“Çocukluk mirası da diğer miraslar gibi. İyinin kötünün ötesinde hem alacaklı hem borçlu çıkılıyor.” (Haldun Bayrı)
Her çocuk “lâ” sesiyle doğarmış… “Ters nefeste” ve “ters lâ” olarak doğan biri olarak bildiğim, 11 Mart’ta annemden dil emmeye başlayalı 71 yıl olacağı. Büyük defteri yazdıran küçük deftermiş, her yazı, geleceği işaret edip geçmişe dönmeye sempatizan olsa da “Güzel olan hiçbir şey(in) hülasa edilemez” olduğuna delilmiş…
Bazı insanlar yanmak için gelirmiş dünyaya. Kelimeleri emeklerken tanışmışım ateşle. O yıllarda suya gidilirmiş, annem de gitmiş. Ateşi keşfe çıkan ben, duvarında “Âh mine’el aşk ve min’el garaip” yazan ocağa yürümüş, ateşin halini hatırını sormadan yanan odunu elime alıp bezlerimi tutuşturmuşum. Altı ay boyunca ölmeyeyim babam dua okumuş ama annemin şarkıları şifa olmuş. (Çocuk, faşistlerin babasıyla, kardeşine pusu kurup yere yatırdıklarında,“son söz” olarak babasının dua, kardeşinin şarkı söylediğini hatırlıyor…)
Yoksulluğun “kara” olduğu o zamanlara rastlar “bez masalı.” Yoksulluk evde durduğu gibi durmuyormuş sokakta ve okulda. Okul dedim ise, ters çocuklarla devletin çarpıştığı mekân. Azarı pis, dili habis, T cetvelli bir öğretmen. “Karısına” attığı dayaklardan kalanını hizasız öğrencilere paylaştıran, Türkçeye dili dönmeyenleri, ana dilinden kovan bir öğretmen. Annemin aklının uçup kalbine konduğu yıllar. Kore Savaşı sonrası, Sierra Meastra dağları öncesi… Tatillerde harçlık yerine dilime sorular tutuşturan “gizli” Ermeni bakırcı ustam. Anlamın bacayı sardığı, suyun ateşinin çıktığı, ateşi uyku tutmadığı zamanlar. Kadınlarla erkeklerin yatakta tek taraflı çarpıştıktan sonra, bedenlerini su ile örttüklerine çocukların şahit olduğu geceler. Ahaliden ve devletten önce kalkıp tabelalardaki imlâ hatalarını tebeşirle düzelten, eli ve dili kalbine uzak yanlış bir başöğretmenden ferman: Her çocuğa mendil şart! Mahcup olmamaları için çocuklarına, “muayyen günlerde” kanayan bedeninden alıp “ayıp bezini”, ölçüp biçen, beş mendile beş çocuk sığdıran kadın. Kısa mendil tarihi işte… (Çocuk, sorguda komşu siyasetin pankart parçasıyla gözlerinin bağlandığını, gözbağını çözüp yaralarını sardığını hatırlıyor…)
Büyüyüp akıntıya karşı yürek çekmeye başladığımızda, Lenin, Che ve Mahir ismini meşk ettiğimizi duyup, “Lenin alaturka şarkılar, makamlar bilir miydi?” sorusuna yanıt alamayınca, “Şarkı ve makam bilmeden devrim mi olurmuş?” diyerek ezberimizi bozup, “Alaturka musiki bilmeyen maddeci Lenin’in manalı eksiklikleri var”, diyen annem. O zamanlar annelerimiz, devletle aşkıyalar arasındaki “taraflı bölgelerde” güneşlenir, devrim için dualı şarkılar okurdu. Annemin Devrim Sandığı’nda hangi duvar yazısından, hangi kitaplardan sınıfta kaldığımızın delilleri vardı. Pankartlarımızı kille yıkayan, iki, üç daha fazla Vietnam’a şarkı sözü annem, “Ajitasyonda peşrev olmaz ne çıkarsa Devrim”, diyen aksak Roza’nın aşklarını merak etmekle kalmaz , “Kerem Aslı’nın Aslı Kerem’in neyi olur?” diyerek bize aşk ve siyaset ödevi verirdi. (Çocuk, devrimcilerin birbirinin nesi olduğunu, devrimin devrimcilerin nesi olduğunu sormaya başladığında devlete ne hacet, devrimcilerin birbirlerine devlet olup yenildiklerini daha da trajiği, kavramları ve hayatları evcilleşenlerin artık devlete yenilme şanslarının bile olmadığını hatırlıyor!)
Şarkılı Meliha için devrim, babamdan habersiz Che ile tanışmak ve rest makamında dağlara kaçmaktı. Annem için devrim, mana gönüllü “azınlıkların” ardından Karadeniz dökmekti. O yıllarda devrimin manisi yoktu, evlerimize uğrar, çaya, fasıla, eğitim çalışmasına katılırdı. Evden deniz kenarına kaçıp udunu dalgalarla akort ederdi annem. Dumanı içine tüten bacasız bir sesti annem; mor şarkılar söylerdi de biz onu kırmızıya boyardık. Renklerimize karışmayan annem, dizlerimize kadar uzanan Dev-Genç kaşkollarını ve pankartlarımızı kil ile yıkardı. (Çocuk, 12 Eylül sonrasında çocuklarından ikisinin arandığını duyan annesinin “Ben onları şarkılarıma saklardım olmadı rahmimde saklardım” dediğini de hatırlıyor.)
