Cuma, Mayıs 3, 2024
spot_img

Demokrasi Yaşatır

İfade özgürlüğü, diğer bütün hakların anasıdır denir. Çünkü ancak ifade özgürlüğünün güvenceye alındığı, demokratik bir ortamda diğer tüm hak ve özgürlükleri talep etmek mümkün olur

“Türkiye’nin en önemli, acil sorunu nedir?” Araştırma şirketleri tarafından anketlerde en fazla sorulan sorulardan biridir bu. Bildim bileli de memlekette bu soruya verilen cevapların ilk sırası “geçim sıkıntısı-işsizlik” ve “terör” arasında gidip gelir. Dönem dönem biri diğerinin önüne geçer. Son zamanlarda bu sıralamaya doğal olarak “pandemi yönetimi” de eklenmiş durumda. Her gün ortalama 350 insan önlenebilir bir hastalık nedeniyle ölüyor zira… Pandeminin katmerlediği işsizlik, yoksulluk, açlık ve şiddet sarmalı da cabası.

40 yıllık ömrümde bir kez bile anketlerin birinci sırasında görmek mümkün olmamışsa da bana göre bu ülkenin en ağır en yakıcı sorunlarının asıl kaynağı, demokrasizlik, ifade özgürlüğünün olmayışıdır.

İfade özgürlüğü, diğer bütün hakların anasıdır denir. Çünkü ancak ifade özgürlüğünün güvenceye alındığı, demokratik bir ortamda diğer tüm hak ve özgürlükleri talep etmek mümkün olur. (Hakları talep edebilme hakkı) Keza doğruya, hakikate ulaşmak da ancak tam anlamıyla özgür basın ve tartışma olanağı ile mümkündür.

Covid-19 salgınının başından beri nasıl yönetilemediği hepimizin malumu. Sahada cansiperane şekilde mücadele eden hekimlerin örgütü Türk Tabipler Birliği sürecin başından bu yana bir kez bile muhatap alınmadı. Önerileri dinlenmedi. Hatta yaptığı bilimsel uyarı ve açıklamalar nedeniyle Türk Tabipler Birliği’nin bir anda hain ilan edildiğini ve kapatılması gerektiğini duyuyor bu zavallı kulaklarımız! Sadece onların değil, hiçbir emek ve meslek örgütünün uyarı ve talepleri asla dikkate alınmadı. Bir yılı aşkın süredir görev yapan Bilim Kurulu, alınması gerektiğini düşündüğü tedbirleri bir kez bile kendi başına kamuoyuna açıklayamadı. Hatta Sağlık Bakanı bile bir hekim olarak Bilim Kurulu’nun ne düşündüğünü ne önerdiğini ifade edemedi. Toplantılar sonucu içeriğini bilmediğimiz öneriler Cumhurbaşkanı’na sunuldu. Cumhurbaşkanı da kararları açıkladı. Açıklanan bu kararlar da memleketin her yerinde aynı şekilde uygulandı. Geldiğimiz noktada; çökme noktasına gelen hekimler, sağlık çalışanları, on binlerce can kaybı, yoksulluk, işsizlik nedeniyle patlayan intihar vakaları ve derin bir umutsuzluk…

Bu ortamda 9 Nisan tarihli bir haberde, Gazi Üniversitesi Enfeksiyon Hastalıkları uzmanı Prof. Dr. Esin Davutoğlu Şenol’un beni derinden etkileyen feryadı yankılandı. Şöyle diyordu: “Bütün bilim insanları artık sessizliğini bozup konuşmalı. Bu bir ölüm kalım savaşı. Bizim sesimiz duyulmuyor ama tarih yazıyor dünya şu anda. Hep beraber tarih yazıyoruz ve o tarih bir arşiv oluşturuyor hem de yakın zamanlı bir arşiv. 8-10 ay sonra bir bilanço çıkartılacak. O bilançoyu farkında olmak diyelim buna. Yüksek sesle ‘şunu biliyoruz, şunu fark ettik’ deme zamanı. Onun için bütün hekimlerin, bütün bilim insanlarının artık sessizliğini bozup, bildiğini söylemesi gerek. Ne kadar ağır karşılık görürse görsün bu bir ölüm kalım savaşı. Bildiklerinizden sorumlusunuz. Gelecek iki hafta içinde neler olacağını bilen herkese sesleniyorum, bildiklerinizden sorumlusunuz.”

