Cuma, Nisan 26, 2024
spot_img

Düşle Gerçek Arasında Filistin

Feodal Ortaçağ boyunca Yahudilerin Avrupa krallıklarında yaşadığı dinsel baskının, Fransa’nın Arap bölgesindeki mızrakbaşı olacak bir Yahudi üssü kurma siyasi projesiyle birlikte, 1830’lar civarında tersine döndüğünü artık biliyoruz.

Bu proje, 19. yüzyıl başında Napoleon Bonaparte’ın Mısırlı orta sınıf kesimlerle ittifak çabasının başarısızlığının sonrasında ve Mısır’da Muhammed Ali ve oğlu İbrahim dönemlerinde Arap birliğine yönelik bir eğilim yaşanması sırasına denk düşüyordu.

İzleyen on yıllarda Avrupa ulusal kapitalizminin dönüşmesiyle birlikte Siyonist hareketin temellerinin fiilen atılması, eski projeye olan ihtiyacı artırdı. 1880’lerde ilk Yahudi yerleşimlerinin kurulması ve Theodore Herzl’in özlemleri ve iddialarının Der Judenstaat (Yahudi Devleti) adlı kitabında yayımlanmasından sonra, 1879 Basle Konferansı, Avrupa kapitalizminin ileri müfrezelerinden biri ve artan sömürgeci özlemlerinin bekçi köpeği olarak Siyonist hareketi fiilen görevlendirdi. Siyonist bir devlet, Batıda Asya’daki Arapları, Doğuda Afrika’daki Araplardan ayıran bir duvar ve Britanya tacının İncisi Hindistan’a geçiş yolunu güvenceye alan bir polis karakolu işlevlerini görerek, sömürgeci çıkarlara hizmet edecekti. Kasım 1917 Balfour Deklarasyonu, Siyonist hareketin sahada kaydettiği başarıların bir tasdikiydi. Daha fazla Filistin toprağının Yahudileştirilmesinin ve Filistin’deki sınai üretim nüvelerinin Siyonist tekelleştirilmesinin başlangıcını işaretleyen Deklarasyon, Yahudi göçmen akınını hızlandırdı.

ABD’nin yükselmesiyle birlikte Siyonist ittifakın merkezi Avrupa’dan Amerika’ya kaydı. Bu durum, Başkan Franklin Roosevelt’in 1945’te yarım milyon Yahudi’nin Filistin’e göçünü kolaylaştıran talimatında somutlaştı. Amerikan kurumlarında o zamandan beri gittikçe artan Yahudi nüfuz ve faaliyeti, Kabine’de beş, Ortadoğu’yla ilgili işlerde ise kırk koltuğu Yahudilerin işgal ettiği Clinton yönetimi döneminde zirvesine ulaşmıştır.

I

Siyonist liderler, dünyadaki durumu okuma ve emperyalist merkezlerle ilişkilenmenin eski ustalarıdırlar. Bugünün İsrail hükümeti, Amerika tekelci kapitalist küreselleşme zincirinin bir halkası olarak davranmaktadır. Amerika, bir yandan dünyanın en ücra köşelerini yağmalamasına, yurtsever bağımsızlık hareketlerini parçalayıp kazanımlarını yok etmesine, insan toplumunu birleştiren bağları koparmasına, diğer yandan emperyalist plan ve emellerle uyuşan yeni kurallar koymasına olanak sağlayan psikolojik, enformasyonel, siyasi ve iktisadi hegemonyasını artırmaya çabalamaktadır. Elbette bu ABD’nin Batı Avrupa’ya üstünlük kurmasını ve tek kutuplu bir dünyanın hakimi statüsüne erişmesini gerektirmektedir. Bu amaçla ABD, bir dizi önemli aracı kullanmaktadır: Serbest ticaret anlaşmaları, Dünya Bankası, IMF ve kah savaş, kah müzakere biçimlerine bürünen, krizleri çözmek yerine yönetmeyi hedefleyen siyasi programlar. Amerika’nın bütün faaliyet ve operasyonları, insan düşüncesini neredeyse tamamen egemenliğine alan güç ve bağdaşıklığa planlı propaganda kampanyalarıyla örtülür. Gerçekten de küreselciliğin hedeflerinden biri, kültürün ve hakikatin yerini propagandanın almasıdır.

Küreselcilik, Arap ulusunu bir deney alanı olarak görmektedir. Sadece siyasi rejimlere ve liderliklere boyun eğdirme peşinde olmayan küreselcilik, faaliyetleri ve halkın en derin katmanlarına kadar nüfuz eden toplumsal ve kurumsal güçleri kendine çekerek halka günlük geçim ve onları pençesine alan piyasa yasaları düzeyinde de ilişkilenmeye çalışmaktadır. Hedef, halkın özgürlük, bağımsızlık, yurt, toplumsal ahlak gibi daha büyük kaygıları ve davaları unutarak bireyleri birer metaya, toplumu da, sırf kendi piyasa fiyatını yükseltmek için diğerleriyle rekabet ederek kendi egoları peşinde aptalca koşan metalaşmış bireyler yığınına dönüştürmektir.

1991 Madrid Konferansı’nda başlayan Ortadoğu barış süreci, Siyonistlerle Arapların ilişkilerini normalleştirmeye ve Arap toplumu, ekonomisi, siyaseti ve kültürünü Amerikan çıkarları ve İsrail yayılmacılığına uygun olarak yeniden yapılandırmaya koyulurken küreselciliği, bütün engelleri dümdüz eden bir buldozer gibi kullanmaktadır.

Bu bakımdan, hem Arap-İsrail düşmanlığını sonlandırıp İsrail’i bölgesel bir lider yapacak (bkz. Şimon Peres’in Yeni Ortadoğu adlı kitabı) Yeni Ortadoğu programını ve hem de benzer (daha az çirkin olsa da) Akdeniz programını, küreselciliğin dosyasındaki iki başlıktan ibaret görebiliriz.

