“Yapılan alan araştırmalarında halkın %60 ‘ı ekonomik krizi birinci sırada görürken bugüne dek tüm yönetenlerin siyasi rant devşirdiği ‘terör sorunu’ %2 ile ezilenlerin, yoksulların gündeminden çıkmış durumda. Hem Dünya Bankası’nın hem de TÜİK’in 2019 ve 2020 verilerinde Türkiye’de 10 milyon insanın mutlak açlık sınırında yaşadığını görülüyor.” 17.5.2021 tarihli ‘Yağma Düzeni’ değerlendirmemizde belirttiğimiz bu durum yeni işten çıkarmalar, kamu çalışanları ve işçilere sözleşmelerde verilen zam oranlarıyla, kredi borçlarını ödeyemediği için icralık olan çiftçilerle, yangılar ve seller sonucu evleri ve geçim kaynakları yok olan yurttaşları uzun vadeli borçlandırarak yitirdiklerini verme söylemleriyle sömürü her alanda yasallaştırılıyor.
Aile ve Sosyal Hizmetler Bakanı Derya Yanık muhalefete yanıt vermek için yaptığı bir açıklamada, “2,1 milyon haneye verilen elektrik tüketim desteği 2,9 milyar Tl’yi geçti” dedi. 19 yıldır iktidarda olan ve 2002 seçimlerinde “3Y (Yolsuzluk, Yoksulluk, Yasaklar) ile mücadele” sözü veren AKP (bugün için Saray/ AKP/ MHP) iktidarının geldiği yer elektrik faturasını ödeyemeyecek 2,1 milyon hanenin faturasının devlet tarafından ödenmesiyle övünmek oluyor. Devletin diğer sosyal yardımlarından yararlananların sayılarının her yıl artıyor olması yoksulluğun ve yapılan yardımların bir siyasi tercih olduğunu gösteriyor. Saray/ AKP/ MHP iktidarı boyunca (korona salgını öncesi 2017’de 3,2 milyon, 2018’de 3,5 milyon hane (yaklaşık 11 milyon kişi) yardım alırken bu oran 2020’de toplam nüfusun %34’üne ulaşmış durumdadır.
Bu verileri bugünü ve yarını anlamak açısından önemli görüyoruz. Zira geçtiğimiz hafta yetkili sendikalar olarak masaya oturan Memur Sen, Kamu Sen ile iktidar tarafından belirlenen 2022- 2023 yıllarına ait kamu emekçileri maaş zammı oranları ve hem iktidarın hem de sarı sendikaların bu oranları savunmaları yoksullaştırmanın, sömürünün bir tercih olduğunun somut örneğidir.
Kamuoyuna yönelik açıklamalarında ekonomik verileri, korona salgınını, bütçe dengesini vs. anlatan iktidar taşıt garantili köprülere, otoyollara, hasta garantili hastanelere, yolcu garantili havaalanına yönelik farkları öderken kamu çalışanlarına, işçilere, çiftçilere saydığı hiçbir gerekçeyi patronlara söylemiyor. Öyle ki emeği ile ve devlet yardımlarıyla geçinmek zorunda olanlara gösterilmeyen vergi afları, muafiyetleri vd. kolaylık sermayeye gösterilmeye devam ediliyor. Halkla varsıllığı bölüşmeyenler yoksulluğu da bölüşmüyorlar. Bunları da kendi çıkardıkları yasalarla, kararnamelerle, yönetmeliklerle, sarı sendikalara imzalattıkları sözleşmelerle, kurdukları yargı düzeniyle yasallaştırıyorlar.