Bir yıldır adına “Bilim Kurulu” diyen koca koca bilim insanlarının, Cumhurbaşkanı’ndan icazet almadan ağızlarını bile açamayışı karşısında ne kadar sahici ve yakıcı bir ikaz: “Bildiklerinizden sorumlusunuz!” Sizin bildiğiniz, bildiğiniz halde bu topluma açıklamadığınız, ifade etmediğiniz hakikatten.

Özetle durum şu; memlekette bir can pazarı yaşanıyor. Gerçek vaka ve ölüm sayılarını bilmiyoruz, Bilim Kurulu’nun ne önerdiğini ne düşündüğünü bilmiyoruz, koskoca memleketin her bir sokağında mahallesinde aynı tedbirlerle yol almayı zorlamanın manasını çözemiyoruz, neden Türk Tabipleri Birliği’nin ve diğer emek-meslek örgütlerinin muhatap alınmadığını bilmiyoruz. Büyük bir bilinmezlik, muğlaklık içerisine, bir kişinin bize ferman buyurduğu deneme yanılma usulü kararlar ile hayatta kalmaya çalışıyoruz ve tabi ki kalamıyoruz. Çünkü memleketin yeni rejiminde konu ne olursa olsun tüm kararları sadece bir kişi veriyor. Yetki ve sorumluluk sahibi hiç kimse, onu ikna edemeden ya da onun onayını almadan bırakalım adım atmayı, açıklama bile yapamıyor. Bu yeni rejimi mümkün kılan Anayasa referandumunun da ülkede OHAL devam ederken ne basın ne propaganda hürriyetinin olduğu, milletvekilleri ve belediye başkanları dahil tüm muhaliflerin peş peşe tutuklandığı, son derece ağır bir süreçte gerçekleştiğini de hatırlamakta fayda var sanırım. O gün tartışılamadan, açıkça konuşulamadan apar topar kotarılan rejim değişikliği; bugün bize yoksulluk, acı ve ölüm olarak dönmüş oldu.

Alman Yeşiller Partisi Milletvekili Cem Özdemir ile Ruşen Çakır’ın Medyascope için yaptığı bir mülakatı dinledim geçen gün. Ruşen Çakır, Almanya’da pandemi yönetiminin oy oranlarına nasıl yansıdığını sordu. Cem Özdemir şöyle cevapladı: “Partiler arasında muhalefet, iktidar Türkiye’den farklı olarak federatif bir sistem olduğu için on altı eyaletin on altısında, her demokratik partinin birisi bir yerde iktidarda. Dolayısıyla alınan kararlar hem benim içinde bulunduğum federal meclisten hem de eyaletler temsilcileri meclisinden geçtiği için, dolayısıyla her parti bir şekilde masanın etrafında buluşuyor. Yani eyalet başkanları, on altı eyaletin başkanları başbakanla sürekli bir araya geliyor, ortaklaşa karar veriyor. Uzun lafın kısası, Yeşiller ya da Sol Parti bir şekilde iktidar ortağı burada. Hür Demokratlar iktidar ortağı. Yani alınan kararlar ortaklaşa alınıyor. Benim bulunduğum eyalette sağlık bakanı benim partimden. Dolayısıyla bu konuda federal hükümete kızdığımızda, vatandaş haklı olarak ‘iyi de siz de iktidardasınız’ diyor.” Nasıl? Bu açıklamadan, Almanya’daki pandemi yönetimi ile Türkiye’deki pandemi yönetemeyişi arasındaki farkın sadece ekonomik nedenlerle açıklanamayacağı aşikar değil mi? Yerellerin çok güçlü olduğu, kimsenin kimseyi görmezden gelemeyeceği, mutabık kalınmadan adım atamayacağı “demokratik bir sistem” tarifliyor Cem Özdemir. Biz ise gece yarısı kararnamelerini, Türk Tabipleri Birliği’nin kapatılma ihtimalini, bize açıklanan sayıların doğru olup olmadığını, aşının neden gelmediğini, kapanma ya da kapanmama kararlarının ne kadar bilime uygun olduğunu konuşup duruyoruz. Konunun muhatabı ve uzmanı olan kimsenin karar verme süreçlerinde bir etkisi yok. Tek merkezden, hatta bir kişi nasıl uygun görüyorsa hayat ona göre akıyor, daha doğrusu akamıyor. Demokrasisizlik her gün her saat ölümcül zararlar üretmeye devam ediyor.

