Can Dündar 2016 yılında Türkiye’den ayrılmayı başardı. Türkiye’de kalsaydı hayatının geri kalanını demir parmaklıklar ardında geçirmek zorunda kalacaktı. Can Dündar Almanya’da yaşadığı için kendini şanslı hissedebilir. Ama Almanya, yaşamayı seçtiği bir yer değil, yaşamaya zorlandığı bir yer.
Dündar davası münferit bir olay değildir. Binlerce hükümet eleştirmeni ve muhalefet üyesi tutuklu. İktidar sadece içteki muhaliflere karşı harekete geçmiyor. Kuzey Irak, Suriye, Libya ve Kafkasya’da savaşlar veriyor.
Eğer dışarıda ve içeride verilen bu mücadeleyi hâlâ dış ve iç düşmana karşı “vatan savunusu olarak görüyorsanız, ülkede hüküm süren siyasi kategoriler konusunda feci halde yanılıyorsunuz demektir.
Kafka’nın “Dava” ve “Kale” romanları, gelecek diktatörlük çağındaki terör bürokrasilerinin kehanet beklentileri olarak defalarca okundu.
Kafka’nın Dava adlı romanında Josef K’nin adı iktidara dair bir varoluşla ilişkilendirilir. Josef K. da bir kâbus dünyasına, oradan kaçma ihtimali olmadan itilmiş biridir.
Josef K.’de her şeyden önce bir kurban görürüz. Josef K. “köpek gibi” bıçaklanır. Her iki tarafı keskinleştirilmiş uzun, ince bir kasap bıçağı kalbinin derinliklerine itilir ve orada iki kez döndürülür.
Josef K.’nın kalbini deşsen iki ucu keskin aynı bıçak bir tarafıyla Demirtaş’ı diğer tarafıyla Kavala’yı kesti.
Demirtaş, Kavala, Dündar ve daha adlarını sayamayacağım birçok muhalif yazar ve aydının cezaevlerindeki yaşam koşulları, Corona-19 tehlikesi altında süren tutukluluk halleri, mahkemeden mahkemeye süründürülmeleri, ulusal ve uluslararası hukuk tanımazlık, karanlık bir nehrin akıntısına kapılan Josef K.ların varoluşsal tehlikelere maruz bırakılmış fiziksel ve manevi benliklerine dair olaylar dizinidir.
Faşizmin soğuk metalimsi tadını bu olaylar dizininde hissettiren oligarşi, onları taşıyan yaşam gemisinin zamanın dalgalarında daha da çaresizce yalpalamasına neden oluyor.
Bu absürt tiyatroya, adil bağımsız yargı, ulusal mahkemelerimiz ve bağımsızlık deyip seyredenler, saklandıkları mağaralarından yüzlerinde bir “körlük” ifadesiyle çıkan, milliyetçi histeri geçiren gerçeklikle bağları kopmuş münzevileri andırıyorlar.
Oysa vicdan, masumiyet karinesi, adalet ve sağduyunun genellikle ortak, uzlaştırıcı paydalar oldukları iddia edilir. Türkiye toplumunda uzlaştırıcı, barıştırıcı paydalar ne yazık ki artık mevcut değildir.
Reis’in masumiyet karinesini çiğneyerek insanları terörist diye suçladığı cümleler, Türkiye’de distopik gerçekliğindeki adaletsizlikler yüzünden kulak memesi kıvamına gelen beyin korteksimi kör bir ekmek bıçağı ile kesiyor.
Çünkü Türkiye özelinde “Dava” bitmemiş bir romandır. Sonsuz dava, sanığa varoluşunun değersizliğini göstermek için kurulan bütünüyle yozlaşmış ve adaletsiz paralel bir dünya ile gerçeklik arasında devasa bir ayrışma çizgisi işlevi görüyor.
Friedrich Nietzsche “Mutlu Bilim” de modern insanın dünyayı Tanrı’dan kopardığını yazar. Bana kalırsa, dünyayı uygarlığa bağlayan zincirin, Tanrı’dan çok, vicdan ile ilgili halkası kaybolmuş durumda.