Özellikle darbe girişimi sonrası yürürlüğe sokulan OHAL ve sonrasındaki Türk Tipi Başkanlık Sistemi dedikleri Saray rejimi ile iktidarın devamı, sermayenin kazancı uğruna meşruiyet bile aramadıkları bir dönemi yaşıyoruz. 10 yıl öncesine kadar kamu çalışanları orta gelir grubunu oluştururken, şu anda yoksulluk sınırının altında bir gelire tutsak edilmeye çalışılıyor. Benzer bir durum kamuda çalışan işçiler için de geçerlidir. Çalışanları kendi içinde sözleşmeli, saat ücretli, A personel, 4-C, 4-D, taşeron, yeni işe giren, mevsimlik gibi ayrımlarla farklı ücret gruplarıyla çalışmaya zorlayanlar aynı zamanda çalışanların ayrışarak bir araya gelmeleri, birlikte mücadele etmelerini de önlüyorlar. Meşrulaştırmanın aracı olarak da il başkanları 18.473,00 TL, Genel Başkan Yardımcısı 22.539,14 TL, Genel Başkanı 34.775,85 TL. alan Memur Sen vb. yapıları kullanıyorlar.
Kamu emekçilerine dayatılan yoksulluk ücreti ve sefalet zammına karşı KESK dışında hiçbir sendika ve görev icabı açıklama yapan bir iki örgüt dışında kimsenin sesinin çıkmaması ihtiyacımız olan bir ortak mukavemet hattını bir kez daha göstermiştir. Yaklaşık (emeklilerle birlikte) 6 milyona yakın kişiyi ilgilendiren ve sokaktaki enflasyonun altında olduğu herkesçe kabul edilen bu zamma, KESK dışında tepki verenlerin olmayışının en önemli nedenlerinden biri ülkemizdeki siyasal muhalefetin dağınıklığı ve dağınık kalmakta ısrar etmesidir. Bu yüzden tüm siyasi yapıların ortak mücadele hattı yaratmak için çaba göstermeleri ve sendikaların, sivil toplum örgütlerinin önlerini açmaları zorunludur. Bu ortak mücadele aynı zamanda yarına ilişkin siyasi özne olmanın da tek yoludur.
TÜKETİME FREN KONUTA GAZ
21.12.2020 tarihli değerlendirmemizde; “Nisan, Mayıs aylarında iç talebi canlandırmak için bankalar tarafından verilen kredi ödemelerinin başladığı Ekim, Kasım aylarında icralardaki artış karsısında Bankacılık Düzenleme ve Denetleme Kurulu (BDDK) aldığı bir kararla, 2021 Haziran ayına kadar bankaların icra işlemi yapmasının önüne geçti.” demiştik. Saray/AKP/MHP iktidarı hem bu duruma, hem de enflasyonu düşürmeye çare olarak tüketici kredilerini engellemeyi düşünüyor. Bankalarla yapılan görüşmelerde tüketici kredilerinin kullanma koşullarının zorlaştırılmasını isteyen iktidar aynı anda konut kredilerinin kolaylaştırılmasını istiyor. Böylece tüketim düştükçe enflasyon da düşecek, inşaat ve konut sektörü kazanmaya devam edecek ve bu arada faizleri düşürmek için (TÜİK’in masa başı hesaplarının da yardımıyla) piyasa da hazırlanmış olacak.
Geçtiğimiz bir yıl için de yalnız tüketici kredileri değil, kredi kartıyla alış veriş oranı da arttı. Temmuz ayındaki kartlı ödeme bir yıl öncesine göre %35 artarak 151 milyara ulaşmış. Bu veri de en dikkat çekici olan, bu harcamaların %31’nın gıda ve market alanında yapılmasıdır. Halk temel tüketim maddelerini de kredi kartıyla karşılar durumdadır. Bunların önemli bir kısmının ay sonunu getiremeyen emekçiler olduğu açıktır.
İktidarın inşaat seviciliğinin bir yansıması mıdır bilinmez; konut fiyatları %30 ile % 70 arasında arttı. Aynı dönemde kiralarda da %30’ları (kentsel dönüşüm bölgelerinde %50’leri) geçen artışlar yaşandı. Konut ve kiralardaki bu artışlar emekçilerin, yoksulların barınma hakkının bile ortadan kalkacağı, ya da bir ömür boyu konut kredisi için çalışmaya tutsak edileceği bir dönemin de habercisidir. En iyi olasılıkla emekçiler, yoksullar kentlerin dışına sürülecek, kentin tüm sosyal, kültürel, siyasal vb. yaşamından soyutlanacaklardır.
