Cumartesi, Nisan 27, 2024
spot_img

‘Hayatın Acıtıcı Gerçeklerinden Oluşan Doğaüstü Bir Kurgu’: Dolunay Ayini

Yazar, gazeteci Özlem Ertan’ın üçüncü romanı olan “Dolunay Ayini” raflardaki yerini aldı.

Bu kitapta hem Türkiye gerçeğini hem de tarihin nasıl tekerrürden ibaret olduğunu göreceksiniz. Mitolojinin devasa dünyasında kadının yerini, kadının hem mağdur edilişini hem de bu mağduriyet üzerinden şimdinin “ötekisi” o zamanın canavar bir öğeye dönüştürülüşünü, aynı zamanda baş kaldıran kadınların başına neler geldiğine tanık olacaksınız.

Bu kitap benliklerinden ötürü ötekileştirilen, ötekileştirilirken yaşayan bir ölüye dönüştürülen, ölüme itilen ya da öldürülenlerin hikâyesi olduğu kadar başkaldıran ve başka türlüsü mümkün diyenlerin hikâyesi.

Medusa’dan, Lilith’e, Hekate’ye mitolojik öykülerin geçmişle bugün arasındaki bağını “hayatın acıtıcı gerçeklerinden oluşan doğaüstü bir kurgu”yla anlatıyor Özlem Ertan kitabında.

Antik Yunan’dan eski İstanbul’a ve oradan şimdiki İstanbul’a doğru bir yolculuğa çıkarıyor sizi…

Yazar Özlem Ertan’la Dark İstanbul’dan çıkan kitabı Dolunay Ayini’ni konuştuk:

Kitap eşcinsellik, cinsel istismar, kadına yönelik şiddet gibi toplumun en önemli sorunlarını kapsıyor. Bu hikâyelerle birlikte mitolojik öyküler, korku unsurları, antik İstanbul, yeni İstanbul, opera hepsini kapsayan bir kurgu çıkıyor karşımıza. Bu sorunları tüm bunlarla ve korku öğeleriyle anlatma fikri nasıl doğdu?

Gerek kadına yönelik şiddet gerekse LGBT bireylere yönelen ayrımcılık benim ezelden beri kendime dert edindiğim meseleler. Yazarken de dert edindiğim bu meseleler ister istemez ortaya çıkıyor ve roman kurgusunun içinde kendine yer buluyor. ‘Dolunay Ayini’nde de süreç böyle işledi. ‘Dolunay Ayini’, konusu ve kurgusu itibariyle tekinsizlik hissinin yoğun olduğu, karanlık bir metin. Hayatın sert, acıtıcı gerçeklerinden yola çıkarak yazdığım doğaüstü bir kurgu. Hayatın o acıtıcı gerçeklerinin içinde taciz, tecavüz, sokak çocukları, trans kadınlar ve gay’ler de mevcut. Dediğim gibi içimi acıtan, kendime dert edindiğim pek çok konuyu ister istemez yansıttım bu romana. Tüm bunları korku öğeleriyle anlatma meselesine gelecek olursak… Ben fantazya ve korku yazarıyım. Tüm romanlarımda gerçeklerden yola çıkıyorum, ama bunları doğaüstü bir kurgu içinde anlatıyorum. Korku unsurlarını kullanmayı da seviyorum. İnsanın, hayatın karanlık taraflarına batırıyorum kalemimi. Üniversitede arkeoloji eğitimi aldığım için mitoloji ve antik tarih de ilgi alanıma giriyor ve ister istemez eski çağlar da kurgularımda kendine yer buluyor. Opera da benim çok sevdiğim ve iyi bildiğim bir sanat dalı. Yıllardır gazete ve dergilerde opera ve klasik müzik yazıları yazıyorum. Özetleyecek olursam, yıllardır içimde biriktirdiklerimin sızdığı, hatta biçimlendirdiği bir roman oldu ‘Dolunay Ayini’.

Kitapta yer alan mitolojik öyküler aslında kadına şiddetin, tacizin tarihin her döneminde olduğunu gösteriyor… Kadınların hem mağdur hem de cezalandıran kesim olduğunu gösteren hikâyeler… Onları öldüren erkekler ise kahraman… Özellikle bu öyküleri de romana serpiştirerek bugüne dair ne anlatmak istediniz?

‘Dolunay Ayini’ni yazarken bir kez daha fark ettim ki haklarını savunan, başkaldıran, erkek egemen sisteme boyun eğmeyen kadınlar, yüzlerce hatta binlerce yıldır şiddet görüyor, öldürülüyor, “şeytan”laştırılıyor. Romanda da yer verdiğim Medusa, Medea, Lamia, Empusa ve Lilith’in öyküleri bu can acıtıcı gerçeğin kanıtı. Mesela Âdem’in ilk karısı Lilith, Âdem ile eşit olmayı talep ettiği için tarih boyunca kötücül, karanlık bir varlık olarak gösterilmiş. Lilith’ten sonra Adem’in kaburga kemiğinden itaatkâr kadın Havva yaratılmış. Neolitik dönemde kadın şimdikinden çok daha güçlü bir figürdü. Çünkü insanlığın tarıma başladığı, yerleşik hayata geçtiği bu dönemde doğurganlık ve bereketlilikle kadının yaratım gücü arasında bağ olduğu biliniyordu. Ne zaman ki erkek egemen sistem yerleşti, kadın ikinci plana itildi. Kadının gücünden korkuldu. Tek tanrılı dinlerin ortaya çıkmasından sonra ise kadının durumu daha da kötüleşti. Kadını denetim altına almak için din de belli bir kesim tarafından kullanıldı. Aslına bakılacak olursa bu zihniyet 2021 yılında hâlâ devam ediyor. Kadının esas görevinin çocuk doğurmak ve ev kadınlığı olduğunu savunanlara en yüksek makamlarda rastlıyoruz. Sözüm ona modern zamanlarda kadının üzerindeki baskı mekanizması hâlâ işliyor. Romanımda biraz da bunları anlatmak istedim.

