Perşembe, Nisan 25, 2024
spot_img

Zarf ile Mazruf

Yeni bir başlangıç için kırıp dökmek şart. Bir kırılma eksiğimiz var sanki, kırılma noktası, eşiği eksiği. 1974-80 döneminde devrim trenine binmek için aldığımız biletimiz yandı. Yeni yolculuklar için yeni bir bilet gerekiyor bize

“Mutsuzluktan söz etmek istiyorum/ Dikey ve yatay mutsuzluktan/ Mükemmel mutsuzluğundan insansoyunun/ Sevgim acıyor/ Biz giz dolu bir şey yaşadık/ Onlar da orada yaşadılar/ Bir dağın çarpıklığını/ bir sevinç sanarak// En başta mutsuzluk elbet/…/ Bütün söz vermelerin tarihçesi” (Turgut Uyar, “Acıyor”)

Zarfın mazrufa, mazrufun zarfa, pulun zarfa, gönderenin alana, alanın gönderene, siyasetin sanata, sanatın siyasete, evin sokağa, sokağın eve, geçmişin şimdiye şimdinin geçmişe ve elçiye zeval olmaz postacının tümüne yakışmadığı günlerdeyiz. Siyasetten sanata, etikten estetiğe zincirleme bir trajik kazası, bir türlü yapılamayan hasar tespiti. “Yabancılaşma” ne ki, Marx’ı mezarında ters döndürecek kadar, devasa bir sahicilik yitimi, hayatların ve kavramların evcilleşmesi. Ayağımızın altından kayan toprak ne kelime, basacak kara parçası aradığımız, kendimize sığındığımız halde sığamadığımız günler. Cemal Süreya’nın “Çağdaş şiir şiir geldi kelimeye dayandı” cümlesinden el alarak söylersem, sosyalist siyaset geldi, “zarf” ve “mazruf” meselesine dayandı; “zarfa değil mazrufa bak!” İndirgeyerek söylersem, biçime/zarfı kıymetli kılan özdür/mazruftur. Siyasete tercüme edersek, ev gibi parti de örgüt de siyaset de bir zarftır. İçinde kimsenin olmadığı, ya da sokakla bağlantısı olmayan ev, “ölü ev”dir ve memleket “ev/siyaset ölüleriyle” doludur. Risk alarak meseleyi “beden politikası”na getirirsek, insan bedeni de bir zarftır, mazruf ise zarfın içindeki değerler sistemidir. Kendi içine, kendi evine, kendi diline ve kendi üstüne hapsolmuş sosyalist bedenin/bireyin zamanla toplumsal alan dışında sahiciliğini yitirdiğini tecrübe ettik…

Peki, yeni bir başlangıç için her şeye rağmen “ne yapmalı” ve “nasıl yapmalı?” “Nasıl Yapmalı?” deyince ilk elden aklımıza, Dostoyevski, Tolstoy, Kropotkin, Lenin ve Turgenyev’e kadar edebiyat ve siyaset alanındaki değişik siyasi-edebi kimliklere sahip “ünlü”nün lehte ve aleyhte yazıp konuştuğu Çerniçevski’nin kitabı gelir. Lenin’in“Öyle bir iki atımlık değil, insana yaşam boyu yetecek bir baruttur bu kitap” dediği bir kitaptır “Nasıl Yapmalı.” Lenin’in daha sonra yazdığı “Ne Yapmalı” kitabını öne alarak tekrar altını çizersek “Ne yapmalı?” ve “Nasıl Yapmalı?” başlıklarını herkesin göreceği yere afiş olarak asmakta veya yazılamaya çıkmakta fayda var. Yeni bir başlangıcın, “yenilik gürültüsü!” olmaması için “Edebiyat, ne yazdığından çok nasıl yazdığındır” cümlesini de aklımızda tutarak ilerleyelim.

