç dünyasında Jung ve Freud’un işaret ettiği gibi annesine karşı büyük bir öfke ve nefret oluşmuştur. Bu arada hayatını da devam ettiremediğini Orestes’in dönüşünü beklerken koroya söylediği şu sözlerden anlıyoruz:
Onu sabırla bekliyorum,
Zavallı ben evlenmedim, anne olmadım,
Daima gözlerim yaşlı dolaşıyorum,
Bitmez tükenmez bir çile dolduruyorum.
….
Şu sözleri ise yalnızlığını, eksikliğini ve sevgiyle ilgiden ve bir bakım verip ‘doyurandan’ mahrum bırakıldığını dile getirir:
Babadan, kardeşten mahrum eriyip bitiyorum,
Başımda sevdiğim bir erkek bile yok.
Ben babamın evinde, itibara lâyık olmayan
Bir göçmen kızı gibi hizmetçilik ediyorum,
Şerefime yakışmayan bu kıyafetle
Boş yemek sofralarının etrafında dolaşıyorum.
Elektra’nın Khrysothemis adında bir kız kardeşi daha vardır ve o da sarayda yaşamaktadır. Fakat karakter ve düşünce yapısı olarak Elektra’nın tam zıttı gibidir. Babasına yapılanları onaylamamakla birlikte, büyük öfke ve kinle süregelen bir intikam güdüsü yoktur. Elektra’ya sürekli öğütler vererek hayatını mahvetmemesini, kendinden güçlü olana boyun eğmesini, yoksa onun için her şeyin çok daha kötü olacağını söyler. Koro bir bölümde ‘sadık bir anne’ gibi verdiği öğütte, felaketiyle başka felaketler doğurmamasını söylediğinde Elektra itiraz eder. Öldürme planını babasına bir saygı ve görev olarak gördüğünü, cinayeti işleyenlerin cezasını çekmeleri gerektiğini ve bu sayede ruhundaki acıların dineceğini söyler.
Annesini düşmanı olarak görür; babasının katilleriyle birlikte yaşadığı sarayda onları hem emir veren hem ihtiyaçlarını karşılayan, aynı zamanda da ihtiyaçlarından mahrum edenler olarak görür. Aigisthos’un babasının yerini almış, onun tahtına oturmuş ve servetine hükmediyor oluşu ızdırabının başka bir yönüdür. Annesinin babasının düşmanı ve katiliyle aynı yatağa giriyor oluşu ise “o alçakla beraber yatana anne denebilir mi” sözleriyle nefretinin annesine olan yansımasıdır. Elektra’nın kız kardeşine şu söylediği sözlerde -Elektra kompleksini işaret eder şekilde- annesine nefretini, babasına olan aşkını görebiliriz:
“Evet, ama babanı unutmanı şaşırtıcı buluyorum. Sen onun kızısın, ondan doğmuşsun ve yine de tek endişen annen!”
Bu sözlerin altında yatan, Elektra’nın onu doğumuyla ‘dünyaya getiren’ anne yerine babasını tercih ediyor oluşudur. Yani anneden nefret ve karşı cins ebeveyne aşk ya da sevgi. Kız kardeşini sürekli babasına ve kardeşlerine ihanet etmekle suçlar Elektra. Khrysothemis hiçbirine kulak asmaz ve planın bir parçası olmayı reddeder. Elektra’nın annesiyle yaptığı bir konuşmada iki taraf da kendi görüşlerini ve savunmalarını dile getirir. İlk defa duyguların net bir şekilde dile getirildiği bir tartışma yaşanır. Klytaimnestra Elektra’yı onu anlamamakla suçlar. O, evladı korkunç bir şekilde elinden alınmış bir annedir. Üstelik Elektra ona hep hakaretler etmiş, annesini asla anlamaya çalışmamıştır -tabii bu durumdaki bir çocuğun psikolojik açıdan ne kadar anlayabileceği ortadadır, ama annenin de kendine göre bir travması vardır- “Elbette bir baba, annenin doğurmak için çektiği ıstırabı duymamıştır, bilemez de bunu’” der Elektra’ya. Fakat Elektra’nın atladığı bir şey vardır; kardeşi Iphigenia’nın katilidir babası. Neden ona üzülmez de sadece babasına üzülür ki Elektra? Burada küçük olmak, kardeş kıskançlığı ve fallik dönemdeki baba aşkı devreye giriyor muhtemelen. Iphigenia’nın ölümü için suçladığı kişi emri veren tanrıça Artemis’tir ona göre. Kaçıp sığındığı, bahane bulduğu yer belki de tanrı ve dindir.