Beş çocuğuna beş ayrı şarkı bahşetmişti annem. Annemin Şarkı Sandığı’nda, sokağa uzak, şarkılara yakın, Dede Efendi’den alıntılar yapan, marşları şarkı olarak söyleyen, sloganları şarkı makamında atan, daha otuz beşinde hiç sevişmeden ölen “Maocu” kardeşimin nota defteri. (Çocuklarından azaldıkça, acılarından çoğaldıkça makamı bozuldu annemin. Gün oldu annem, hangi çocuğunun hangi siyasetten olduğunu unuttu da, hangi şarkıyı hangi çocuğu için söylediğini unutmadı…)
İster inanın ister inanmayın, evde şarkı bittiğinde annem, komşulara şarkı almaya gönderirdi; evde komşu bittiğinde annem, şarkılara komşu almaya gönderirdi… Dahası evde “iyilik” bittiğinde annem komşuya “iyilik” almaya gönderirdi. O gün bu gün, geldikleri yeri özleyen sözcükler kadar, gittikleri yeri bilen sözcükleri ve onları üstüne-başına ve diline yakıştıranları çok sevdim.
“Gasap Mahallesi”nin aç-âşık çocuklarıydık. Kadınların, Mahir (Çayan) ve arkadaşlarının İngilizleri kaçırdığı Kılıç Otel’den başlayan yokuş boyunca sıralanan “soluklanma taşı”nda anlattıkları masalları, mahallenin tüm aşklarını, duyan sır kâtibi çocuklardık. Gönlümüzü almak için, delikli para verip başını kaşıtan “hakikatçi nine”, destan okutup ağlayan karşılığında ekmeğin ucundan bir parça veren kadınları unutmak ne mümkün… Akran olsak da benden daha büyük geçmişi olan bir arkadaşım vardı. Benim cevaplarım onun soruları çoktu. Ben sonuçları üstüme başıma yakıştırmaya heves ederken, o, nedenleri içinden uzaklaştırmaya çalışırdı. Her tartışmadan sonra yokuşta sıralanmış taşlardan birine oturur cevaplarımızın ve sorularımızın soluklanıp sakinleşmesini beklerdik. Soluklanma taşının müdavimi Hakikatçi Nine, “Birkaç günlüğüne de olsa cevaplarla soruları, sonuçlarla nedenleri değiş-tokuş edin” dedikten sonra içine kaçıp susar, sonra dayanamayıp, “Geçemezsin aynadan hiç yara almadan geçemezsin*” dercesine gelip geçen kadınların diline ayna tutarak, onların anlattığı hikâyelere sihir katarak onlara anlatırdı.
Tıbbın “şizofren”, ahalinin “deli” dediği annem, “normal” olduğu nadir zamanlarda, komşunun sokağa taşan nar ağacının gölgesindeki taşa beş çocuğunu oturtup, sırayla saçlarını tarayarak; “Babanız benim şeklimi, sesimi ve ruhumu bozdu” derdi. Söylediği her şey yara beyanıydı. (Çocuk, yıllar sonra “Aşk, devrim ve şiir yaradır, yaraların beyanı esastır” cümlesini kurduğunda her seferinde kendi iddialarına ve birbirlerine yenilen siyasetlerin, binlerce militanın, şeklini ve ruhunu bozduğunu hatırlıyor.)
Yine de benim hiç annem ve evim olmadı! Ev ve anne birer imgedir bende. Sokak evimizin içinden geçerdi sanki ya da evimiz sokaktı da biz ona “ev” derdik. Sokağın ana fikrini küçük yaşta tecrübe etmek, hayatın “Bilmiyorlar ama yapıyorlar” faslından bin dereden bir kendini getirip sonrasında devrime kayıtlanmak büyük bir tecrübeydi. Sürekli ağlayıp, bilinçaltına attıklarını sayıklayan, çocuklarıyla sinemaya kaçıp, dönüşte birlikte dayak yiyen “Deli Meliha”nın “sır”larının gölgesinde, yaralarının izini sürerek hayatı ve imgesini öğrenmek devrim kıymetindeydi.
Bazı gemiler uzaktan geçer, bazıları uzakta demir atardı. Suyun kaldırma ve kandırma kuvvetini bilen gençler için “uzak” keşfedilmesi gereken bir yerdi. Keyifle, “uzaklara” kadar yüzerler ama “uzağı” bulamazlardı. Liman reisinin işi-düşü dürbünüyle gençleri izlemek, gerektiğinde sandal göndererek onları “uzaktan” kurtarmaktı. Reis’in bir başka alametifarikası ise, belli günlerde kasaba meydanında Hint Horozu dövüştürmekti. Horozlardan akan kan zamanla parke taşlarında kalıcı “lekeye” dönüşmüştü. (Çocuk, 1976-77’de Ünye’de yapılan ilk mitingte, kan lekelerinin olduğu o yerde, Trabzon’dan gelen Maocularla Dev-Gençliler arasında kavga çıktığını, horoz kanının üstüne siyaset kanının sıçradığını, masala ve devrime “kan” karıştığını hatırlıyor…)
Annemin hikâyesinin nerede başlayıp nerede bittiğini benim bu hikâyenin neresinde olduğumu bilmiyorum? Bildiğim, annesinin Sema Kaygusuz’a söylediği “Git, bir kusur işle, yeter ki sana yakışsın” cümlesini annemin ve hayatın bize de söylediği…
* Paul Valêry
*Yıldırım Türker