Cumartesi, Nisan 20, 2024
spot_img

Asgari Ücret Azami Yoksulluk

Asgari ücrete en temel karşı çıkışımızı kişi başı yıllık gelirin bölüşümü üzerinden kurmak sistemin sömürü ve yoksullaştırma üzerine kurulduğunu, karşı çıkışın da anti kapitalist temelde olması gerektiğini ısrarla vurgulamalıyız.

Geçtiğimiz hafta açıklanan asgari ücret zammı günlük siyaseti yakından izleyenler için beklendiği gibi sonuçlandı. İlgili taraflar 3.900- 4.000 tl gibi rakamları kamuoyuna yansıttılar, Tayyip Erdoğan da 4.253 tl olarak açıklayıp, seçim sürecinde de kullanabileceği bir propaganda malzemesi yaratmaya yöneldi.

Fakat asgari ücretin geçtiğimiz bir yılın kayıplarını ne kadar karşılayıp karşılamadığı tartışmaları yapılırken dövizdeki hızlı yükseliş ve ardından gelen akaryakıt ve doğalgaz zammı, Cuma günü borsadaki sert düşüş ve iki kez devre kesici uygulanması asgari ücretin yeterliliği tartışmalarını anlamsızlaştırdı. Yine de asgari ücretin dolar bazında son beş yıllık seyrini anımsamakta yarar var. Yıllara göre asgari ücret 2017’de 1404 TL= 401 dolar, 2018’de 1603 TL= 424 dolar, 2019’da 2020 TL= 381 dolar, 2020’de 2324 TL= 315 dolar, 2021’de 1816 TL= 385 dolar olarak gerçekleşmiş. 2022 yılı için açıklanan asgari ücret 4253 TL=274 dolar olmakla birlikte dolardaki önlenemeyen/önlenmeyen yükselişin bugüne kadar olduğu gibi sürmesi durumunda yıl ortasına varmadan asgari ücretin 200 doların altına inmesi şaşırtıcı olmamalıdır.

Saray/AKP/MHP iktidarının dolar hesabı ve karşılaştırmasına karşı çıkmalarının ekonomik gerçeklikle ilgisi olmadığı çok açık; önemli olan bunu kitlelere anlatabilmektir. ‘Dolarla mı maaş alıyorsunuz?” sorusu ve ‘milli para’ söylemi etrafında oluşturulmaya çalışılan algıya karşı; dolarla maaş almıyoruz gıdadan enerjiye, ihalelerden sanayiye her şeyin fiyatının dolara bağlı olduğunu anlatabilmeliyiz. Hatta 2021 başında bir asgari ücret karşılığında alınabilen ekmek, peynir, zeytin vb. ürünlerin miktarlarını, kiralardaki ve ulaşım giderlerindeki farkı karşılaştırmalı olarak anlatmak gerekmektedir.

Ayrıca asgari ücrete en temel karşı çıkışımızı kişi başı yıllık gelirin bölüşümü üzerinden kurmak sistemin sömürü ve yoksullaştırma üzerine kurulduğunu, karşı çıkışın da anti kapitalist temelde olması gerektiğini ısrarla vurgulamalıyız. 06.9.2021 tarihli ‘Büyüme Değil Büyüklenme’ başlıklı yazımızda sorduğumuz soruyu ısrarla görünür kılmamız gerekiyor; “Elbette bir soru da; kişi başı yıllık gelirin 9.500 dolar olarak açıklandığı bir ülkede bu para kimlerin cebine girmektedir. Çalışanların yarıya yakınının asgari ücretle, geri kalanların da yoksulluk sınırının altında bir ücretle çalıştığı düşünülürse hepimizin sorması gereken ortak sorulardan biri; “bizim payımız nerede?” olmalıdır.

Yoksulluğun ve açlığın artarak yaygınlaştırıldığı koşullarda toplumun büyük kesiminin gelecek kaygısı ve güvensizlik yaşayacağı açıktır. Önümüzdeki günlerde şiddet, hırsızlık, uyuşturucu ve alkol kullanımı, intihar vakalarında artış olması kaçınılmazdır. Yoksullaştırılan, işsizlik ve açlık kaygısına kapılan örgütsüz toplum kesimlerinin aidiyet ve yarın için güven arayışının artacağı böyle zamanlarda sınıftan, emekten, haklardan yana olanlar olarak yaratacağımız dayanışma ilişkileriyle örgütlenme ilişkilerini iç içe geçirmek zorundayız.

