Cumartesi, Nisan 20, 2024
spot_img

Büyüme Değil Büyüklenme

Ülkenin %5’lik bir azınlığının kazancı, mutluluğu, huzuru, güvenliği neden %95’in yoksulluğu, mutsuzluğu, yarın kaygısına tercih ediliyor? Emekçiler, çiftçiler, işsizler, kadınlar %5’ten büyüktür demeyecek miyiz?

Saray/AKP/MHP iktidarı yılın ikinci çeyreğinde %21,7 büyüme ve ihracattaki artışı Cumhuriyet tarihinde ulaşılan en büyük değerler olarak sunarak önümüzdeki günlerde (seçime kadar bu veriler üzerinden propagandasını yoğunlaştıracak gibi görünüyor. İktidar sokaktaki sıradan insan için büyüme ve ihracat artışının çekiciliği olacağını, böyle bir algıyla seçimlerde başarı kazanabileceğini umuyor olmalı ki fazla ayrıntılarına girmiyor bu değerlerin.

Korona salgınının ve alınan önlemlerin de etkisiyle 2020 yılında küçülen ekonomi normalleşme sonrası, özellikle turizm ve hizmetler sektöründeki hareketlilik ve 1 yıldır harcamalarını kısmış olan yurttaşların erteledikleri alış verişlerini yapmış olmalarının de etkisiyle açıklanan büyüme verilerinin iktidarın söylediği, sunduğu gibi olmadığını belirtmek gerekir. Her şeyden önce 2020 yılında aynı çeyrekte %10 küçülmüş bir ekonomiden söz ediyoruz.

Kırılan ihracat rekoru da ithalatla birlikte düşünüldüğünde dış ticaret açığının kapatan bir rekor değildir. Kaldı ki ihracat da ithalata dayalı ham madde ve ara malı üretimiyle artıyor. Kısacası ihracatı artırabilmek için bile ithalat yapan bir ekonomiden söz ediyoruz.

İktidarın büyüme ve ihracat rekorları üzerinden geleceğe yönelik algı çalışmalarıyla eş zamanlı olarak tarım ve sanayi üretimi ve ihracatının düştüğü bir dönemdeyiz. Sözü edilen büyümenin önemli bir kısmının da kamu harcama ve destekleri ile olduğunu da not etmeliyiz. Öyle ki iktidarın tarihi boyunca ekonomiyi üzerine oturtup, bunun için doğa ve çevre yağmasına göz yumduğu inşaat sektörü de daralmış durumdadır.

Kısacası hizmetler sektörü (başta turizm), bilgi ve iletişim sektöründeki büyümeyle ekonominin uzun süre götürülemeyeceği açıktır. Buna TÜİK’in olağanüstü çabasına rağmen enflasyonu %19,25’in altına düşüremeyişini de eklemek gerekiyor. Çünkü bağımsız Enflasyon Araştırma Grubu’nun açıkladığı verilere göre 2021 Ocak- Ağustos döneminde TÜFE (Tüketici Fiyatları Endeksi) %30,39’dur. TÜİK’in verileri düşük göstermek/ çıkarmak için gösterdiği tüm çabası ancak bu kadarına yetmektedir. Marketlerin indirim günlerinde, indirim yapılan veya talep olmayan ürünleri ve belli marketlerdeki ürünleri seçerek TÜFE’yi 19,25 çıkaran TÜİK seçme şansının olmadığı ÜFE (Üretici Fiyatları Endeksi)’ni %45,52 olarak açıkladı. Başka anlatımla daha pazara, markete yansıtılmamış bir enflasyon bekliyor önümüzdeki günlerde.

Saray/AKP/MHP iktidarının bu koşullarda büyüme ve ihracat verilerine neden sıkı sıkıya sarıldığı daha net anlaşılabilir. Göründüğü kadarıyla iktidar enflasyonla büyümeyi tercih ederek seçmenlere bununla gidecek ve daha sonrasına ‘güzel, refah’ içinde günler vaat edecek. Fakat bir sorun var; alım gücü düşürülmüş durumda olan halk zorunlu gereksinimlerini bile karşılayacak durumda değil. Bu noktada krediler devreye sokulacak. Ancak geçtiğimiz yıl yapıldığı gibi her isteyene değil, ödeme gücü olan veya kredi karşılığı ipotek edebilecek malı mülkü olanlara verilecek.