Birincisi Amerikan-Siyonist vizyonlarıyla daha uyumluyken, ikincisi Avrupa kapitalist vizyonlarıyla daha paraleldir. Birinci programın baskın ve yürürlükte olduğunu belirtmeliyiz. Artık herhangi bir yurttaşlık veya milliyete sahip olmayan dünya sermayesinin farklı kanatları arasındaki bağlantının da farkında olmamız gerekiyor. Kapitalist küreselcilik, halkların ve emekçilerin ayrımsız, tümünün birden karşısında olan ilk düşmandır. İlerici gericiden, kalkınma bağımlılıktan, insanlık için savaşan onu köleleştirmeye çalışandan bu çatışma temelinde ayırt edilir. Küreselcilik, kendini askeri (Irak ve Sırbistan’da yaşandığı gibi), siyasi (bir Ortadoğu barış programı gibi) ve ekonomik bakımdan (Asya kaplanı Endonezya’nın göz açıp kapayıncaya kadar yıkılması gibi) ifade eder. Küreselcilik, enformasyon medyasında (dünya enformasyonunun yüzde 85’inin kontrolü dört haber ajansının elindedir) ve güvenlik güçlerinin faaliyetinde de (Abdullah Öcalan gibi militanların izlenmesi ve yakalanması gibi) görülür.

İsrail, nükleer kulübe girmeyi ve bütün bölgeyi boyunduruğa almak için Türk faşizmiyle Amerikan himayesinde ittifak kurmayı başarmış modern bir orduya ilaveten, gelişkin teknolojisi ve yılda 87 milyar dolara ulaşan üretkenlikteki ekonomisiyle uluslararası değişmelere kendisini iyi hazırlamıştır. Su kaynaklan üzerindeki mücadelenin “pimi”nin, suyun ülkeler arasında eşitsiz bölündüğü bu bölgede çekilmeye yaklaştığını da özellikle kaydetmeliyiz. Batı Şeria’nın su havzasının yüzde 80’ini çalan Siyonist varlık, bununla su ihtiyacının ancak yüzde 40’ını karşılayabilmektedir. Bu nedenle, Litani Nehrinin akış yönünü değiştirme, Akdeniz ve Ölü Deniz arasında bir kanal inşa etme ve benzeri başka projeler oluşturulmuş ve kullanıma hazır halde bekletilmektedir.

Ortak Arap-İsrail ekonomik projeleri oluşturulmasını tartışan Doha Kongresi’nin toplanması; İsrail’in çiftlikler, fabrikalar kurarak ve şirket hisseleri satın alarak Mısır ve Ürdün’e gittikçe daha fazla sızması; iktidarda ister Likud, ister İşçi Partisi olsun süren Filistin toprağının tedricen yutulması; çok taraflı komitelerin faaliyetleri ve Arap ticaret odalarıyla İsrail gizli toplantıları, bütün bunlar, güya barıştan sonra ekonomik ve coğrafi yayılmacılık Siyonist eğilimin yürürlükte olduğunu göstermektedir.

İsrail planı, sürekli tırmanıştadır ve hücumdadır. Arapların bir taviz daha verdiği her sefer, İsrail planı daha sertleşerek kibirini ve taleplerini artırmaktadır. İsrail gözlerini, Arap petrol ve su kaynakları ile teknolojiye ve tüketim mallarına eşit derecede susamış Arap pazarlarına dikmiştir. Bütün bunlar olup biterken, Arap başkentlerindeki belli asalak sınıf oluşumları, İsrail’in büyüyen hırsında tehditkar bir şey algılamıyor. Avrupa’nın sunabileceği herşeyin İsrail’de bulunduğunu, aradaki tek farkın Tel Aviv’le mesafenin kısalığı olduğunu düşünüyorlar.

Entelijansiyanın bir kesimi de, İsrail’le ilişkilerin normalleşmesine güdümlüdür. Bunların sesleri, tarihsel sosyo-ekonomik önkoşullardan tek kelime etmeksizin, Batı liberal kapitalizmini göklere çıkartan ilahileri düzmekten kısılmıştır. Bunlar, İsrail’le barış kampına tabi olma ve barışın getireceği faydalar fikrini yaymada hiçbir çabadan kaçınmazlarken, dış çelişkiye muhalefetinde birleşmiş İsrail toplumunun “haritası”na hiç dikkat etmiyorlar. İsrail toplumsal birliği, Yahudiler için ekonomik gelişme, toplumsal refah ve liberal demokrasideki başarılarla pekişmiştir. Bunun yanında, ortak kaderlerinden (Masada ve Holocaust’la meşguliyetleri) duydukları korku faktörü ve Torah kültürünün imbiğinden süzülmüş sömürgeci hedefler manzumesi vardır.

Yine de bütün toplumlar gibi Siyonist varlık da türlü türlü iç çelişkilerle maluldür. Çatışmanın çözümünün laik bir demokratik devlette yattığını düşünen, Filistinlilerin 1948’de uğratıldığı felaketi görüp evlerine dönüş hakkını tanıyan ve işgali ve yerleşimlerin Batı Şeria ve Gazze’ye yayılmasını kınayan çevrelerin varlığına rağmen İsrail toplumunun iç çelişkileri, Siyonist girişim aracılığıyla zapturapt altında tutulmaktadır. Bu türden çevre ve insanlarla ortak paydalar kurulabilir, çünkü her Yahudi, Siyonist değildir.

II

Benim kuşağım 1948 felaketini yaşadı. Halkımızın geri kalanıyla birlikte evlerinden ve yurtlarından sürülmüş olma aşağılanmasını yaşadı ve etkileri günümüze kadar süren ve daha da kötüleşen kanlı bir etnik temizlik operasyonu sırasında binlerce insanla birlikte açık arazilerde, mağaralarda ve çadırlarda oradan oraya dolaştı. Bugün dört milyon kadar mülteci, hayatlarının kalan kısmım sürgün acılarını yaşayarak geçirmektedir.

Ataları, Kenan Arap diyarlarında binlerce yıl öncesine kök salmış bu mülteciler eve dönüş haklarından hala mahrum bırakılmaktadır. Mülklerine el konmuş, yurtları gasp edilerek adı değiştirilmiş ve Ben Gurion’un 1949’daki yüz bin Filistinli’ye dönüş izni verileceği sözü hiçbir zaman yerine getirilmemiştir.

“Filistin, halksız bir topraktır; Yahudiler, topraksız bir halktır.”

