Geçinememek ve barınamamak… Bu iki kelime son dönem Türkiye’sinde gerek sokakta gerekse de sosyal medyada en çok duyduğumuz kelimeler. Gittikçe ağırlaşan ekonomik koşullar altında ezilen bitkin, ileri demokrasi yorgunu, birbirine düşmanlaşmış bir insan topluluğunun belki de üzerinde ortaklaşabildiği iki gerçeğin tam da kendisi bunlar. Geçtiğimiz günlerde Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi (SBF) öğrencileri de bir forum düzenleyerek geçinememe ve barınamama problemlerini konuşmak istediler. SBF üzerindeki baskıdan kaynaklı olarak uzun bir süredir şahit olunduğu üzere bu forumun da “dar” denilebilecek bir çevreye hitap edeceği ve az sayıdaki öğrencinin katılımıyla sonlandırılacağı düşünülüyordu. Ancak tahmin edildiği gibi olmadı ve her zamankinden daha kitlesel bir forumun gerçekleşeceği kampüs içerisindeki haraketliliğe bağlı olarak kısa sürede anlaşıldı. Yapılması planlanan forumun tam olarak nerede, ne zaman gerçekleşeceğine dair fakülte hocalarının net bir bilgisi tam olarak yoktu, ta ki kim oldukları, nereden geldikleri, neden orada oldukları bilinmeyen bir grubun fakülte bahçesindeki öğrencilere önce sözlü ardındansa fiziki olarak saldırıya geçmelerine kadar. Olanı biteni okuyucuya bu kadar net anlatabilmemin nedeni her şeyin tesadüfi bir şekilde fakülte bahçesinde bulunuyor olmamdan kaynaklı olmasıdır. Bu ilk kıvılcımın ardından A.Ü. Hukuk Fakültesi tarafından çok daha kalabalık bir grubun SBF bahçesine doğru harekete geçmesi, özel güvenlik biriminin bu kitleyi engellemekte yetersiz kalışı ve hemen ardından bahçede yaşanan meydan savaşı ise diğer şahit olduklarım. Forumu gerçekleştirmek isteyen öğrencilere karşı gelişen bu saldırgan tutumun nedenine geçmeden önce tam da bu noktada bir parantez açmak gerekiyor. Üniversitelerde “karşıt görüşlü öğrencilerin kavgası” olarak nitelendirilen olaylar on yıllardır Türkiye’de gerek medyada gerekse mecliste ve üniversite kürsülerinde benzer şekilde sunulma eğiliminde. Bu türden bir sunuş şekli 50’li yılların öğrenci olaylarından bu yana neredeyse aynı kaldı. Bu açıklamanın mantığı temelde şuna dayanıyor: Bir tarafta eğitim-öğretim işleriyle meşgul, kafasını derslerine yoran bir öğrenci ve akademisyen grubu varken diğer yanda “rahat durmayan, kökü dışarıda (veya içeride) ideolojilerce örgütlenmiş, toplumu bölmeye odaklı bir başka grup(lar) ortalığı karıştırmakta ve toplumu terörize etmekte. Olan bitenin on yıllardır bu şekilde analiz edilmesi muktedirler açısından oldukça elverişli. Birileri “ortalığı karıştırdığında” korku faktörünün ortaya çıkması ve bu kargaşayı engelleyecek bir gücün hazır ve nazır bulunduğuna duyulan inanç hangi iktidarın işine yaramamıştır ki? Korkunun teorisyeni Thomas Hobbes’tan, hatta ondan bile öncesinden beri bu böyledir. Korku parantezini açmamın nedeni SBF’de ve hemen akabinde başkaca fakültelerde art arda yaşanan benzer olayların odağını doğru tespit etme çabamdan kaynaklı. Korkuyu üretme/çoğaltma/dağıtıma sokma niyetini tam da burada, otoriter rejimlerin kendilerini en net hissettirebildikleri yerlerde yani üniversitelerde/kampüslerde tartışmayacağız da nerede tartışacağız?