Antik tarihten bugüne kadar bu düzen, bu bakış açısı neden değişemiyor?

Erkek egemen baskıcı zihniyet değişmiyor çünkü. Hatta kadın hakları açısından bazı konularda antik çağın da gerisindeyiz. Erkek egemen zihniyet elde ettiği üstünlüğü terk etmek istemiyor ve bu yüzden de kadınları hükmü altında tutmaya gayret ediyor. Şeriat yasalarının geçerli olduğu ülkelerde hâlâ kadınların taşlanarak öldürüldüğünü görüyoruz. Konuya Türkiye özelinde baktığımızda da durum hiç parlak değil. Hemen hemen her gün gazetelerde tecavüze uğrayan, katledilen kadınlarla ilgili haberler okuyoruz. Töre cinayetleri devam ediyor. İşin en kötü tarafı suçlular çoğu kez hak ettikleri cezaları almıyor. Hatta tecavüz ve taciz mağduru kadınların suçlandığına bile şahit oluyoruz. Bakış açısının değişmesi için yasaların mağdur kadınların yanında olması ve toplum genelinde konu hakkında farkındalık oluşması şart. Bu da ne yazık ki bugünden yarına olabilecek bir şey değil.

Güçlü kadınların da hikâyeleri var kitapta… Kitabın ana karakterleri de kadın. Küçük yaşta sistematik olarak üvey babası tarafından tacize uğrayan Aydan’ın güçlü kadın karakterine evrilişini görüyoruz… Aydan nasıl bir karakter ve bu karakter evrimiyle nasıl bir mesaj vermek istiyorsunuz?

Romanımın baş karakteri Aydan, çocukluk ve ergenlik yıllarında taciz edilmiş, tecavüze uğramış ve çığlığını kimseye duyuramamış bir kız. Özel de bir kız aslında. Hayal gücü çok gelişmiş: Geceleri ay ile konuşuyor, dertlerini ona anlatıyor. Bir de hayaletleri görebiliyor. Annesinin hayaletini dinleyip İzmir’deki evinden, üvey babasından kaçıyor ve İstanbul’a geliyor. İçgüdüleri ve geçmişin gölgeleri olan hayaletler ona yol gösteriyor. İstanbul’da hayatına giren ve ona kol kanat geren Ece Hanım ile Hilal Hanım’ın etkisiyle içinde uyuyan güçlü kadını keşfediyor. Arkeolog Ece Hanım’dan dinlediği antik kadın öyküleri ve gördüğü tuhaf rüyalar da Aydan’ın kendini bulmasında etkili oluyor. Kadınlar aslında çok güçlü. Yeter ki bunun farkına varabilsinler ve kendilerine inansınlar. Baş kaldırmaya ve haklarını aramaya devam etsinler.

Romanda Tanrıça Hekate de var. Aydan’la Hekate arasındaki bağı anlatabilir misiniz?

Hekate sinema, dizi ve çizgi roman dünyasında çok popüler bir figür. Popüler kültürde “cadıların tanrıçası” olarak biliniyor. Ancak bundan çok daha fazlası: Hekate Anadolulu, Karyalı bir tanrıça. Muğla Yatağan yakınlarındaki Lagina, tamamen Hekate inanışına adanmış bir kült merkezi. İstanbul’un antik tarihinde de önemli bir rolü var Hekate’nin. Eski çağda İstanbul’da Hekate tapınakları olduğunu antik metinlerden biliyoruz. Hekate ay tanrıçası. Bunun yanında yeraltının, ölülerin, kavşakların, kentlerin, kadınların koruyucusu, yeraltının kapılarını açan anahtarların sahibi.

‘Dolunay Ayini’nde büyük önemi var Hekate’nin. Okurlar bunu roman ilerledikçe daha net görecekler. Aydan’ın çocukluğundan beri ay ile bir bağlantısı var. Geceleri gökyüzüne bakıp ay ile konuşuyor.

Son dönemde mitoloji unsurlarının yer aldığı eserler daha çok karşımıza çıkmaya başladı. Mesela ‘Dark’ ve ‘Atiye’ gibi yapımlar bu anlamda çok popüler… Neden mitoloji, bugünle antik dönem arasında bir bağ kurmak önemli?

Mitoloji binlerce yıllık bir kültür ve inanç birikimi. İnsanın doğayla ilişkisini anlatan ve hayatı, doğanın işleyişini anlamlandıran anlatılar bütünü. Bu açıdan sadece geçmişi değil, bugünü ve genel anlamda insanı anlamak için de kilit öneme sahip. Sinema ve dizi dünyası da mitolojik malzemenin ne kadar zengin olduğunun farkında vardı. Çünkü mitolojide keşfedilecek çok ilginç öyküler var ve bunlar sinemaya, diziye uyarlanmaya çok uygun. Biraz önce Hekate’den bahsederken değinmiştim: Hekate Anadolulu bir tanrıça, kökeni bu topraklarda, ama çoğu kişi Amerikan yapımı dizilerden, filmlerden tanıyor onu. Oysa Türk dizi ve sinema sektörü Anadolu’nun kadim hikâyelerine daha çok ilgi gösterirse daha orijinal ve “bizden” ürünler ortaya koyabilir. Sadece Hekate de değil, Anadolu tarihinde o kadar zengin bir malzeme var ki…

Bir Cevap Yazın

SON YAZILAR