Yerlilerin sürülerek topraklarının kolonileştirildiği Amerika ve Avustralya’daki Avrupa sömürgecilik pratiğinden ilham alan bu sloganda cisimleşen Siyonist vizyon, Öteki’ni sürmeye, yerlileri ülkeden kovmaya dayanıyor.

Yine de Filistin nüfus dağılımı, Siyonistler’in boğazına takılan bir kılçık misali orta yerde duruyor. Yahudi tarihçi Baruch Kimmerling’in yazmış olduğu gibi; Filistinliler, 1930’ların ilkel kabilelerinden, 1960’larda huzursuz bir unsura, 1980’lerde ise direnen ve ayaklanmaya girişen bir halka dönüşmüştür.

1993 Oslo Anlaşması, Filistin ayaklanmasını gemleyip ehlileştirmeyi, yurtsever girişimin belkemiğini kırmayı ve halkı parçalamayı hedefledi. Halkın umutsuzluğu tatması, yenilgi hissine kapılması ve bozgunculuk, bireycilik ve bencilliğin yaygınlaşması gerekiyordu. Oslo’dan beklenebilecek azami sonuçlar bütünüyle ortaya çıkmıştır. Bu, Filistinlileri etnik temelde ayrıştırmak, dışarıdan kopuk dar odacıklara hapsederek, açlıktan ölmekten dış yardımla ve Yahudi projelerinde çalışmakla kurtulabilen bir halka indirgemektir. Bu düzenlemenin, iki büyük siyasi parti Likud ve İşçi Partisi’nin anlaştığı üzere, Filistin topraklarının yutulmasının sürdürülmesini kolaylaştırması hesaplanmıştır. Bu partiler, Yigal Allon’dan beri, İzak Rabin üzerinden ve İsrail araştırmacı Benvenisti’nin yazdıklarına göre, toprağın yüzde 75’ini yutmuş olan Ehud Barak’a kadar Batı Şeria ve Gazze’deki sömürgeleştirme programının yürütücüleri olmuşlardır. Bütün bunlar, Doğu Kudüs’ün 1981’de İsrail Parlamentosu Knesset’in kararıyla “yasal” olarak ve şu anda 170 bin Yahudi’ye karşılık yerleşimcilerle kuşatılmış parsellere dağıtılmış halde 160 bin Filistinli’nin yaşadığı kentte Yahudi nüfusunu Filistin nüfusu karşısında artırarak pratik olarak ilhak edilmesinin ardından geliyor.

Peres’in, İsrail’in Ürdün’le 1994’te Wadi Arabah’ta imzaladığı barış anlaşmasını kastederek ilan ettiği gibi “Oslo, Wadi Arabah Anlaşması’nın yolunu hazırladı.” İsrail, Filistinli kompradorları Arap pazarlarına bir köprü olarak kullanma emelleri besliyor. Ortaya çıkmakta olan Ortadoğu Düzeni çerçevesinde, bu kompradorları kullanma fırsatları çoğalıyor. Eriha’da inşa edilen kumarhane bunun bir örneğidir ve bir merkezi bir diğeri izleyecektir. Halkımız, ülkemize gerçekleşen ilk Yahudi öncü dalgasının amaçlarını anlayamamıştı. Ama Yahudiler, toprağı satın almaya koyulduğunda halkımız tehlikeyi kavrayarak toprak satışına direnmeye başladı. Halkımız, grevler ve gösterilerle başlayıp Burak Ayaklanması (Kudüs’ün Ağlama Duvarı denilen yere bitişik kısmının kontrolünü ele geçirme Yahudi çabaları karşısında 1929’daki çatışma), 1936 grev ve isyanına uzanan bir mücadeleler dizisini ateşledi.

Bu sırada Britanya’yı neredeyse yeniyorlardı, çünkü Londra o zamanlar Hitler’in 1933’deki seçim zaferi ve komşu ülkelere yönelik hareketleriyle meşguldü. Ama geleneksel Filistin liderliği, “kitlelere sükunet çağrısı yapan dost Britanya”nın vaatlerine, Britanya’nın Siyonist harekete ta başından kucak açtığını ve Siyonist girişinin gizli cankurtaran halatı olduğunu bilmesine rağmen güvendi. Bugün, düne ne kadar da benziyor değil mi? ABD, bütün alan ve toplantılarda İsrail’in destekçisi olmuştur. Camp David’den bugüne barış sürecinin başını çekmiştir. Batı Şeria ve Gazze’yi işgal altındaki topraklar değil de “ihtilaflı arazi” saymaktadır. Yine de Filistinli müzakereciler, ABD’ye bel bağlamayı ve daha fazla müdahale çağrısında bulunmayı sürdürüyorlar. Ardından da baskı, tam tepelerine iniveriyor. Ve kendilerini zaten müzakere etmiş oldukları şeyler üzerinde yeniden müzakereye ve öncekilerden daha kötü olan ve Filistinlileri daha da alt düzeye, düşman İsrail lehine müthiş kaymış güçler dengesinin gölgesinde, yeni anlaşmalar imzalamaya mecbur buluveriyorlar. Yahudi yerleşimlerinin çoğaltılmasını durdurmak bile, İsrail tarafının hiçbir zaman kabul etmemiş olduğu bir şeydir! Buna rağmen, kendi payına Filistin Otoritesi, İsrail karşıtı “tahrik” ve “terörizm”le mücadele etmeyi kabul etmiştir.

Bu durumda, ortaya birtakım sorular çıkıyor: Filistin Otoritesi liderliği Madrid-Oslo süreçlerine niye bulaştı ki? Bunun nedeni, yurdu kurtarmak mı, yoksa kendi dar seçkinci ve klikçi çıkarlarını yurdu parça parça teslim ederek güvence altına almak mıydı? Eğer değilse, İsrail’in yani bütün Filistin’in yüzde 78’i üzerindeki Siyonist programın tanınmasının anlamı nedir? El Hacı Emin el-Husayni’den beri Filistin liderliği böyle utanç verici bir eylemi ilk defa işlemektedir. İşgal edilmiş yerlerin Filistin toprağı olduğuna ve yerleşimcilerin buralardan tahliye edileceğine dair hiçbir beyanda bulunmayan Oslo Anlaşmasındaki imzaların anlamı nedir? İsrail’in yıllık değeri, 400 milyon dolar olan kuyu sularına el koymasından Oslo’nun hiç bahsetmemesi ne anlama geliyor? Filistinlileri süren 1948 felaketinden, yurtlarının çalınmasından, mültecilerin evlerine dönüş hakkından ve benzeri meselelerden bahsetmeden bir siyasi anlaşma imzalamış olmaları dikkate değer değil midir?