İktidarın iç piyasayı daraltarak enflasyonu (ve faizleri) düşürmesi sonucu iç piyasaya satış yapan sektörleri ve bu sektörlerde çalışanları zor günlerin beklediğini söyleyebiliriz. Ekonomik kriz ve korona salgını sonrası milyonlarca emekçinin kısa çalışma ödeneği, ücretsiz izin yardımı ile yaşamak zorunda kaldığı, normalleşmeye geçilir geçilmez de işten çıkarmaların yaşandığı dikkate alınırsa önümüzdeki aylarda çık daha fazla insanın işten çıkarılması, çok daha fazla insanın icralık olması ve varını yoğunu kaybetmesi kaçınılmaz görünmektedir. Toplumun genel olarak örgütlü olmadığı, sistem içi muhalefetin Saray/AKP/MHP iktidarının oy kaybetmesini beklediği, sosyalist ve devrimciler olarak kendimizi ‘kendi mahallemizle’ sınırlandırdığımız dikkate alındığında muhalefetin gelişip, büyümesi ve seçenek olması için yeterli, gerekli, hatta zorunlu koşulların değerlendirilemediği açıktır.
BOĞAZİÇİ ve FİŞLEMELER
Kayyım rektör atamasına karşı başlayan ve özgür, demokratik, laik, bilimsel eğitim talebini de içeren Boğaziçi Üniversitesi’ndeki direniş sürüyor. Kayyım olarak atanan Melih Bulu’nun direnişin etkisiyle görevden alınıp yerine üniversite içinden Naci İnci’nin atanmıştı. Yeni rektörün ilk işi de direnişi görünür kılan Can Candan’ın görevine son vermek, Feyzi Erçin’in de ders vermesini engellemek olmuştu.
Bu arada polisin direnişe katılan öğrencileri fişlediği, İstanbul Valiliği’nin “Olaylara Karışan Öğrenciler” başlıklı yazılarla öğrencilerin adlarını YÖK’e ve Gençlik Spor İl Müdürlüğü’ne gönderdiği ortaya çıktı. Bu fişleme sonrası 127 öğrencinin öğrenim kredisi/bursu kesilerek öğrencilerin borçlarını 2023 Temmuz ayından itibaren ödemeleri istenmiştir. Öğrenim Kredisi Yönetmeliği’ne aykırı biçimde yapılan bu işlemle ilgili mahkemelerin yürütmeyi durdurma kararlarının uygulanıp uygulanmayacağını, başka gerekçeler üretilip üretilmeyeceğini önümüzdeki günlerde göreceğiz.
Boğaziçi Üniversitesi’ndeki direnişin ilk gününden itibaren Saray/AKP/MHP iktidarının yol vermesi nedeniyle öğrencilere yönelik çeşitli suçlamalar, baskılar, fiziki ve psikolojik şiddet, gözaltı ve tutuklamalar yapıldı. Ancak direnişin haklılığı ve toplum tarafından kabul gördüğünü bilen iktidar OHAL ilanı öncesindeki uygulamaya bile dönmemek için direnişi kırmak için katılanları, destek verenleri yıldırmaya, fiili olarak cezalandırmaya yönelerek üniversiteden ve eğitimden ne beklediğini de göstermiştir. Fişlemeler devletin genel karakterini göstermesi açısından geçmişle benzerlikler gösterse de (başka olaylarda da olduğu üzere) burs ve öğrenim kredisini kesme işlemi iktidarın karakterini göstermesi açısından önemlidir. Yoksullaştırmak, açlığa/yoksunluğa tutsak etmek ve kendisine bağımlı kılmak biçimindeki bu karakter şimdi başlarına bela olan tüketici kredileri, kredi kartı kullanımları ve sosyal yardımlarda da aynı biçimde kendini göstermektedir. Biat edene/yandaşa para, yardım ve makam, karşı çıkana/muhalife ceza, açlık ve sokak bu karakterin baskın özelliği olarak bir yönetim şeklidir.