Son haftalarda fakülte bahçelerinde yaşanan, güvenlik güçlerinin gözaltı araçları/kalkanlar/biber gazları eşliğinde kampüslere girişine olanak tanıyan, emniyet amirlerinin fakülte hocalarına rahatlıkla bağırmalarına/itip kakmalarına/tehditler savurmalarına imkân veren bıçaklı/sopalı saldırı girişimleri yukarıda anlatılan durumdan azade değil. Sokağın uzun süreli –ancak homurdanmaya müsait- sessizliğini “geçinemiyoruz, barınamıyoruz” diyenlerin sesi bölmeden “önü alınan” bu olaylar izlenilen korku siyasetinin parçasından başka bir şey değil. Bir noktanın daha altını çizmek gerekiyor. Bu siyasetin bir yönü korkuyu üretmekse eğer, diğer yanı da öfkeyi canlı tutmak olsa gerek. Yeni otoriter popülist yönetimlerin başvurduğu iki temel kaynak olması açısından her ikisi de önemli. 2017 yılında Metis Yayınları’ndan çıkan Büyük Gerileme isimli kitapta Arjun Appadurai bunu şu cümlelerle açıklıyor: “Bugün, liderler ve takipçileri tabii ki birbirlerine bağlı, ancak bu bağ liderlerin hırs, vizyon ve stratejilerinin, takipçilerinin korku, yara ve öfkeleriyle tesadüfen ya da kısmi olarak örtüşmesine dayanıyor”. “Geçinemiyoruz” ve “barınamıyoruz” diyenlere öğrenci olup olmadıklarını bilmediğimiz ama sloganlarından ve kullandıkları simgelerden anlaşıldığı kadarıyla ülkücü olan bir grup aracılığıyla bıçak ve sopalar eşliğinde korkuyu yaşatmak eğer bu stratejinin bir parçasını oluşturuyorsa, bu şekilde muhalefet etmeye “cüret” edenlere “terörist” demek de geriye kalanların öfke ve kaygılarını mobilize etme işine yarıyor haliyle. Burada “terörist” yaftasını durup dururken kullanmadığımı belirtmem gerekmekte. SBF’de forum düzenlemek isteyenlere saldırıda bulunan grubun sloganlarındaki “teröristler” vurgusu zaten bunu rahatlıkla açıklıyor. Daralan siyasal alanda ucundan köşesinden kısık sesle bile bir muhalif söylemde bulunmak “terörist” yakıştırması almak için yeterli. Son olaylar bize Türkiye’de en basitinden “geçinemiyoruz” bile demenin terörist olmak için yeterli koşulu sağladığını hatırlatıyor tekrar. Bir gerçeği daha: haz edilmeyene terörist demenin dayanılmaz hafifliğini.
Yaklaşık iki hafta önce SBF’de yaşananlar ve meydan savaşının çok da zaman geçmeden gözaltılarla sonuçlanışı bilindik bir senaryonun vasat bir temsilinden başka bir şey değil. İktidarın yönetmeme krizinin derinleştiği bir noktada şiddet araçlarının devreye sokulması Türkiye sağının tipik bir özelliği olmuştur. Son dönemde üniversite kampüslerindeki olaylar da bundan bağımsız değildir. Bir iktisadi krizin hegemonya kriziyle denk düştüğü bu momentten görünen o ki, şiddet aygıtlarının ve onun taşıyıcılarının, sokaktaki ve üniversitedeki faillerinin daha çok sahne almasına yol açacaktır. Ancak bir noktaya özellikle vurgu yapmak gerekiyor. Okul içerisinde mahsur kalmış gruptan bir kişinin elinde bıçakla okul içinde tehditler savuran bir “öğrenciyi” kayda alışı bayat ama hayati bir gerçeklikle de karşı karşıya bırakıyor bizi: Can güvenliği. Gabriel Garcia Marquez’in “Kırmızı Pazartesi” kitabını okuyanlar hatırlayacaktır. Kitap, işleneceği tüm kasaba halkı tarafından bilinen bir cinayeti konu alır. Kitabın ana karakteri Santiago Nasar, Pablo ve Pedro isimli kardeşler tarafından göz göre göre öldürülür. Ancak cinayetin işleneceği saatler öncesinden tüm kasabaya yayılmış, hatta maktulün kendisi bile başına geleceklerden haberdar edilmiştir. Yine de cinayetin önüne geçilemez. Kitabı asıl ilginç kılan da bu durumdur. “Kırmızı Pazartesi” kitabı olay örgüsü itibariyle Türkiye gibi can ve iş güvenliğinin sağlanmasında sabıkalı olan ülkelerde yaşanan birçok olumsuzluğa referans gösterilebilecek bir kitap. Sadece yakın geçmişte bile Soma’da hayatını kaybeden yüzlerce madencinin iş güvenliğinin sağlanmaması ve gerekli önlemlerin alınmaması gibi nedenlerle göz göre göre ölüme gönderilmesi “Kırmızı Pazartesi”yi, herkesin bildiği ama önüne geçemediği o cinayeti yeniden akıllara getiriyor. Roman ya da gerçek fark etmeksizin burada asıl vurguyu “bile bile, göz göre göre” yaklaşan bir tehlikeye yapmak gerekli. 9 Aralık 2021 tarihinde SBF binası içinde çekilen bıçak için söylüyorum bunu. Küfürlerin, tehditlerin havada uçuştuğu, öğrencilerin otobüslerle okuldan çıkmak zorunda bırakıldığı şu zamanlarda Kırmızı Pazartesi’deki olay örgüsünü tersine çevirmek tüm demokratik güçler için ihtiyaçtan öte bir zorunluluk. 9 Aralık 2021 SBF’nin, öğrencilerinin, hocalarının, idari personelinin Kırmızı Perşembesi olmuştur. Üniversitenin tüm bu bileşenlerinin faşizm tehlikesine karşı yan yana yürümesi, bu duruma itiraz etmesi, buradayım demesi artık daha elzemdir, hayatidir.
Dayanışmayla.