Filistinli güçlerin uğradığı yenilgi haline iz sürebilecek birçok soru ve kör nokta vardır. Burada yurtsever teşebbüsün bir yenilgisinden bahsetmiyoruz. Çünkü yurtsever ruh hala sürüyor ve gelecek kuşaklar ve davamızın haklılığı tarafından taşınacak. Resmi propagandacılar tersine bizi ikna etmek için ne kadar çok uğraşırlarsa uğraşsınlar, halkın mevcut siyasi çözümden ve işgalin sürmesinden, çürümenin kurumsallaşmasından, toplumun militarizasyonundan vb. hoşnut olduğuna kimseyi inandıramazlar. Eleştirilerin günbegün artmasından da görülebileceği gibi inandıramıyorlar da.

Elverişli bir zamanda bu eleştiriler, “tek bir kıvılcım bozkırı tutuşturabilir” ilkesine göre, devrimci pratiğe veya değişim sorunu eşliğinde bir halk patlamasına dönüştürülebilir. Gerçekten de birkaç on yıl önce devrimin patlamasına yol açan neden ve etkiler hala ortada duruyor: Bir halk, çalınmış bir yurt, yerinden edilmiş mülteciler, artan bilinç, bilgi ve beceri, sıcak, öfkeli bir tutku. Yanı sıra, Filistinlileri süren ve canlı ve güzel ne varsa yok olmanın eşiğine getiren kanserli, sömürgeci ve zalim bir işgal var.

Ülkenin liderliği pas tutmuş olabilir, ama kitlelerin ruhu canlıdır. Baştan aşağıya hazırdır ve sadece gerçek uygun anı kollamaktadır. Kudüs’te Harem-ül Şerif etrafındaki tüneller üzerindeki isyan ve 1948 felaketinin 50. yıl anısına düzenlenen yürüyüşler, liderliğin dar bakış açısının ötesine geçen bu faal ruhun bir işaretidir. Bu ruh ancak faal güçlerde görülebilir ve kitleleri de sarıp sarmalamaktadır. 1948 tarihli sınırlar içerisindeki bir milyondan fazla Filistinli, farklı kimlikleri ve düşmanların ırkçılığı nedeniyle Yahudi devletine bütünleştirilmeyi reddediyor. Yarım yüzyıllık yürüyüş, Siyonist varlığın devletinin ırkçı yapısını ortadan kaldırmanın veya sakinlerinin eşitliğini sağlamanın imkansız olduğunu göstermiştir. Bu tür şeylere yönelik çağrılar, gündüz düşlerine varıyor. Bir milyondan fazla Filistinlinin ulusal kimliği, bir ulusal siyasal talep düzeyine yükselmiştir ve sadece bireysel bir medeni; haklar meselesinden ibaret değildir. Siyonist partilere oy veren veya Knesset seçimlerine katılan Filistinlilerin sayısındaki azalma, bu gerçeğin belirtilerinden sadece biridir.

III

Suriyeli Arap Şeyhi İzzettin el Kasım, 1936 İsyanı’nın tohumlarını atarken, Britanya’ya bağlı Arap liderleri onun aleyhine tezgah kurmakla meşguldü. 1948’de bütün Arap başkentleri Yahudi istilacılara Filistin’in yüzde 56’sını veren paylaşım şiarını reddeden halk inisiyatifleriyle yankılandığında Arap rejimler, çürümüş savunma kuvvetlerini yönlendirerek halkçı kutsal savaşın kontrolünü gasp etti ve Filistin halkının başına bu korkunç felaketi getirdi. Bir halk olarak parçalandılar ve toprakları da İsrail, Ürdün ve Mısır yönetimleri arasında parsellendi. 1950’lerden 1967 yenilgisine kadar Filistinli öncüler, Arap siyasi partilerince masedildi. 1967’den sonra Filistinli gerilla kimliği sahneye çıktı ve geniş bir Arap sempatisi toplandı.

Ancak faşist güçler ve rejimlerin elinde Eylül 1970 (Ürdün) katliamı ve Lübnan’daki diğer katliamları yaşadı.

Filistin direnişinin Arap halk hareketleriyle ilişkileri hep inişli çıkışlı olmuş ve bu yüzden pek çok hata yapmıştır. Ama bunlar, İsrail’in yayılmacılık iştahının Filistin’in ötesini, diğer Arap topraklarını kapsaması ve İsrail’in birliği veya kalkınmayı hedefleyen herhangi bir Arap projesine düşmanlığını açıkça dile getirmesi gerçeği karşısında gölgede kalmaktadır. Haziran 1967 Savaşı, Ekim 1973 Savaşı, 1982 Savaşı (Lübnan’ın işgali) ve Irak’a karşı NATO saldırganlığı, Filistin ve Arap mücadelelerinin, Emperyalist-Siyonist ittifakla çatışmada iç içe geçmiş tek bir mücadele olduğunu bütün çıplaklığıyla gösteriyor.

Resmi Arap rejimleri, kitleleri korumaktan ve kitlelerin reddedişini (Siyonistlerle uzlaşmayı) bü-tün içeriğinden arındırmaktan bıkıp usanmamışlardır. Aynı zamanda rejimler, direnişin yükselmesi ve ulusal canlanışı önleyebilmek için yabancı şirketlere, yabancı sermayeye ve Batı kültürel saldırısına kırmızı halı sermişlerdir. Bir rejim kendisini kitlelerle aynı siperde ancak nadiren bulacaktır. Yine de özgürlükleri inkarları, demokrasi rüzgarlarını engellemeleri, alternatif fikirleri kovuşturmaları ve alternatif düşünürlere işkencelerini meşrulaştırmak için tekrar ve tekrar sarıldıkları bahane, İsrail ile savaş halinin bunu gerektirdiği şeklinde olmuştur.