PARLATILAN TALİBAN
Geçtiğimiz hafta IŞİD (Horasan Kolu) Kabil’de düzenlediği intihar saldırılarıyla 180’den fazla kişinin ölümüne neden oldu. Daha öncesinde böyle bir saldırının olabileceği haberleri geliyordu. Taliban’ın çeşitli konularda ABD ve NATO ile anlaştığına yönelik çok sayıda ip ucu kendini gösterirken çok sayıda ülke yetkilisi de ‘Taliban’a şans verilmesi’, ‘daha önceki hatalarını yapmayacağını umuyoruz’ biçimindeki açıklamalarıyla yapılan anlaşmanın varlığını adeta kabul etmiş oldular.
IŞİD’in yaptığı saldırı sonrası Afganistan’daki durumun sorumlusu olan ülkeler Taliban üzerine yoğunlaşan dikkatleri IŞİD üzerine çekerek kötünün kötüsünü göstermeyi seçtiler. Oysa Taliban ve IŞİD arasında ne siyasal, toplumsal, kültürel, sanatsal yaşama bakışta, ne de kendileri gibi düşünmeyen, kendileri gibi inanmayan insanlara ve toplumlara bakışta bir fark yoktur. Taliban’ın Afganistan’da denetimi ele geçirmesiyle birlikte insanların ülkeyi terk etmek için neler yaptığını, nelere katlandığını göz önüne getirip; “biz Taliban’ı Afgan halkından iyi tanıyoruz” diyemeyiz. Yirmibeş yıldır Taliban, kırk yıldır Mücahitler gerçeği ile yaşamak zorunda kalan Afgan halkı devleti ele geçirdiklerinde neler yaptıklarını gördü, neler yapabileceklerini biliyorlar.
Suriye’nin ‘Esad’dan kurtarılması’ uğruna çıkarılan iç savaş sırasında bir dönem iktidarın da el altından desteklediği IŞİD’in neler yaptığını tüm dünya ile eş zamanlı gördük. Köle pazarı kurduğunu, rejim askeri veya yanlısı olduğu için boğazları kesilen ve görüntüleri servis edilen insanları, biat etmeyenlerin katledildiklerini gördük. O zaman IŞİD’in insanların kafalarını kesmesi ile Taliban’ın ünlü komedyen Nazar Muhammed’i öldürmesi, IŞİD’in köle pazarları ile Taliban’ın 15 yaşından büyük kızları ve 40 yaşından küçük dul kadınları evlerden ‘toplaması’ arasında tercih mi yapacağız? Karanlık aynı karanlık.
Şunu biliyoruz; emperyalizmin ve işbirlikçilerinin doğrudan veya dolaylı müdahalesi olmadan hiçbir gerici, faşist güç var olamaz, ayakta duramaz. 80-100 bin kişi olduğu söylenen Taliban’ın koca bir ülkeyi ele geçirmesi, 4-5 bin kişilik IŞİD’in Horasan kolunun yeni tehdit olarak sunulup Taliban’ın göz ardı edilmesi kabul edilemez. Afganistan ve tüm Ortadoğu’da bu karanlıkla savaşacak bir potansiyel olduğunu herkes biliyor. Tek sorun yalnız başlarına ve güçsüz olmalarıdır. Bu anlamda bazı ülkelerde yapılan Taliban karşıtı gösteri ve talepler de izlenmeli, mümkün olduğunca Afgan ve Ortadoğu halklarına ses ve güç verilmelidir. Hem halkların kardeşliği şiarının, hem de emperyalizme ve onun yarattığı gericiliğe karşı savaşımın, dayanışmanın gereği budur.