Bir gün saraya Orestes’in emanet edildiği eğitmeni gelir ve Orestes’in öldüğünü, küllerinin de elindeki tunç vazoda olduğunu söyler. Klytaimnestra oğlunun ölümüne üzülmekle sevinmek arasında duygular yaşar. Onu öldürecek olandan kurtulmuş, fakat evladından olmuştur. “Anne olmak ne garip! Evladından kötülük de görse, bir anne ondan nefret edemez” sözlerinde bunu görebiliriz. Elektra ise kardeşini ve babasının intikamını alacak kişinin kaybıyla sarsılmış, hepten yalnız kalmış, yaşama tamamen küsmüş, artık hiçbir umudu kalmamıştır. İyice eksilmiş, büyük bir boşluğa düşmüştür Elektra. Bir gün Khrysothemis babalarının mezarında Orestes’in izleri olduğuna inandığı kanıtlarla gelir ve Elektra’ya sevinçli bir şekilde onun ölmediğine inandığını söyler. Elektra ise Orestes’in ölümüne dair haberleri verir kardeşine. Bu aşamada intikam planı için kardeşinden yardım istese de Khrysothemis’in buna cevabı olumsuz olacaktır. Ona göre adalet böylesi bir yolla ve kendine zarar verecek şekilde sağlanmamalıdır. Sonraki sahnelerde Orestes gelir, diyaloglar sonucunda Elektra’yla birbirlerini tanırlar, ikisini de büyük bir mutluluk sarar. Klytaimnestra oğlunun küllerinin olduğu vazoyu gömmek için süslediği sırada tüm yalvarmalarına ve merhamet istemesine rağmen Orestes tarafından bıçaklanır. Elektra öyle kin ve nefret yüklüdür ki, kardeşine “Gücün varsa bir daha vur!” diye bağırır. Annesinin ölümü karşısında söylediği tek şey “öldü mü o uğursuz kadın” olur.
Ölüm sırası Aigisthos’a gelmiştir. Orestes onu da tuzağa düşürerek annesinin üstü örtülü ölüsünün başına çeker. Sonrasında içeri sürüklediği Aigisthos’u öldürdüğü yer tam da babasının öldürüldüğü yer olur. Son söz koronundur:
Ey Atreus’un soyu!
Özgürlüğe kavuşmak için ne ıstıraplar çektin!
Kısa Bir Değerlendirme
Oyunun çözümü aklımızda pek çok soruyu beraberinde getiriyor… İlk soru, Agamemnon’un hayatı neden Klytaimnestra hariç herkes tarafından Iphigenia’nınkinden daha fazla değer görüyordu? Electra ve Orestes neden ölü, katil babalarının isteklerine, yaşayan, katil annelerine ve gerçekten de ölü, suçsuz kız kardeşlerine olduğundan çok daha fazla saygı duyuyorlar? Agamemnon’un bir baba olmasının dışında boyun eğilmesi gereken gücün temsili bir kral ve otorite oluşu mu? Agamemnon neden kızını öldürmek gibi affedilemez bir suçtan dolayı Erinyeler (öldürenin peşine düşüp cezalandıran intikam tanrıçaları) tarafından takip edilmedi? Neden intikamını almak Klytaimnestra’ya bırakıldı? Görünüşe göre Klytaimnestra, kızının hayatına bir kralın hayatıyla eşit değer verdiğinde kendi kaderini mühürlüyordu.