Böylece Arap yenilgileri defalarca tekrarlanırken, İsrail zafer ardına zafer kazanıyor. Sadece tek tek Arap devletleri düzeyinde çizilen planlar, ilerici karakterini yitirmiş ve yirmi yıldan fazladır herhangi bir önemli başarı elde edememiştir. Kitlesel işsizlik, ağır borç yükü ve sınırsız bağımlılık olmaksızın halka iş fırsatları ve makul bir hayat standardı sağlayan teknolojik ve ekonomik gelişmişliğe sahip tek bir modern Arap devleti kurulamamıştır. Faal bir sivil toplum, gerçek yasama kurumları, bağımsız ve ehil bir adli yapı ve otoritenin bir liderden diğerine barışçıl geçişini tek bir Arap devleti dahi yaşamamıştır. En kötüsü de, gerçek bir bağımsızlık ve egemenliğe erişmemiş olmalarıdır.

Filistin Kurtuluş Örgütü (FKÖ), bu rejimlerin bir eleştirisi ve yadsınması olarak öne çıktı, ama onların bir kopyası haline gelmesi çok sürmedi. Beyrut’tan ayrıldıktan sonra (1982), FKÖ’nün kendi ülkesi ve bir pazarı olmadığı halde, yıkım, çürüme ve özel ayrıcalık unsurları arttı. FKÖ’nün siyasi sisteminde ciddi kusurlara, alıp başını gitmiş bürokrasisine, şişmiş boş çalışan ordusuna rağmen Filistin Otoritesi’nin kurulması, bu önceki durumdan bile geri bir adımdı. Çünkü bütün bunların üzerine, siyasi iddialar, Otorite’nin bir çalışanı olma kariyerist cazibesi, dizginsiz anarşi, idari ve mali çürüme ve güvenlik kuruluşlarının sayısının artması eklenmiştir. Şu anda dokuz tane güvenlik kuruluşu vardır ve hükümet kesiminde çalışanların yarısı buralarda istihdam edilmektedir. Bütün bunlar, Filistin halkını birleştiren ve halkın tarihsel pratiğinin (Ulusal Sözleşme, Çerçeve, Program ve militan çizgi) liderliğini iddia eden örgütleyici gövdenin eriyip dağılmasına yol açmıştır.

Bunun sonucunda, düşmanın planı, tek bir ekonomik pazarın koruyuculuğundan, uzlaşımsal bir siyasi projeden veya kültürel bir projeden vb. yoksun olan halkın birliğini parçalamada belli bir başarı sağlamıştır. Halkın hayal kırıklıkları her geçen gün artmaktadır. Başımıza gelen şeyler, Arapların ne bir geleceğe, kurtuluşa veya özgürleşmeye ne de kalkınmaya sahip olamayacağını söylemeye zorluyor bizi. Bunun aksi, birliğe ve birliği hedefleyen faaliyetlere yönelik adımlar empoze eden, yapısal benzeşmezlikleri ve karakter bakımından ister burjuva ister halkçı olsunlar yerel devlet yapılarını aşan uyanışçı bir pan-Arap projesiyle mümkün olacaktır. Gerçekten de Arap Birliği’nin iktidarsızlık ve iflasın pençesine düşmüş ve Arap dayanışmasının parçalanmış olduğu bir sır değildir artık. Buna ilaveten, Arap Halkları Kongresi dağılmıştır ve yerini tutan oluşumlar zayıf kalmıştır. Bütün bunlar devrimci ve özgürlükçü siyasal projelerin genelde bayraktarı olan entelijansiyanın geniş kesimlerinin mızraklarını köreltme rolünü mükemmelleştirmeleri olanağını rejimlere veriyor. Sovyetler Birliği’nin ve sosyalist kampın düşmesiyle birlikte Arap Solu’nun henüz kendi ayakları üzerinde duramadığı ortaya çıktı ve küçülüp parçalandı. Öte yandan İran’da Şah’ın düşüşü ve İslam devriminin zaferi, İslami Hareket’in hem militan hem de geleneksel kesimlerinin gücünde fırtınalı bir tırmanışa yol açtı. Arap toplumu ağır hastadır. Hakim güçler, ilişkiler ve fikirler eskimiştir, devrimin alternatif güçleri ise doğmayı başaramamıştır. Bu bir iktidarsızlık ve yenilgi evresidir. Ama toplumun hasta olması ölçüsünde, siyasi, ekonomik, toplumsal ve kültürel çelişkileri keskinleşmiş ve çıkış yolunu çizecek toplumsal kurtarıcı talepleri daha ısrarlı olmuştur. Bu özellikle doğrudur, çünkü büyük entelektüel akımların (ulusal burjuvazi, sol ve İslam) yanı sıra onurunu ve yurdunun onurunu arayan geniş halk akımları da ortak paydalara ulaşma fikrine daha duyarlı hale gelmiştir. Gerçekten de akımları, bu Yeni Dünya Düzeni, küreselcilik ve İsrail yayılmacılığı evresinde, birbirlerini tanıyarak farklılaştıkları meseleler üzerinde, buluşma ve işbirliği fırsatlarını yıkmadan çekişerek, önümüzdeki on yıllar için bir araya getirecek kültürel, toplumsal ve ulusal ortak paydalar vardır.

Arap Ulusu’nun yaşamakta olduğu gerileme, kapsamlı bir halk uyanışının yolunu hazırlıyor. Her şey karşıtını doğurur. Küreselciliğin planladığı şey (üreten bir merkez ve tüketen bir çevre, düşünen bir Amerika ve tekrarlayan bir dünya) ister “dünyanın Amerikanlaştırılması” (Alexander Haig), ister “dünyanın Amerika liderliğinde küreselleşmesi” (Zbigniew Brzezinski), “tarihin son evresi olarak Amerikan kapitalizmi” (Francis Fukuyama) veya ister “Doğuyu ve mirasını yıkmaya ve özgüllüğünü tanımamaya Batıyı zorlayan kültürlerarası mücadele” (Samuel Huntington) olsun, bütün bunlar, büyük bir teşebbüsün sadece girizgahıdır.