Evet, dönmeyi unutan bir dünyada, aklına gelip dönünce de ezilenlerin aleyhine dönen bir dünyada yaşıyoruz. Evet, dünyada, 1965-71, 1974-80 dönemi gibi Sosyalizm ve “ulusal kurtuluş” rüzgarı esmiyor. Evet, 12 Eylül 1980’de güzel yenilmemenin “sahicilik yitimi” ve “evcilleşme” olarak özetlenebilecek sonuçları ortada. Evet, “reel sosyalist” ülkelerin art zamanlı veya eş zamanlı çöküşüyle duvarların altında kaldığımız bir gerçek… Evet, yeni bir başlangıç için 1990’lardan itibaren sürdürülen çabalar, bazen ilk bazen orta tahlilde daha son tahlile varmadan birbirimize devlete yenilenlerin birbirlerine devlet olmasının sonucu olarak birbirimizden zarar ederek başarısızlıkla sonuçlandı… Evet, geçmişin gelecek olarak ikame edildiği, hatıra naklinin ve kendi siyasetini güzellemenin siyaset yerine ikame edildiği, tarih ve siyaset treninden inip temas ettiği her şeyi yıkarak geçmişe doğru “Amok Koşusu”dur bu. Evet, “Pir uçmaz mürit uçurur” özdeyişi hâlâ yürürlükte. Evet, kırk yıldır “Esas duruş mülkün temelidir!” cümlesi hâlâ hükmünü sürdürüyor. Evet, insanlar “Ödleriyle öten kuşlar gibi”, korku çağında ve korku toplumlarında yaşıyorlar. (“Öyle yalnızız ki bu panayırda/ Sevgimiz durmadan bir taşı ovar.” Metin Altıok)

Hali pür melalimizi tarif eden cümleleri çoğaltmak veya azaltmak mümkün. Ne var ki çoğaltsak da azalsak da bunların, “Ne Yapmalı” ve “Nasıl Yapmalı” sorularının tarihselliğini ve güncelliğini unutturması mümkün değil. Her şeyden önce, her başlangıcın “muhtaç olma ve âşık olmayı” gerektirdiği unutulmamalı. Sosyalist olmak, dünyayı yorumlamanın ve değiştirmenin aşk hali olduğuna göre, her şeye rağmen yeni bir başlangıç ihtiyacından kaynaklı muhtaçlığımız ayan beyan ortada. Değişik “birlik” projelerinde “ateşimize işense de” hâlâ, “aşk örgütlenmektir bir düşünün”, dizelerini içinden-dışından terennüm eden binlerce sosyalist, “açık” veya “gizli işsiz” olarak mevcutsuz olarak ortalıkta dolaşıp “mevcutlu olmayı” yani örgütlü olarak harekete geçmeyi bekliyor. Bu nedenle benim, örgütlü olmaktan kastım, ne geçmişteki “birlik” zay edilen zamanlara ve enerjilere âh çekmek, ne de yeni bir birlik için aşk çekmek. Demem o ki, canımızı yakan “örgütlü örgütsüzlük!” yerine binlerce sosyalistte vücut bulan “örgütsüz örgütlülük!” de bir yere kadar kıymetli bir duruş olarak işlev gördüyse de artık onu da aşan başka bir şey yapmak gerekiyor.

“Sözün bittiği yerdeyiz!” lafı önemlidir ama kullanıla kullanıla cins isim olup, pratiğe söz hakkı vermediği için “avare kasnak gibi boşa dönerek” değerden düşmüştür. Yeni söz söylemek önemli ama bu “bastırılan söze” rağmen, bizim mahallede de söz, söylem fazlalığına rağmen eylem azlığının üstündeki ölü toprağını kaldırmak için sarf edilmeli. Kırk yıllık süreç gösterdi ki, kimse birbirini sözle ikna edemiyor ve o sözler yeni bir başlangıcın ateşleyicisi olamıyor. 12 Eylül öncesinde dilimize pelesenk ettiğimiz “Teoriyle iştigal edip pratiği unutursan Marksolog, sadece pratikle iştigal edip teoriyi ihmal edersen Don Kişot, hem teoriyle hem de pratikle iştigal edersen Marksist olunur!” şeklindeki esprili cümle de geçsin kayıtlara.