Kapitalizmin köktenci bir şekilde sekülerleştirdiği Batı toplumlarında birçok insan, dini, artık sadece hayata karşı tutumlarında yeniden keşfettikleri güçlü bir metafor olarak kullanıyor.
Max Weber, Aydınlanma aracılığıyla dünyanın “büyüsünü yitirmesinden” söz eder. Ancak onun deyişiyle, her şeyin dinsizleştiği, tanrısızlaştığı savı doğru değildir. Kanımca, insanlık eski tanrıları yenileriyle ikame etti. Şimdi “Homo economicus’un yanlış tanrıları”, onun olmayan vicdanına sonsuz alibiler sunuyorlar. Kapitalizmin tanrısı sadece kendi çocuklarına ayrıcalık gösterip onlara merhamet ediyor.
Salgınla birlikte dünyanın büyüsü neredeyse kayboldu. Yıldızlar, melekler ve ren geyiği eşliğinde gelen Noel artık Batı’yı romantik bir şekilde büyülemiyor. Çünkü 21. yüzyılın başında İsa’nın doğum mesajı ancak kapitalizmin kırıp büktüğü şekliyle kalabalıklara ulaşıyor. Fakat her şeye rağmen “ütopyanın tanrısı” kaybolmadı, sadece onu nasıl göreceğimizi unuttuk.
Doğu’da kutsal bayramlar da bütünleştirici ve “arındırıcı” özelliklerini yitirip yeni günahlar işlemek için bir «günah çıkarma» ritüeline dönüştüler.
Velhasıl toplumun hakikatle ilişkisi epey sorunlu hale geldi.
Hakikat, insanın hem içinde hem dışında şekillenen bir olgudur. İçimizde şekillenen kısmı sonunda oluşan hakikat fotoğrafının metafizik-duygusal boyutunu oluşturuyor. Bazıları, hayatı anlamak için değil de daha iyi hissetmek için hakikati estetize edip büküyorlar.
Türkiye toplumu, ne yazık ki yalanın ve talanın her dokusuna sızdığı, doğanın rant için tahrip edildiği, özellikle kadınlara ve çocuklara güvenli bir yaşam olanağının sunulamadığı kapitalist bir distopya haline geldi.
Türkiye eril sosyalliği, kadını erkeğin yaşamının kölesi olmaktan çıkarıp ortağı haline getiriş hikâyesine inanmadı, daha çok çekirdek aile ve onun kutsallığı etrafında şekillenen gerici ataerkil anlatıyı sahiplendi. Böyle bir sosyallikte kadının toplumsal varlığı sadece bir “kül yığınını” andırıyor.
Dinin “siyaseten kullanışlı yüzeyi” siyasal İslamcılar yüzünden epey aşınmış olmakla birlikte kadının baskılanması sürecinde hâlâ işe yarıyor.
Ancak toplumsal cinsiyet eşitsizliğinin doğurduğu illetlere maruz kalmış kadınlar bile AKP’yi canla başla desteklemeye devam ediyor. Bu destek, görünenle niyet edilen arasındaki ayrımı da daha belirgin bir şekilde ortaya çıkardı. Bazı kadınlar ya Stockholm sendromu yaşıyor ya da AKP’nin, İstanbul Sözleşmesi’nin lağvedilmesi gerektiğini söyleyen eril-dinci bir iktidar çekirdeğinden oluştuğunu görmüyor.
Bir kısım kadınların hemcinslerinin “dehşetli kaderlerine” olan kayıtsızlığı, acımasızlığı dayanışma ve empati eksikliği kanımı donduruyor. Kadınların şiddetten oluşan büyük boşluğuna sığamayan birçok insan bulunuyor. Daha dün bir öğretim görevlisi yakılarak vahşi bir şekilde katledildi. Kadınların trajik hikâyelerini dünyayla paylaşırken bu tür olaylar Türkiye’nin ulusal itibarını da bozguna uğratıyor.