Her gün ortalama iki kadının öldürüldüğü bir ülkede yaşıyoruz. Kadınlar, toplumsal cinsiyet eşitliği için yıllardır mücadele veriyor. İstanbul Sözleşmesi’nin uygulanması demek sadece kadınların şiddet uygulayandan korunması demek değil, toplumsal cinsiyet eşitliğini kabul etmek ve toplumda bu kavramı yerleştirmek için çalışmak, bunu bir devlet politikası haline getirmektir diyorlar. Kadın cinayetleri politiktir derken de kastedilen bu. Peki ne yaşıyoruz? Bir gece yarısı öğreniyoruz ki bir kişinin kararı ile İstanbul Sözleşmesi’nden çekildiğimiz iddia edilmiş. Neden? Çünkü O bir kişi toplumsal cinsiyet eşitliğine inanmıyor ve onun inanmaması yeterli. Meclisin oy birliğiyle onayladığı bir sözleşmeymiş, kadınlar eşitlik ve özgürlük istediği için can veriyormuş ne gam? Kadınların yaşam hakkı ile ilgili olarak verilecek kararlarda katılım şansı ve söz hakkı yok. O ne derse öyle oluyor ve kadınlar, LGBTİ+ bireyler, çocuklar ölmeye, şiddet görmeye devam ediyor.

Epey hararetli bir Kanal İstanbul tartışması yaşadık, yaşıyoruz. Sonra bu konu Montrö ve hatta açıklama yapan amiraller ve nihayet darbe teşebbüsüne kadar gitti. Daha doğrusu götürülmek istense de mevzunun rüzgarı yelkenleri yeterince dolduramadı. Yine de Kanal İstanbul’un akıl dışılıkta bir zirve olduğu aşikar. Bilim insanları hem deprem riski hem ekolojik tahribat açısından intihar olur diyor. Projenin maliyeti akıl almayacak kadar yüksek ve İstanbul henüz doğru düzgün bir deprem hazırlığı bile yapamamış durumda. Aksine son yirmi yılda kalan bir avuç yeşil alanın da imara açılması için ne gerekirse yapılmış. Pekala, bu kadar büyük bir yanlış var ortada, büyük bir çevre felaketine dönüşecek ve zaten binlerce canı tehdit eden depremin etkisini kat be kat arttıracak bir iş. Ölümcül bir hata. Ne diyor Beyefendi? “Çatlasanız da patlasanız da yapacağız!” Bu kadar. Kim ölmüş, kim kalmış sorun değil. Kararı “şahsı” veriyor, son sözü o söylüyor. İstanbul hakkındaki kararı İstanbullular veremiyor. (Yerel seçimlerde yaşanan kepazeliği de hatırlatmaya gerek yok sanırım.)