En kötü ve en iyi ihtimale hazır olmadığımız gerçeği de yeni bir başlangıcı gerekli kılıyor. Buna dünyada rüzgarların lehimize esmediği gibi aleyhimize estiği de eklenince, “birikme dönemi”, salt söz, teori biriktirmek olarak anlaşıldığında ve bu “zamanın ruhu” olarak meşrulaştırıldığında “söz odaklı” bir sosyalist siyaset, “Godo’yu beklemek” olarak kader/keder olarak iyice meşrulaşır. Şair Metin Altıok, bu durumu şöyle dizelere döker: “Sevgilim aşk da uyar çevreye/ Ve kendine parlak bir yalan arar.”

Sosyalist siyaset teorik ve pratik olarak “geri dönüşümlü” olmanın halidir. Ne var ki bizim mahallenin çocukları “geri dönüşüm”ü, yerel ve evrensel tarihe, geçmişe çakılmak olarak kavrıyor. Oysa sosyalist siyasetin, “geri dönüşümsüzlükten!” azat olması için her sözün hayata geçirilerek eylem biriktirilmesi ve eylemlerin eş güdüme sokularak, her fırtınada tüm halkaların berhava olduğu hal yerine sürekliliği içeren gelenek yaratması gerekir. Klasik “örgütlü” siyaset tarafından değişik yerlerinden çekiştirilerek en çok da “kendiliğindenlik” noktasından değersizleştirilen Gezi bir kıymettir.

Tarihse süreçler, korkunun korksuzluğa dönüştüğü ânların, eşiklerin örnekleriyle de doludur. Sık altını çizdiğim gibi bu durumlar tekil ve çoğul “risk üstlenme” zamanlarıdır. Hal böyle olunca “İstisnalar kaideyi bozmaz!” şeklindeki hatasözü’nün tersine, tarihteki ezber bozan davranışların kaideyi bozan istisnalar olduğu not edilmelidir. Demem o ki, kırk yıldır, kavramlara, yaşamlarımıza bulaşan “mutsuzluğun” ve  “umutsuzluğun” aşılması için nesnelliğe sığınıp verili duruma teslim olmamak gerekiyor. (“Sevgilim aşk da çevreye uyar,/ Susuzluk kaktüsü dikenle kaplar.” Metin Altıok)

Hepimiz kırılganız ama verili çaresizliği aşmak için bazılarımızın daha çok kırılması gerekiyor. Yeni bir başlangıç için kırıp dökmek şart. Bir kırılma eksiğimiz var sanki, kırılma noktası, eşiği eksiği. 1974-80 döneminde devrim trenine binmek için aldığımız biletimiz yandı. Yeni yolculuklar için yeni bir bilet gerekiyor bize

Madem ki “mutsuzluk”tan söz ettik bir anekdot yolumuzu kessin: “‘Bir tanrıça olmaktansa bir siborg olmayı tercih ederim’ diyor yeni zamanın feministlerinden Donna Haraway. Bunu konuşmuştuk Taksim Sanat Galerisi’nde sergi çıkışında. Eşya ya da makine ile insan arasındaki sınırların bulanıklaşmasından söz ederken eğlenmiştik. Tamirci öyküsünü anlatmıştı. Tamirciye kasetçaları uzatıp ‘kendini iyi hissetmiyor’ demiş ve adamın şaşkın bakışlarıyla karşılaşmış.” (Meltem Ahıska, Defter, 1999)

Saat ne kelime, “çiçek dürbünü”nün, “sosyalist uçurtmaların” bile kendini iyi hissetmediği günlerde, çok bilinmeyenli bir labirentin içindeyiz ve çıkış arıyoruz. Bir labirent olan hapishanelerden biliriz ki, aynı labirente esir düşen “hasımlar!” labirentten “hısım” olarak çıkabilir ve hayatın labirentinden kurtulmak için de birlikte yürüyebilir. Çıktıktan sonra tekrar eski aidiyetlerine kesin kayıt yaptırıp yeniden “hasım” olma hâline rağmen, bu “mutsuzluk” ve “umutsuzluk” labirentinden, “Ariane’nin ipliği”ne, birbirimize ve hayata tutunmadan çıkamazsak, kendimizi saat gibi “iyi hissetmemenin” ötesinde bir kez daha egemenler bir yana birbirimize de “yenilmiş” sayılırız…

Bir Cevap Yazın

1,407BeğenenlerBeğen
6,510TakipçilerTakip Et