‘EN FAZLA NEYİNİ KAYBEDERSİN’

Hazine ve Maliye Bakanı Nureddin Nebati emekçileri kastederek ‘Sen maaş alıyorsun en fazla neyini kaybedersin? Ben varlığımı kaybederim’ şeklinde bir konuşma yaptı. Kendisi iş insanı olan bakan emekçilerin kaybettiği/ kaybedeceği maaşı önemsiz, değersiz gördüğünü ifade etmiş oldu. Ücretliler için maaşın geçim demek olduğunu bilmiyor gibi yapan, önemsizleştiren bakan gerçekte Saray/AKP/MHP iktidarının emekçilere, emeğe nasıl baktıklarını da dile getirdi.

Yukarıda da değindiğimiz gibi yoksulluğun ve işsizliğin yaygınlaşması öncelikle geleceğimizi yok ediyor. İktidarın ekonomi, eğitim, kültür, sanat vb. alanlarda yarattığı yıkımın üç beş yılda toparlanması mümkün değildir. Bu nedenle olanak ve fırsat bulan doktorlar, gençler yurt dışına kaçıyor. Sokakta gördüğümüz gerilimin nedenlerinden biri de iktidarın yarattığı yıkımın insanlar üzerindeki etkisidir. Kısacası varsıllar ve yönetenler en fazla varlıklarının bir kısmını ve koltuklarını kaybederken yoksullar ve emekçiler bugünleriyle birlikte geleceklerini, ömürlerinin bir kısmını, hatta yaşamlarını kaybetmektedir. Kaldı ki sistem ne kadar kriz yaşarsa yaşasın mutlaka kazananları olurken kaybedenleri sürekli emekçiler, çiftçiler, işsizler olmaktadır.

Elbette bu kadar değil; iktidarın ekonomi politikaları sonucu ortaya çıkan yüksek enflasyon ve dövizdeki yükseliş ülkemizi yağmaya açmış durumdadır. Son yıllarda yabancılar fabrikalar ve üretim tesisleriyle birlikte arazileri, konutları, hisse senetlerini de yağmalarcasına satın almaya başladılar. İktidar ve liberaller bu durumu yatırım olarak, ekonomiyi rahatlatacak döviz girişi olarak görmektedirler. Oysa durum bir yağmadır. Çünkü gelen yabancılar yeni bir yatırım yapmak yerine var olanı satın alıyorlar. Başka bir ifade ile halk ve ülke olarak yoksullaştıkça üretim araçları, konut ve araziler el değiştiriyor.

13.12.2021 tarihli ‘Gelecek Kavgası’ başlıklı yazımızda da değindiğimiz; Katar Dış İşleri Bakanı’nın ifadesiyle ‘ekonomi nedeniyle ortaya çıkan fırsatlar’ değerlendiriliyor. Kaldı ki bu yolla ve swap anlaşmalarıyla elde edilen dolarlar da dövizdeki yükselişi durdurmak için satılıyor. İktidar böyle devam ederse bir “128 milyar” vakası daha yaşayacağız ki bu kez olanı değil olmayanı, takas yoluyla aldığını satıyor iktidar.

Daha önceki yazılarımızda belirttiğimiz ilaç krizi her geçen gün tüm devlet ve üniversite hastanelerinde görülmeye başlandı. Bazı hastaneler malzeme yokluğu nedeniyle ameliyat yapamaz hale gelirken, bazı ilaç ve malzemelerin ancak ‘hayati öneme sahiptir’ ibaresiyle sağlanabildiği belirtiliyor. Biz bunları yaşarken sınır illerindeki kentlere komşu ülkelerden gelen turistlerin giyim, gıda vb. gereksinimleriyle birlikte ilaç gereksinimlerini de Türkiye’den karşıladıkları haberlerine de tanık oluyor. Tüm bunlara 2022 yılında beklenen gıda krizinin de gerçekleşmesi durumunda hepimizi zor günlerin beklediği açıktır.