Küreselciliğin rüşvetle ayartıp çürütebileceği kurumların ve diğer kuruluşların konumlarından faydalanan ve çıkar peşinde koşan yöneticiler azınlığından ibarettir. Bu, kapitalist Batı, Arap entelektüellere nüfuz etmeye özel önem vermesine ve kozmopolit bir asalak tabakayı yörüngesine almış olmasına rağmen böyledir. Kapitalist Batı, Araplar’ın Amerika’yı efendileri, İsrail’i de iyi bir komşuları olarak görmeleri için Arap zihniyetine, “normalleşme”yi dayatmaya çalışıyor. Üçüncü dünyadaki sivil toplum merkezleri üzerinde daha kolay hakimiyet kurmak için Batı kapitalizminin elinin altında, çoğu resmi fonlamaya bağımlı geniş çeşitlilikte sivil toplum kuruluşları vardır ve küreselciliğin kırıntılarından beslenen halkla ilişkiler, akademi ve kültür sözcüleri kullanmaktadır.

Ama eleştiri silahını teslim eden kültür ve eleştirel düşünceyi bir kenara bırakan entelektüeller, kimliklerini kaybediyorlar. Askeri-siyasi güç dengesinin müthiş aleyhimizde olduğu, ülkelerimizin ekonomik teknolojik temelinin geriliği ve toplumsal yapının ve düşünce sisteminin gelenekselciliği ile nitelendiği bir zamanda, kültürün ve kültürel cephenin önemi muazzam boyutlara ulaşıyor. Kültür, zekayı ve rasyonel düşünceyi canlandıran ve yabancı düşünüşe karşı mücadele eden şeydir. Kültür, kimliğimizi savunur, hedeflerimizi formüle eder ve halkın güçlerini yenilmezlikle donatır. Onlara yarınlar için gerekli söz, umut ve inancı verir. Kültür zemini hazırlar ve siyasi çalışma ve devrimci siyasi pratiğin ön gerekleriyle döller.

Bu temelde, kitlelerin, ilerleme, adalet, demokrasi ve Arap birliği davalarına adanmış entelektüellerin rolüne büyük saygı duyuyorum. Çarmıhı sırtlayıp bütün tehlikeleri ve şaşaalı tertipleriyle küreselci ve Siyonist projelerin karşısına dikiliyorlar.

IV

Siyaset ve kültür, birleşip kaynaşır. Bunlar, bir madalyonun iki yüzü gibidirler. Aralarındaki ilişki bozulursa, pratik faaliyet de bozulur. Kültür, Yafa portakal bahçeleri ve Akka surlarıyla tarihi Filistin’i düşler. Geçmiş kuşakların anılarının hoş kokusunu duyar.

Arap birliğini, Ömer ve Mutasım devirlerinin Arap canlanış çağını düşler. Ali ve Abu Dharr’ın radikalliklerini, Ömer ibn Abdülaziz’in dürüstlüğünü, Yaftizci Yahya’nın asilliğini hatırlatır. Bütün yağma ve talanın sonunun geleceğini düşler.

Siyasi kişi, bu düşler üzerinde yanıp tutuşur. Bu düşleri bir kenara bırakırsa, kıyametin cehennemine yuvarlanır. Yaşadığımız Arap-Filistin gerçekliğini uzun uzadıya tarife gerek yok: Bölünme, bağımsızlık, gerilik, çoğu resmi rejim biçimlerinin çöküşü, geçim meselesinin ağırlaşması, kültürün yozlaşması. Ama bütün bunlara rağmen ışık huzmeleri vardır. Çok önemli bir tanesi, İsrail’le normalleşmeye ve siyasi-ekonomik, daha az ölçüde de kültürel elit arasında normalleşmeyi savunanlara söven halkçı bir duygu ve bilinçtir. Bir diğeri, güney Lübnan’da Hizbullah’ın sağlıklı faaliyetidir. Bir başkası, eğitim birikimi, sermaye birikimiyle ilişkili özgün birikimidir.

Hoşnutsuz insanların, düşünce ve ifade özgürlüğü ve serbest parlamento seçimleri isteyen insanların sayısı artıyor. Kentleşme büyüyor. Kentler doğulu ve kırsal karakterde olmasına rağmen, bugün 40 milyon Arap kentlerde yaşıyor.

Bu rakam 20. yüzyıl başlarından onlarca kez fazladır. Bu muazzam insan yığınlarının öfkesi patlar ve ayağa kalkarsa, umut ve özgürlüklerine kavuşma herşeyi tuzla buz ederler. Üst sınıfların had safhadaki kibirinin kısmi bir ifşası ve sömürü ve hırsızlıklarını gizlemekte kullandıkları örtünün kısmi bir aralanışı da gerçekleşmiştir. Bütün bunlar, karışık ve belirsiz bir tablo çıkartıyor ortaya. Ama yükselen çelişkilerin dinamikleri tek bir şeye yöneliyor: Değişime. Toplumu yüzyıllardır yöneten, geçmişin geleneksel güçlerinin miyadı artık doldu. Toplumu onyıllardır yöneten sağ kanat burjuva güçlerin de öyle. Geriye, yönetmemiş, henüz direksiyon başına geçmemiş halk güçleri kalıyor sadece. Onlar değişimin özneleri ve araçlarıdır.

19. yüzyılın ikinci yarısında Japonya deneyimini ve ulaştığı kapitalist gelişmişliği ve 20. yüzyılın ilk yarısında Çin deneyimini ve beraberinde halk güçlerinin çıkarına getirdiği gelişmeyi inceleyen herkes, umutlanmak için gerekçeler görür ve kötümserliği tamamen bir kenara atabilir.

Arapların mevcut durumu hayli kötüdür, ama sınırsız potansiyeller de taşımaktadır. Kalkınma ve canlanma önündeki büyük kapıların açılması için halk güçlerinin, kendi kitlesel, demokratik, yurtsever seçenekleriyle siyasi iktidarı ele geçirmeleri yeterlidir. Camp David’i her yönüyle genişletmeyi hedefleyen barış düzenlemeleri, çatışmayı sürükleyen unsurları söküp atma kabiliyetinde değildir son tahlilde.