Euripides’in Iphigenia’nın ölümünün korkunç hikayesini anlatan Aulis’teki Iphigenia oyununda Klytaimnestra, Agamemnon’dan önce bir kocası (ilk) olduğundan bahseder. Adı Tantalos’tur ve hikâyede bize Agamemnon’un onu öldürdüğünü ve kendisiyle evlendiğini söylüyor. Kocasının katiliyle evlilik konusunda hiçbir sözü olmadığı anlaşılıyor. Ve sadece kocası değil. Çünkü Agamemnon bebeğini de almış; Agamemnon ortaya çıktığında emzirdiği bir bebek. Çocuğu göğsünden zorla koparmış ve yere fırlatıp parçalamış. Başka bir deyişle, Euripides’in oyunundaki Agamemnon, Klytaimnestra’nın iki çocuğunu, on yıldan biraz fazla bir süre arayla öldürmüş oluyor.
Ama haksızlığa uğramış, susturulmuş, değersiz kızları için o bir kahramandır: çocuğu öldürüldüğünde sessiz kalmayı reddeden, bir şeyleri kabul etmeyi ve yoluna devam etmeyi küçümseyen, sahip olduklarından en iyi şekilde yararlanmayı reddeden bir kadın.
Resim, kraliçe Klytaimnestra’nın kocası Agamemnon’u Truva savaşından döndüğünde öldürdüğü baltayı tutarken gösteriyor. Collier, eserinde Klytaimnestra figürünün yüz ifadesinde o ânın psikolojisi başarılı bir şekilde yansıtmış.
Elektra’nın Derin Açmazları
Elektra açısından bir başka büyük yük, babasına tutamadığı yasıdır. Bölünmüşlük ve kafasındaki kötü anneye intikam hırsı kaybının yasını tutmasına izin vermez. Bir yandan anneyle sağlıklı bir özdeşleşme süreci de mümkün olamamıştır. Bunu da intikama odaklanıp devam edemediği, istediği hâlde evlenip çocuk sahibi olamadığı hayatından anlayabiliyoruz. Belki de özdeşleştiği tek nokta, annesi gibi bir intikam cinayeti işlemesidir. Elektra kayıplarının eksikliğiyle dolu bir kadındır artık. Annesinin ölmesiyle bu durum düzelmeyecek daha da çetrefilleşecektir. Annesiyle yarım kalmışlığı da bir eksikliğidir. Tüm bunlar da ileride yetişkin olacak bir çocuğun trajedisidir demek yanlış olmaz sanırım. Tabii ki günümüz psikiyatri biliminin olanaklarıyla anlama kavuşturulabilecek, meşakkatli ama sağaltımı mümkün bir örnektir Elektra’nın yaşadıkları. Hikâyenin sonunu da biz devam ettirelim ve Sofokles’in koyduğu son noktanın ardından Elektra’nın tutamadığı yaslarla yüzleşip anlamlandırabildiği, yeniden hayata dönebildiği bir son hâyâl edelim, ne dersiniz.
Son Söz
Bu yazıdaki amacım kişileri yargılamak, cinayetleri ön plana çıkarmak değil. Elbette karakterlerin yaşadıkları olay ve konumlarına -anne, eş, çocuk, kardeş- bağlı olarak kendi içlerinde yaşadığı farklı travmaları mevcut. Karakterlerin çoğu bu travmalara bağlı olarak, oyundaki eylemlerinde kendilerini haklı hissediyorlar: Klytaimnestra’nın kızının ölümü için Agamemnon’u öldürerek adaleti getirmesi gerekiyor; Orestes’in babasını öldürdüğü için annesi Klytaimnestra’yı öldürmesi gerekiyor; Elektra da aynı şekilde, Klytaimnestra ve yeni kocası Aigisthus’u öldürmek zorunda hissediyor; ancak bir kadın olarak intikam almak için kardeşi Orestes’e ihtiyacı var. Yazının başında da belirttiğim gibi özellikle Elektra karakteri bağlamında hem oyuna geçmişin gözüyle bugünden bakmak, hem de insan psikolojisi açısından bir bakış sunmak istedim. Kitabın önsözünde çevirmen Azra Erhat’ın da belirttiği gibi Sophokles için önemli olan, Elektra’nın ruhunda olup bitenlerdir; ıstırabıyla, sevgi ve görev hisleriyle, nefret ve kiniyle, ümit ve sevinçleriyle bir insanı, bir karakteri tasvir etmektir.