Böyle bir ülkede, çölde bir vaha misali dünyaya dair umut uyandıran bir kardeş ruhla diyaloğa girmenizi sağlayacak rastlantıları yaratmak epey küçük bir olasılıktır.
Sabahın karanlığında çöp kamyonunun gürültüsü rutin bir hal almaya başladı. Rutin bir hal almaya başlayan onca şeyin arasında bu sadece en munis olanı. Zira neredeyse her günüm bir başka üzücü hikâyeyle taçlanıyor.
Yüce gönüllü bir yazar arkadaşım, gönderdiğim üç kuruş yardımı çok görüp, “melek yüzlü üç kız çocuğuna nasıl bakacağını düşünmekten sıyırmak üzere olan başka bir şair arkadaşla paylaşabilir miyim?” diye soruyor. Sabah sabah e-postama düşen bu mesajı okurken ağlamaklı oluyorum.
Küçükken annem kahvaltımıza koymak için sabahları koştura koştura ekmek alırdı. Aldığı ekmekler sıcacık ve leziz olurdu. Sıcak ekmeğin kalbine “Sana” yağını sürerken bu fırıncılar, bu çöpçüler hiç uyumaz mı diye düşünürdüm.
İşe gitmek için yola çıkıyorum. Sabah karanlığı virüsün güçlü olduğu bir yolculuktur. “Bir tökezleyecek olursam, başladığım her şey yarım kalacak.” diyorum kendi kendime.
Sabahın altısında otobüs durağında bekleyen insan siluetleri, gecenin kör karanlığında ağır sırt çantaları gereksiz anlatı ve masallarla dolu öğrenciler eğitim dedikleri saçmalık için uykularının en tatlı yerinde kalkıp hayata ve tüm geleceklerine mutsuz ve umutsuz başlıyorlar, günün ilerleyen saatlerinde yüzü belirginleşen Milli Piyangocu amca, az sonra okunan sabah ezanı eşliğinde vapur düdükleri, bunların hepsi sağlam bir zincir gibi birbirine eklemlenen gündelik hayat fragmanlarını oluşturuyor.
Bindiğim dolmuşta konuşup sohbet eden tek bir Allah’ın kulu yok. Yolcunun biri buhardan dışarısının görünmediği penceresinin soğuğuna kafasını dayadığı yerden uyumaya çalışıyor. İnsanlar sadece bir simit ve bir çay alınabilen asgari ücreti alabilmek, ömür boyu at yarışı gibi o sınavdan bu sınava koşturmak için bir “hayat panayırında” atlıkarıncaya biniyorlar. O atlıkarınca, hızla akıp giden karanlık nehri boydan boya geçerek onları “kıyısız” bir yere bırakıyor.
Adam karısına soruyor: “Kızımıza doğum gününde ne alacaksın?” Kadın, “Barbi bebek” diye yanıtlıyor. “Plastik ve sarışın, sorunlu bir kadın imajının simgesi. Kızların odasında önyargılı kuklacılık için talimatlar.” diyorum. Adam başını çevirip, “bir şey mi vardı hemşerim?” diye soruyor.
Kafamda bu düşüncelerin uğultusuyla “İstanbul Kafka’dır. Kafka, İstanbul’un her yerinde evindedir,” diye mırıldanıyorum. Yolculardan biri, “ne var kardeşim, bi şey mi dedin” diye soruyor.
“Burada gündelik hayat var olmanın katlanılamaz saçmalığı üzerine her gün yeni başka bir ders veriyor.” diyorum. Anlamıyor meramımı, “çattık sabah, sabah” deyip tövbe çekiyor.
Bugün ukalaca yorumlar yapmaktan kendimi tutamıyorum. Dayak yemeden bu dolmuştan inmek nasip olacak mı acaba?