Büyük örnek Mısır

Mısır rejimi, 1978’de Camp David barış anlaşmasını imzaladı. Rejimin başı ölmesine rağmen rejimin kendisi devam etti. Ama halkla, sivil toplumla, halk örgütleriyle, kültür şahsiyetleriyle barış ilerleme kaydetmedi.

İsrail’le ticaret hacmi nedir? Her Mısırlı aileye bir ev ve bahçe getireceği varsayılan barış nerede? İsrail’in Mısır’ı Arap çevresinden yalıtma planı sona erdi mi? Barışı imzalayan ve ilişkileri normalleştirenler, komprodor burjuvazi ve asalak bürokrasiden (bir Truva atı olduğu söylenebilir) oluşan dar çevrelerdi, ama çatışmanın köklerini parçalayacak güçleri yoktu. Aslında toplumsal mesele ve ulusal mesele arasındaki bağlantıyı ortaya sermiş oldular. Boyun eğenler ve teslim olanlar, Amerika’nın arzularını yerine getirenler, halkın yiyeceğini tüketerek zenginleşenlerdir.

İsrail, “soğuk barış” ve Mısırlı turistlerin azlığından şikayet ediyor. Mısır rejimi, İsrail’in bölgesel hırslarından, nükleer silah tekelinden ve Filistin otoritesiyle anlaşmalarını uygulamaktaki yavaşlığından şikayet ediyor. Ama her iki taraf da silah harcamalarını sürekli arttırıyor. Mısır’daki halk baskısının düzeyi yükselecek olsa, böyle bir barış sürer mi? Burada, Camp David ve Sina’nın geri verilmesiyle uğraşıyoruz. Bütün Filistin Yönetimi’nin yüzde 2’sine eşit bir alan olan Batı Şeria ve Gazze’nin yüzde 6-7’si üzerinde işgal güçlerinin yerleşmiş olduğu Filistin cephesindeki durumun ne olacağını düşünüyorsunuz. Batı Şeria ve Gazze’nin alanı Filistin Otoritesinin yüzde 10’una ulaşsa ve yüz bin Filistinli daha evlerine dönse, Filistin asgari talepleri karşılanmış olacak mıdır? Asla!

Uluslararası irade, barışı desteklemekte birleşmiş ve Filistin Otoritesi, güvenlikle ilgililer dahil bütün yükümlülükleri yerine getirme sözü vermiş olmasına rağmen kentler ve yoğun nüfuslu alanlar Yahudi yerleşimleriyle kaplı olsa da, Filistin’in içindeki ve dışındaki (Filistin halkının yarısından fazlasını oluşturan) mülteci sorunu çözümsüz kalacaktır. Oysa Haziran 1967 yenilgisinden sonra silahlara sarılanlar bu mültecilerdi. Ayrıca yine bir çözüme kavuşmamış, 1948 sınırları içerisinde kalıp yaşayan saatli bomba bir milyon Filistinli vardır. Kırsal alanlarda, yerleşimcilerden kurtulmayı ve topraklarını yeniden kazanmayı bekleyen halk vardır. Halkın bağımsızlık ve egemenlik arzusu vardır. Bu arzu, onların ister toplumsal veya siyasi billurlaşma bakımından ister ekonomik hayatlarının gereksinmeleri bakımından olsun gelişmişlik düzeyini yansıtmaktadır. Son olarak, halkın kendi, gelişme yollarını örgütleme, koruma ve seçmenlerin temel önkoşullarını güvenceye alacak hukuk ihtiyacı vardır.

V

Aslında lafzi anlamlarının çok daha fazlasına işaret eden Camp David-Oslo-Wadi Arabah anlaşmalar dizisinin imzalanmasıyla Amerika-İsrail ittifakının bu aşamada zafer kazandığını kabul etmekten başka çaremiz yok. Arap-Filistin öznel faktörü koşulu ve daha somut olarak, örneğin Vietnamlılar’ın kendi koşullarını koyup elde etmelerine karşıt olarak, müzakereye oturan ve boyun eğen siyası önderlikler ve rejimlerin bireyci sınıf doğası olmasaydı bu zafer gerçekleşmezdi.

Bunun yerine, on yıllar boyunca halklarımızın ağzı tıkandı, faaliyetleri felce uğratıldı. Sanki anayurt, tebaalarıyla hiçbir toplumsal bağlantısı bulunmayan hükümdarların özel mülküymüş gibi.

Karşıt emperyalist-siyonist kampın ve onun uysal ve gerici Arap uşaklarının gücü bu faktörden kendiliğinden çıkıyor. Elbette buna ek olarak, Yahudi göçü ve yerleşimlerinden başlayarak; sınai bir temel, bir ordu ve bir idare yapısı inşa aşamasından; devlet ilanından ve bir süre tarıma bir süre sanayiye yoğunlaşmasından; enformasyon ve teknoloji dönemine ve bununla birlikte hizmet sektörünün genişletilmesine kadar ve bütün bu zamanda ordunun gücünü ve (İsrail Savunma Gücü şeklindeki adına karşın) saldırgan stratejik doktrinini sürekli pekiştirerek siyonist girişim, emperyalist merkezlerle daimi ve organik bir ittifak kurmadaki becerisini kanıtlamıştır.

Arap dostu eski Sovyetler Birliği’nin çöküşü üçte biri üniversite diplomasına sahip 800 bin kadar Yahudi’nin İsrail’e göçünü teşvik etmiştir. Ayrıca Filistinlilere ve diğer Araplara karşı zehirli, saldırgan politikasıyla Amerika, dünyadaki tek kutup olarak yoluna devam etme fırsatı yakalamıştır.

Bu manzara madalyonun öteki yüzünü örtmemelidir. Arap mücadelesinde öne çıkmış parlak noktalar da vardır. 1936 Devrimi, Süveyş Kanalı’nın ulusallaştırılması ve Port Said çarpışması, Filistin gerilla operasyonlarının başlatılması, Arap askerlerinin Ekim 1973 Savaşı’nda İsrail ordusunun yenilmezliği efsanesini yerle bir eden kahramanlığı, 1982 Beyrut direnişi, Filistin’deki intifada, Güney Lübnan’daki kahramanca direniş, halkın teslimiyeti reddi ve bazı Arap resmi çevrelerinin Amerikan barışına boyun eğmeyi ve bu sürece katılmayı reddi. Yine de, Siyonist girişimin bütün evrelerini tamamladığı ve yolunun üzerindeki bütün engelleri ortadan henüz kaldıramadığını belirtmeliyiz. Ekonomik yayılma ve su kaynaklarına el koyma rüyası, bayrağına da işlediği üzre Nil’den Fırat’a İsrail sloganı, dünyadaki Yahudilerin daha fazlasının İsrail’de toplanması, bütün bu meseleler, İsrail gündeminin hala üst sıralarındadır.