Geçmişin tragedyalarında yer alan ölümlerde din, kan davaları, kısasa kısas, ahlâk ölçütleri, güç ve otorite gibi etkenlerin payı olduğunu görüyoruz. Bu yansımaları, belki de Jung’un dediği gibi -kolektif bilinçdışı etkisiyle- günümüzde de görebiliyoruz. Fakat günümüz dünyasında bu bir eylem aklama ve bahanesi asla olamaz elbette. Antik dönemden günümüze geçmişin olumsuz ve zarar verici kavramları medeniyetleşme, eğitim ve bilinçlenme sayesinde değişti ve birey ile toplum da haklılık adına kendini bunlardan soyutlayamaz. Bu düzenin korunması da elbette adalet, hukuk ve laiklik kavramlarının düzgün işlemesi ve ataerkil yapının ortadan kalkmasıyla mümkündür ve başlı başına tartışılması gereken konulardır. Umarım bu yazı aklımdaki amacına ulaşmıştır ve size de iyi yansıtabilmişimdir.
Kişisel not: Bu yazı diğer yazılarıma göre daha kısa bir yazı oldu, fakat yazıya dökme süreci sanırım beni en zorlayanı oldu. Tüm yazılarımda araştırma ve okumaya önem vermişimdir fakat bu yazının araştırma süreci iki konuyu birleştirdiğim için, istediğimi vermesi ve hatalı olmaması adına ciddi bir vakit aldı. Beni bu konuyu yazmaya iten sebeptendir belki, deyim yerindeyse ayak sürüdüm yazarken. Bunları bir kenara koyarsam, belki de asıl sebebini buraya yazmak gerekiyordur diye düşündüm; paylaşmak duygulara karşılıklı dokunmaktır diyerek, sizi sıkmadan -ajite etmemeye dikkatle- kısaca anlatayım… Genç kızlığımdan beri görüşmediğim, yaklaşık 2 yıl önce kaybettiğim babamın yasını tutmakta çok zorlandım ben. Hâlâ da tamamına erdirebildiğimden emin değilim. Bu bir süreç elbette; ama bu türden bir kayıp yaşayanlar da bilir; bazen tuttuğunuzu sanırsınız ama olmamıştır, içeride geçmişe bağlı anlamlandırılması eksik kalan bir şeylerle boğuşuyorsunuzdur farkında olmadan. Babama karşı uzun yıllar hissizliklerle dolu olduğunu sandığım bir geçmişin kapısını aralamam gerektiğinin farkına vardığımda, önüme pek çok başka kapı daha çıktı. O kapılardan sanırım hâlâ geçiyorum, ama epey yol katettiğimi biliyorum. Bu yazıyı seçerken belki de dedim kendi kendime, bu kaybın ve tamamlanamayışın etkisi vardır, kim bilir. Elektra’nın yaşadıklarıyla kurduğum bağ elbette ki sadece babaya tutulamayan yas ve yarım kalmışlık. Ama beni yazmaya götüren de bu kısmı olmuştur diye düşünüyorum. Belki yazı size de başka kapılar açar; her sözcük, her cümle, her imge bir çağrışımdır nihayetinde değil mi? Başka bir yazıda görüşmek üzere, hatam, eksiğim varsa affola.
Kaynaklar ve İleri Okuma:
Sophokles, Elektra, Türkiye İş Bankası Yayınları, 2021
Carl Gustav Jung, Dört Arketip, Metis Yayınları
Carl Gustav Jung, Analitik Psikoloji, Payel Yayınları
Sigmund Freud, Rüyaların Yorumu-Tam Metin, Say Yayınları, 2020
Carl Gustav Jung, İnsan ve Sembolleri, Anchor Press Doubleday, 1964