Bu konuda geçtiğimiz haftaki “Yasallaştırılmış Sömürü Düzeni” başlıklı yazımızın alt başlıklarından biri “Tüketime Fren Konuta Gaz”dı. Saray’ın aylardır faizlerin düşürülmesi baskısının bir nedeni de halkın önemli bir kısmının maaşıyla geçinemiyor oluşudur. Burada da yeni sorun enflasyonun 19,25 açıklandığı koşullarda %19 olan faizin düşürülmesi dövizin aşırı yükselmesidir. Var olan gelirlerle dış borçların ödenemez duruma gelmesine ve ithalata dayalı üretim yapan sanayi alanlarının dibe vurmasına yol açabilecek bu tercihi yapıp yapmayacaklarını önümüzdeki günlerde göreceğiz. (Burada ödemeyen ve icra işlemleri ötelenen 600 milyar TL’ye yakın kredi varlığını göz önünde bulundurmak gerekiyor. Bu yüzden Hazine ve Maliye Bakanı’nın ‘Bankalardan bireysel kredileri özenle takip etmelerini istedik’ açıklaması gelecekte de yaşanacakların ipucudur. Bu noktada iktidarın ekonomik kriz ve seçim telaşı nedeniyle kamu bankalarının zararı pahasına yürüttüğü politikaların hepimizin geleceğini ipotek altına soktuğunu da not düşmemiz gerekiyor. Kaldı ki son olarak Almanya usulsüz ve kuşkulu işlemler nedeniyle Ziraat Bankası’na ceza verdi, Türkiye’den banka yönetimlerine atanan kişileri de geri çevirdi. ABD’deki Halkbank davası da iktidarın tepesinde sallandırılan Demokles’in Kılıcı’na dönüştürüldü.

Tüm gelişmeler önümüzdeki ayların ve yılların emekçiler, işsizler, yoksullar açısından çok zor geçeceğini göstermektedir. Kaldı ki iktidarın %21,7 büyümenin propagandasını yaptığı aynı dönemde ücretlilerin GSYİH (Gayri Safi Yurt İçi Hasıla)’dan aldıkları pay %37’den %32,9’a düşmüştür. Açıklanan ve övünülen verilerden biri de kişi başı yıllık gelirin 9.500 dolar olmasıdır. Oysa 2013 yılında 12.500 dolar olan kişi başı gelir aradan geçen süre içinde 4.000 dolar kadar düşmüş ve şu an 9.500 dolar olmuştur. Tüm bu açıklamalar iktidarın itirafıdır aynı zamanda; bizi yoksullaştırıp tekrar eski seviyemize yaklaştırarak ekonomiyi iyi yönettiklerini anlatıyorlar. Elbette bir soru da; kişi başı yıllık gelirin 9.500 dolar olarak açıklandığı bir ülkede bu para kimlerin cebine girmektedir. Çalışanların yarıya yakınının asgari ücretle, geri kalanların da yoksulluk sınırının altında bir ücretle çalıştığı düşünülürse hepimizin sorması gereken ortak sorulardan biri; “bizim payımız nerede?” olmalıdır.

Başka bir deyişle neden hep birlikte kazanıp varsıllaşmıyor veya neden hep birlikte yoksullaşmıyoruz. Ya da Saray/AKP/MHP iktidarı özelinde gibi görünen, özünde kapitalizmin sonucu olan ülkenin %5’lik bir azınlığının kazancı, mutluluğu, huzuru, güvenliği neden %95’in yoksulluğu, mutsuzluğu, yarın kaygısına tercih ediliyor? Emekçiler, çiftçiler, işsizler, kadınlar %5’ten büyüktür demeyecek miyiz? Sermayeye sağlanan vergi muafiyeti, SGK prim muafiyeti, borç af ve yapılandırmaları neden emekçilere, çiftçilere, KYK borçlusu öğrencilere sağlanmıyor?