Öte yandan, Siyonist girişim, ne Filistin nüfus dağılımının üstesinden gelebilmiştir ne de direniş ateşini söndürebilmiştir. Mültecileri yeniden iskana ve zararlarının tazminine yönelik planların hiçbiri, onların tarihsel yurt belleği ve özlemini ortadan kaldırmamıştır. Suriye’nin Golan Tepeleri’nin ve Lübnan’ın da işgal altındaki güneyinin geri verilmemesi konusundaki ısrarlarından bahsetmiyoruz bile. Gelecek olaylar zinciri bubi tuzaklarıyla doludur. Küreselciliğin planları, ayağa dikilip birleşmedikleri takdirde Arapların yıkılıp mahvolmasına yol açacaktır. Bu gerçek, İsrail’in varlığı ve planlarıyla kaçınılmaz bir çatışma demektir ve tarihsel çarpışmanın sürdürülmesinin yolunu açmaktadır.

İsrail, özümsemeyi reddeden bir varlıktır. Irkçı ve şovendir; ‘ötekini dışlamaktadır ama buna rağmen Yahudi sorununu bile çözememiştir. Çünkü Yahudileri dört savaşa sürüklemiştir. Bizzat İsrail haritası, yabancı, bölgenin tarihine ve dokusuna uzak doğasını ele veriyor. Egemenliği, kendi içerisinde saldırganlık ve kibir eğilimleri tutuşturmaktadır.

İsrail’le bir mücadele ise şunları gerektiriyor:

a) Çelişkilerinin kapsamlı bir incelemesinin yapılarak faydalanılması. Buradaki en önemli sonuç, içerideki sınıf farklılıklarına ve düşük yoğunluklu sınıfsal çelişki görünüşlerine rağmen, mücadelede tayin edici faktörün sınıfsal değil, ulusal çelişki olduğudur. Aynı şey, yine ikincil olan diğer çelişkiler için de söylenebilir (Doğulu ve Batılı Yahudiler, köktenciler ve laikler arasındaki gibi).

b) Arap ulusumuzun diğer yönleri pahasına mücadelenin bir yönüne hapsolmadan, yerel yurtseverliği Arap ulusçuluğuyla, ulusal kurtuluşu toplumsal kurtuluşla, siyasal meseleleri kültürel meselelerle, teorik konuları entelektüel ve bilimsel uğraşlarla, seçkinleri kitlelerle birleştirebilecek öncülere ihtiyacı. Ve herhalükarda, tarihsel düzeyi yakalamış bir önderliğin var olması gerekir.

c) Taktikler ve strateji arasında sağlam bir bağlantı bulunmalıdır, çünkü oportünizm ve gaflet, taktiğe, kısa vadede faydaya, stratejik ve programatik olan karşısında öncelik vermekten kaynaklanır.

d) Halkımızın genel ve özgül hedeflerle tek bir mücadele ve tek bir yumruk oluşturabilmesi için, genel ve özgül hedeflere sahip tek bir halk akımı halinde Filistinli grupları birleştirme mücadelesi.

Tarihsel Filistin’de, ulusal, etnik, dinsel veya cins ayırımcılığı olmaksızın, geniş bir Arap çerçevesi içerisinde demokratik bir devlet. Bu halkımızın en büyük ortak hedefi ve Filistin ve Yahudi sorununun, dolayısıyla da nefret ve savaş etkinliklerini ortadan kaldırmanın radikal çözümüdür.

Bu amaca bizi eriştirecek merdiven basamakları, 1967’de işgal edilmiş topraklardan çekilme, Filistin egemenliğinin eksiksiz tesisi ve Siyonist ırkçılığa karşı koymayla başlar. Bütün bunlar, mevcut barış sürecinden kendimizi ayrıştırmamızı ve sürüncemeye girmiş kurtuluş yürüyüşünü tekrar başlatmamızı gerektiriyor.

Nihayet sorumuza geldik: Filistin’e yaklaştık mı, uzaklaştık mı? Buna benim yanıtım, mücadelenin açık uçlu olduğu ve siyasetin yıllarla değil, değişimlerle ölçüldüğüdür.

İsrail’in askeri zaferleri, Beyrut’un işgaliyle zirvesine ulaştı. Ama bu gerilemesinin ve Güney Lübnan’daki sınır bölgesine çekilmesinin bir işareti oldu. Bu elle tutulur, gözle görülür bir gerçektir, ideolojik retorik değil.

Diğer ulusların başarılarına baktığımızda, Arapların 20. yüzyıl sonundaki durumunun, katettikleri yenileşme ve modernizme rağmen 1948’dekinden kötü olduğuna kuşku kalmıyor. Ama bunun, şafaktan önceki koyu karanlıktan ibaret olduğu söylenebilir. Arap toplumsal güçlerinin, artan düşmanca saldırılara karşı direniş sergilemeyeceğini tasavvur etmek imkansızdır. Bu yüzden, geleceğin asıl sorusu, canlanma, direniş ve iktidar yolları üzerinde nasıl ustalaşılacağıdır. Canlanışlarıyla Araplar, tıpkı Lübnan’daki direniş hareketinin yapmış olduğu gibi İsrail yayılmacılığını bitirmek için emperyalist merkezlere bütün basınçlarını uygulayacaklardır.

İsrail’in gücü, her şeyden önce bizim zayıflığımızda yatıyor.

Dr. George Habaş

Kaynak

“Al-Hadaf” dergisi, sayı 1302, Ocak 2000

Türkçe Kaynak

Cosmopolitik Dergisi 3. Sayı 2002

Bir Cevap Yazın

SON YAZILAR