Sanırım bu şehir, insanlara sonunda kendi tiranları olmayı öğretmeyi de başardı. Turizm ve ekonomi çöktü, insanların neredeyse üçte biri yoksulluk sınırının altında yaşıyor ve rejim her zamankinden daha baskıcı. Ve yine de gündelik hayat tüm saçmalığı ve “normalliği” ile devam ediyor.
Birçoğu hala şehirlerin, ağaç halkaları gibi bir merkezden dışa doğru büyüdüğünü varsayıyor. Böyle bir görüşe göre merkez, sözüm ona “medeniyet değerlerinin toplandığı ve yoğunlaştığı” en yoğun yerdir. Uygarlık merkezinden kasıt çimento medeniyeti ve kapitalist tapınaklar olan AVM’lerdir. Üstelik birçok şehir eski “uygarlık kadavralarının” üzerine kuruldu.
Ben bu söylemi, “medeniyet kırılmaları ve trajedilerinin toplandığı ve yoğunlaştığı yer” olarak değiştireyim.
Gündelik hayat, üretim-tüketim-üretim, adliye koridorları-cezaevi-ring aracı-hastane-cezaevi, yurt dışına sürgün-açlık grevleri-işkence ve ölüm gibi birbirini takip eden aynı eylemlerin ölümcül döngüsünden oluşan “kapalı devre bir sosyallik” haline geldi.
Kapalı devre diyorum, çünkü sözüm ona uygar dış dünya bu döngünün kırılması için yeterince destek olmuyor, hatta bazen ticareti önceleyip ona ayrıcalıklı bir yer veriyor.
Dolmuşun buğulu penceresinden bazı evlerin çürümüş pencere çerçevelerini seçiyorum. Doğal gaz faturası yatmadığı için ısınma sorunu yaşayan, çatısı sızdıran, duvarları nemli, yüzeyleri yıpranmış mobilyaları olan, dışarıya kadın ve çocuk çığlıklarının taştığı evler “yuva” olarak adlandırılabilir mi?
Korona salgınının, pahası ne olursa olsun, kontrol altına alınması gerektiği algısı otokrat rejimlere geniş bir hareket alanı sağladı. Aldıkları her önlem özgürlüğümüzün bir parçasını bizden koparıp aldı. “Virokrasi”, hem virüsün ciğerlerde yarattığı tahribat hem de faşizan uygulamaları yüzünden insanları nefessiz bıraktı.
Kendilerini belli değerlerle özdeşleştirenler diğer toplumsal kategorilere karşı düşmanca konumlanıyor. Çünkü bu özdeşleştirme, dışarıdan zorla dayatılan değerleri içselleştirme şeklinde gerçekleşiyor.
Otoriter rejimlerle iğdiş edilen toplumlarda özdeşleşme, topluma yönetsel yapının meşruiyetini kabul ettirmek için kullanılıp dayatma ile sağlanıyor. Buradaki amaç biraz da mitosların yardımıyla bir ulusal ideoloji inşa etmektir
Bu şekilde inşa edilen ulusal ideolojilerin şiddetsiz süreçler yoluyla değiştirilmesi bir süre sonra olanaksız hale geliyor. Basit gibi görünen reformlar bile ortak tarihi ve kültürel değerlerle beslenen toplumsal bilinçaltının kötürüm edildiği ortamlarda olanaksız hale geliyor.
Mesela Almanya’da insanların Nazi dönemi yıkıntılarının tazminatlarını karşılamak için günde bir saat bedava çalıştıklarını biliyor muydunuz? Bir an için Türkiye’de insanların soykırım nedeniyle Ermenilere tazminat için günde bir saat bedava çalıştıklarını tahayyül edin. Tahayyülü bile zor değil mi?
Çünkü demokratik toplumlarda toplumsal mutabakat (contrat social) görece sağlanmıştır. Böyle toplumlar tarihlerinden gerekli dersleri çıkarıp kötücül mitoslardan arınmışlardır. İyicil mitosları sahiplenip muhasebelerini yapan böyle toplumlar asla inkâra yönelmezler.