YA HEP BERABER YA DA…

Yukarıda belirttiğimiz ekonomik koşullar ve bu koşulları yaratan, bu koşullardan beslenen iktidar ve sermayeye karşı tek çıkış yolu ortak bir mukavemet hattını inşa etmekten geçiyor. Son aylarda özellikle Suriye ve Afganistan’dan gelen mülteci/göçmen tartışmaları sırasında yoksulluğun ve işsizliğin sebeplerinden biri olarak ülkemize gelen sığınmacıların görülmesi, gösterilmesi ırkçılıkla birlikte faşizmi de körükleme potansiyeline sahiptir. Dünyanın birçok yerinde yaşanan geçmiş deneyimler benzer koşullarda sosyalistlerin, devrimcilerin, komünist ve demokratların doğru yer ve zamanda, gerekli hamleleri yapmadıklarında faşizmin, gericiliğin güç kazandığını göstermektedir. (Bu arada Afganistan’da Taliban’ın yönetimi ele geçirmesi sonrası dünyanın her yerinde IŞİD dışındaki gerici örgütlerin büyük bir moral bulduğunu anımsatmak istiyoruz.)

Ülkemizde şu an direnen emekçilerin, çevre ve yaşam savunucularının, kadınların, öğrencilerin taleplerinin sınıfsal bir nitelik taşıdığı, direnişlerin Saray/AKP/MHP iktidarının politikalarına karşı olduğunu göz ardı etmememiz gerekiyor.

Örneğin Tayyip Erdoğan’ın Rize’de ‘Ne kadar sol, komünist varsa buraya gönderdiler” sözünü söyleten İkizdere’deki direnişle Kaz Dağları, İkizköy vd. direnişleri, Boğaziçi Üniversitesi’nde kayyım rektöre karşı başlayıp demokratik, bağımsız, laik üniversite talebine dönüşen direnişle ‘İstanbul Sözleşesi’nden vazgeçmiyoruz’ diyen kadınların inadı, taban fiyat ve icralık olmalarına yol açan tarım politikalarına karşı çıkan çiftçilerle hakları gasp edilen ve açlığa itilen emekçilerin talepleri özünde ortaktır. Bu yüzden de tüm bu direniş ve karşı çıkışları bir araya getirecek bir örgütlenmeyi ve mukavemeti yaratmak zorunludur.

Geçmiş dönemlerdeki hakları ödenmediği, sendikal örgütlenme nedeniyle işten çıkarıldıkları için direnmekte olan Tanzim Market Çalışanları, Neo Trend Tekstil İşçileri, Yemek Sepeti İşçileri, Reysaş Tüvtürk Kastamonu, Milas Kömürcüoğlu/Çınartaş İşçileri, Uzel Makine İşçileri, Şanlıurfa/Polçak İşçileri, Lila Kağıt İşçileri, (Malatya TOKİ ve Elazığ TOKİ (Rönesans Holding) İşçileri, Soma ve Ermenek Maden İşçileri, grevdeki Adkotürk İşçileri, Belkarper İşçileri vb. örnekler önemlidir. Fakat bu direniş ve grevlerin başarıya ulaşmasının, işçi sınıfı için kazanıma dönüşmesinin yolu yalnız bırakmamaktan, dayanışmadan geçiyor. Tek başına Nakliyat İş’in, Mağaza Market Sen’in, Tek Gıda İş’in, Bağımsız Maden İş’in, İnşaat İş’in, Selüloz İş’in vd. sendikaların iktidarın ve sermayenin devlet aygıtını da kullanarak gerçekleştirdikleri saldırılar karşısında başarı şansı yoktur. Bu grev, direniş ve örgütlenmelerin başarısı kadar başarısızlığı da hepimizindir.

Bunların yanında sarı sendikalara veya sendikasızlaştırmaya karşı sınıf sendikacılığını örgütlemeye çalışan, alanlarda olan Enerji Sen, Haber Sen, DGD Sen, iktidarın aparatına dönüşmüş Memur Sen ve Kamu Sen karşısında (tüm olumsuzluklarına rağmen) sınıftan yana tutumunu koruyan KESK vd. örgütler ve örgütlenmeler desteklenmelidir.

2 YORUMLAR

Bir Cevap Yazın

[td_block_10 custom_title="YAZARIN DİĞER YAZILARI" autors_id="29" limit="6" block_template_id="td_block_template_6"]

Haftalık Siyasal Durum Değerlendirmesi

4,216BeğenenlerBeğen
944TakipçilerTakip Et
6,269TakipçilerTakip Et