Bu yazının yazıldığı sırada yeni bir skandal haber düştü bültenlere. Emniyet Genel Müdürlüğü bir genelge yayınlamış. Genelgede önce uzun uzun özel hayatın gizliliğinden, sosyal medyaya yansıyan bazı görüntülerin yansıtıldığı gibi olmadığından, polisin bundan dolayı büyük sıkıntı yaşadığından bahsedilerek, “Polisimizin görevini ifa ederken bu tür ses ve görüntü alınmasına tevessül edecek davranışlara fırsat vermemeleri, eylemlerin veya durumun niteliğine göre kayıt yapan kişileri engellenmeleri, kanuni şartları oluştuğunda adli işlem yapmaları gerektiği hususlarında tüm personelimizin bilgilendirilmesini önemle rica ederim.” şeklinde bitirilmiş. Genelge, İzmir’de 1 Mayıs açıklamasına müdahale eden bir polisin bir eylemcinin boynuna diziyle bastırarak (benzer şekilde katledilen George Floyd gibi yani!) gözaltına almaya çalışmasından ve bunun görüntülenerek haber yapılmasından hemen sonra yayınlanıyor bu arada. Tam burada birkaç isim sıralayacağım: Festus Okey, Dilek Doğan, Berkin Elvan, Medeni Yıldırım, Ahmet Atakan, Kemal Kurkut, Metin Lokumcu… Liste uzuyor, çok uzuyor… Yaralanan ya da kalıcı şekilde sakat kalanların listesi çok daha uzun. Faillerin kimi hala ortada yok, kimisi yıllar sonra mahkeme önüne daha yeni çıkıyor, kimiyse beraat etti. Ama herkes biliyor ki bu insanlar polis şiddeti nedeniyle katledildiler. Gazeteciler, hak savunucuları konuyu takip etti, görüntüler yayınlandı, her biri hak örgütlerinin raporlarına girdi. Uluslararası kamuoyunda yaşam hakkı ihlalleri bir bir gündem oldu. Şimdi ne diyor şu genelge? Polisimizin özel hayatı, göründüğü gibi değil, zor durumda kalıyor polisimiz. Öyle mi? Hadi canım! Çözümü de suç işleyen polisin görüntülenmesini engellemekte bulmuşlar. Böylece hem hiçbir sokak eylemliliğinden hem de polis şiddetinden kimsenin haberi olmasın, kimse uğradığı şiddeti kanıtlayamasın, zaten zar zor bin bir emekle yargı önüne çıkan tek tük polis de yargılanamasın. Bir taşla üç-beş kuş vurulsun. Atılan taş da genelge. Anayasal ve yasal haklar karşısında genelge. Vallahi dahice, bravo!

Son olarak iki isimden bahsedeceğim, Hrant Dink ve Tahir Elçi. Adeta bir kopya cinayete kurban giden iki güzel insan. Sadece düşüncelerini ifade ettikleri için hedef gösterilip son derece karanlık bir şekilde (ya da apaydınlık, gözümüzün önünde, göstere göstere mi diyelim?) katledildiler. Eğer demokratik bir ülkede yaşasaydık, eğer hakikaten ifade hürriyetleri tanınsaydı bugün aramızda olacaklardı. Bu memleket bu iki cesur insanını yitirmeyecekti. Tıpkı memlekette Kürt Halkının eşit yurttaşlık koşullarında, barış içinde yaşama taleplerini özgürce konuşamadığımız için toprağa düşen on binlerce insanımız gibi…

İşbu yazının maksadı şudur: Evet işsizlik, evet yoksulluk yaşıyoruz. Evet salgınla mücadele doğru gitmediği için ya açlıkla ya da hastalıkla sınanıyoruz. Evet kadınlar, çocuklar, LGBTİ+ bireyler sürekli bir can korkusuyla yaşıyor, Kanal İstanbul denen saçmalık yüzünden ya da depreme karşı gerekenler yapılmadığı için büyük hayati risk altındayız ve evet polis şiddeti nedeniyle hayatımızı kaybetme riskimiz her daim yüksek. Ama bütün bunların hepsi tek ve aynı kapıya çıkıyor: Her konuda ama her konuda bir “şahsın” karar verdiği, kuvvetler ayrılığının olmadığı, ifade hürriyetinin olmadığı, basının özgür olmadığı, özgürce tartışma ortamının olmadığı bir iklim bütün bu zulmün en temel dayanağını oluşturuyor. Biz de bu “söz söyleme hürriyetimizi” yani “haklarımızı talep etme hakkımızı” artık en başa koymak, bunun için mücadele etmek zorundayız.  Ezcümle demem odur ki; demokrasi yaşatır!

Bir Cevap Yazın

876BeğenenlerBeğen
364TakipçilerTakip Et