Türkiye’de inkâr politikaları ve inkılaplar-reformlar sırasında yaşanan kültürel kopmalar bir toplumsal sözleşmenin işlemesini olanaksız hale getirdi.
Kemalist devrim, milli sermaye yaratmak, bir ulusal ideoloji inşa etmek ve seküler bir toplum yaratmak için yola koyuldu. Bu hedeflerin gerçekleştirilmesi için Osmanlı’nın top yekûn reddi mirası, Varlık vergisi, değişik alt kimliklerin radikal asimilasyonu gerekiyordu.
Bu reddi miras derin kültürel kopmalara ve inkâr mekanizmalarına yol açtı. İnkâr ise toplumsal unutkanlığa çanak tuttu. Zorla unutturulan geçmiş ve ortak miras, kutuplaşan toplum saflarının manipülasyon için kullandıkları bir araca dönüştü.
Türkiye’de din-laiklik, Türklük-azınlık, tarih-anti tarih, gelenek-ilerleme sonsuz dikotomileri, tarafların birbirlerini inkâr etmesinden güç alıyor. Çünkü halkın bilinçdışı derin ve travmalarla doludur. Çünkü bu toplum Kuyucu Murat Paşaları, Ali Kıran Baş Kesenleri, Kiziroğlu Mustafa Bey’i, Şeyh Bedreddinleri, Köroğlu’nu, Bolu Beyini, Çorum’u, Maraş’ı, Madımak Otelini, Kanlı Pazarları, Menemen’i, kısacası tarihin şiddetle yoğrulmuş çehresini, sinenleri ve başkaldıranları da gördü.
Kısacası toplumun DNA’sı geçmiş geçmiş sosyal hastalıklardan kalan milyonlarca virüs “enkazı” içeriyor.
Bu toplumun azınlıkları ve muhalifler bedenlerinde ve ruhlarında faşizmin her türlüsüne karşı yaşam mücadelesinden geriye kalan yara izleri taşıyorlar.
AKP’nin on beş yıl önceki göreli başarısı İslam, demokrasi ve küreselleşme arasındaki ilişkiyi yeni bir modelle sunma becerisine dayanıyordu.
Ekonomide serbest düşüş başlayınca bu sefer siyasi ajandalarını “Müslümanların maruz kaldığı iç ve dış komplolara vurgu yapma” üzerine güncellediler. Bu vurguyu da güçlü siyasi ve sembolik mesajlar içeren eylemlerle (Ayasofya’nın camii olarak açılması, polise başörtüsü serbestisi, küçük yaştaki kız çocuklarına Kuran kursları vs.) pekiştirdiler.
“Tanrı dağı ve Hira dağı arasındaki koalisyon” insanların hem mıhına hem nalına vurarak gemi azıya aldı. Muhaliflerden haşere, itlaf diye söz edilmeye başlandı. Faşizan terminoloji yeni felaketlerin habercisi iletiler taşıyor.
Muhalif ama uzlaşmak için gerekli pazarlığa açık olduğunu ima eden kararsızlar kitlesi siyaseti ve daha iyi bir gelecek perspektifini rehin aldı. İnsanca yaşamak söz konusu olduğunda bence “pazarlık”, düşman tarafında olmaktan daha da kötü bir şeydir. Bu pazarlıkçı profil, iflah olmaz oportünistten daha gerçek bir kişi değildir.
Yapboz parçaları bir beynin resmini oluşturur. Yaşlılıkla birlikte hafızada gittikçe daha büyük boşluklar oluşur ve birdenbire bilmenin çeşitli parçaları artık birbirine uymamaya başlar. Babaannemin hafızası deliklerle dolmaya başladığı zamanlarda, bana anlattığı kıyıcı hikâyeleri ona anlatarak yeniden anımsamasına yardımcı olmuştum.
Peki, toplumsal bellekte delikler ve boşluklar oluşmaya başlarsa unutmamak için kim yardımcı olabilir?