Dolayısıyla Saray/AKP/MHP iktidarına karşı muhalefetin bir yanı anti kapitalist bir yanı anti emperyalist olmak zorundadır ve tüm işbirlikçilere karşı verilmelidir. Kredi taksitini ödeyemediği için evi satılan yurttaşın derdiyle, asgari ücretin temel ücrete dönüştürülmesi sonucu yoksulluk sınırının altında, açlık sınırında yaşamak zorunda bırakılan emekçilerin derdi ortaktır. Ürünün karşılığı ödenmediği gibi uluslararası gıda tekelleriyle baş başa bırakılan çiftçiler ile barınamıyoruz diyen öğrencilerin derdi ortaktır. Bu yüzden ülkemizdeki sınıf savaşımının anti kapitalist, anti emperyalist içeriği de öne çıkarılmak zorundadır. Küçük bir azınlık dışında toplumun tümünü kuşatan yoksulluk, açlık, mülksüzleştirilme ve baskı politikalarına karşı dertleri ortak olanların bir araya gelmeleri, ortak sorunlara karşı talepleri ortaklaştırmaları, mukavemet alanlarında dayanışma ilişkilerini geliştirerek sürekliliğini sağlamaları gerekmektedir.

Tüm bunlarla eş zamanlı olarak iktidara yakın Prof. Dr. İzzet Özgenç’in ‘ekonomik ohal’ tartışmalarını başlatması (sonradan yanlış anlaşıldığını belirtse de neden böyle bir tartışmayı başlattığı sorusu yanıtsızdır) ve Japon yatırım bankası Namura’nın ‘Şafaktan önce en karanlık an’ başlığıyla yayınladığı rapor birbirini doğrular niteliktedir. Namura yayınladığı raporda iktidarın beş adımdan oluşan bir planı izlediğini, bu planın son adımının ohal ilan etmek olduğunu yazdı. Kaldı ki var olan ekonomik, siyasi, sosyal durum ve beklenen gelişmelerin olağan bir düzende sürdürülmesi mümkün değildir. Bu denli geniş halk yığınlarının açlık sınırına tutsak edilmesi, güvencesizleştirilmesi, mülksüzleştirilmesi ancak çık, fiili ve sürekli bir baskıyla sürdürülebilir.

İktidarın özellikle ekonomi politikaları nedeniyle ortaya çıkan yıkım karşısında sorumluluk almak, sorumluluğu kabul etmek yerine içerde ve dışarda düşman araması da önümüzdeki günlerde ekonomik gerekçelerle muhalefete, sendikalara, mağduriyetini sokağa taşıyanlara yönelik baskı ve kısıtlamaların yoğunlaşacağı beklenmelidir.

HAKKIMIZ OLANI ALABİLİRİZ

Geçtiğimiz hafta dövizdeki yükseliş, borsadaki düşüş sonrası TÜİSAD ve bazı iş çevreleri iktidarı uyaran açıklamalar yaptılar. Oysa kısa bir süre öncesine kadar iktidarı koşulsuz destekleyen ve bugünlere gelmesini sağlayan da aynı çevrelerdi. Belli ki özellikle dövizdeki yükseliş nedeniyle yaşayacakları ciddi kapıları düşünüyorlar. Çünkü bu ne olduğu belirsiz bu ekonomi programının açıklandığı zamanlarda, Merkez Bankası Başkanıyla yaptıkları görüşmelerde olumlu açıklamalar yapanlar da aynı çevrelerdi.

Emeğiyle geçinenlerin yaşadıklarına karşı bugüne kadar hiç ses çıkarmayanların, hatta bu sömürüye doğaları gereği ortak olanların bugün karşı çıkıyor olmaları kendi çıkarları bozulduğu içindir. Bu yüzden emekçilerin, çiftçilerin, işsizlerin sermayenin açıklamaları bir muhalefet olarak görmeleri, hatta buna sevinmeleri ciddi bir yanılsamadır.

Bu nedenle devrimciler, sosyalistler, demokratlar olarak iktidarla birlikte sermayeye karşı da bir ortak muhalefeti örmemiz, kurtuluşu kendi ellerimizde aramamız kaçınılmazdır. Özgürlük, eşitlik, adalet taleplerimiz doğrultusunda kuracağımız dayanışma ilişkilerini ortak mücadeleye dönüştürmek bizim elimizdedir. Sömürüye dayalı bu sistemin restorasyonunu öneren muhalefet karşısında da sosyalistler, devrimciler, emekten yana olan güçler olarak ortak bir mukavemet hattını inşa etmemiz, kendi seçeneğimizi yaratmamız önünde kendimizden başka engel bulunmamaktadır.

Bir Cevap Yazın

[td_block_10 custom_title="YAZARIN DİĞER YAZILARI" autors_id="29" limit="6" block_template_id="td_block_template_6"]

Haftalık Siyasal Durum Değerlendirmesi

4,216BeğenenlerBeğen
944TakipçilerTakip Et
6,269TakipçilerTakip Et