Cumartesi, Nisan 20, 2024
spot_img

Kapalı Odadan Çıkan Suikastçılar

Kapalı odada ölüm gizemi, insanlığın büyük bir kısmının kapanmasının ardından geri dönüş yaptı. Covid-19 salgınıyla birlikte adeta bir “kapalı mekân cinayetleri” çağına geri dönüldü. Bu, modası geçmiş polisiye bir türün geri dönüşü anlamına gelmiyor.

Ölüm insanı artık açık alandayken değil de daha çok karantinadayken kendi odasında, arabasının içindeyken, bir sınıfta ders verirken, hücrede, bir cezaevi koğuşunda, ya da hastane odasında yakalıyor.

Kapalı oda ölümlerini, suikastçının ortadan kaybolmasına dair cezasızlık ve tecrit uygulamalarının metaforu olarak okumak mümkündür. Kapalı oda, despotik bir imleyene bağlı şiddet kodlarının geçerli olduğu bir habitata karşılık geliyor.

Ulus devlet, Covid-19 salgını ile birlikte tüm gücüyle geri döndü. Bu “muhteşem” geri dönüş, şiddet monopolünü elinde tutan ulus devletin orantısız güç kullanımında II. Dünya Savaşı’ndan bu yana gözlemlenen en büyük artışa karşılık geliyor. İnsanlık tarihindeki en büyük siyasal deneysellik, sanırım bu otoriter trendi tersine çevirmek olacak.

Bu muhteşem geri dönüşe rağmen suikastçı kapalı odadan çıkmayı nasıl başarıyor?

Herhangi bir kaçış yolunun imkânsız olduğu, neredeyse mühürlü kapalı bir odada bir cinayet işleniyor. Bir bakıyorsunuz, suikastçı her nasılsa odadan çıkmayı başarıyor.

Kapalı odadan çıkış, ehliyetsizliğiyle bir iktidar boşluğu oluşturup bunu kanun-dışı bazı adamların doldurmasına izin veren bir hükümete dair bir aczi de ortaya koyuyor. Devlet şiddet monopolünden mafya babaları lehine kısmen vazgeçmeyi kabul ederken, aslında onları faşizan uygulamaları için bir alibi ya da Proxy olarak kullanıyor

Suikastçı, muhtemelen ceberut devletin kurumsal suç ortaklığında kapalı odadan kaçabiliyor. Suikastçı suikastı ile tüm muhalif güçleri kötürümleştirip onları emerek “devlete” geri iade ediyor. Suikastı ile, erk ilişkilerini kapalı oda denen mikro bir evren içinde yeniden üretiyor. Hâkim kodları kolektivist kültürün yeniden üretimi süreçlerine eklemlenen faşizan proje, mafya babalarının sırtını sıvazlayıp iğrenç tehditlerine destek veriyor.

Suikastçı, mesela Maltepe Askeri Cezaevi’ndeki hücreden yine devletin suç ortaklığında çıkarılıyor.  Mesela Esat Oktay Yıldıran adlı suikastçı, Diyarbakır Cezaevi’nde bolca kapalı oda cinayetleri işledikten sonra yine Levitahan’ın eliyle ödüllendirilip emekliye ayrılabiliyor.

Kurbanın ölümü ve suikastçının kapalı odadan çıkması, suikastçı karşısında başarısızlığı belgelemekle kalmıyor, aynı zamanda bireysel ve kolektif bir iflas anlamına da geliyor.

Bu cinayetlerin ardından sosyal ağlarda süren linç ve cellada gösterilen sempati, geniş suç ortaklığını da ortaya çıkarıyor. Bu vatandaş tipolojisinin inşa edildiği yer, insanlaşma sürecinin kesintiye uğradığı kapalı odaya karşılık geliyor.

Kurbanın nefret karşısındaki yalnızlığı utandırıyor. Kurban kafkaesk başkalaşımda anlamını bulan bir sosyallik içinde kendini daha da yalnız hissediyor. Bu yalnız bırakılma, kurbanın ölümünden daha da korkutucu bir fenomene karşılık geliyor.

Arımızdaki suikastçı hiç şüphesiz seçici bir körlükten faydalanıyor.

Hindistan’ın Jalandhar kentinde oturan bir arkadaşım geçenlerde bir kartpostal göndermiş. Kartta Jalandhar kentinin karmakarışık binaları ve uzakta Himalaya’ların karla kaplı tepeleri görünüyor. Jalandhar dağlardan sadece yirmi kilometre uzakta olduğu için bunda alışılmadık bir şey yok. Ancak ilginç olan şey, bu yakınlığa rağmen, şehirden dağları gördüğünü kimsenin hatırlamamasıdır. Jalandhar ile Çakıcı’nın tehditleri arasında, seçici körlüğe, yakında olup görünmeyene ve tehlikeli kanıksamaya dair ince bir diyalektik bulunuyor.

“Sıradan, düz vatandaş” konfor alanlarından çıkıp müdahale etmek yerine, acz ve cüz ile sınırlanmış olarak sadece cinayeti izlemekle yetiniyor.

Toplum cinayeti ilk elden görmesine rağmen, katil hakkında söyleyecek hiçbir şeyi olmayan sessiz tanıklarla, ama ortada bir suç olmamasına rağmen iftiracı gizli tanıklarla doludur.

Suikastçının geçmişini mercek altına aldığınızda, acımasız bir sicil ile karşı karşıya kalıyorsunuz.

Mesela suikastçının Madımak otelinin odasından elini kollunu sallayarak çıkması, kurban ailelerinde sakatlayıcı, süreğen ıstıraplara neden oluyor. Suikastçı, 7 TİP’liyi katlettikten sonra Bahçelievler’deki apartman dairesinden rahatlıkla çıkabilen aynı kişidir.

Sendikacı Süleyman Yeter, 1999’da işkencede öldürüldü. Davanın 1 numaralı sanığı Komiser Yardımcısı Ahmed Okuducu 14 yıldır firari görünüyor, ancak bu arada emniyetten pasaport alabiliyor. Emniyet’teki “mesleki dayanışma ruhu”, suikastçıyı pasaport dairesinden de kaçırıyor.

Çok sayıda tanık beyanına göre Süleyman Cihan, gözaltında aylarca işkence gördü. Ayrıca kapısı kırılarak girilen ve uzun zamandır kimsenin yaşamadığı bir evin penceresinden atılarak intihar görüntüsü verilmek istendi. Suikastçı kimsenin yaşamadığı o evden de çıkmayı başaran aynı kişiydi.

Çakıcı örneğinde suikast, bu sefer söylem düzeyinde gerçekleşiyor.

Çakıcı’nın tehditleri, iktidardan desteğini çeken milliyetçi oylara, değer kaybeden ulusal paraya, Karabağ’daki Rus tanklarına, İdlib’ten asker çekmeye, Libya’da varılan Türkiye’siz ateşkese, yaklaşan AB yaptırımlarına, MHP’nin baraj altı durumuna ve iktidarın kaybolan psikolojik üstünlüğüne dair “faşizan bir asabiyeti” de içinde barındırıyor. Ne alaka demeyin, yap-bozun eksik parçaları ayrıntılarda bir “kahir yenilgi halet-i ruhiye resmi” ortaya çıkarıyor.

Suikastçının kapalı odadan kaçması zihinsel mimariyi sarsıp entelektüel habitatlarımızı parçaladığında, geriye kalan tek şey, Atina demokrasilerinin temeline yerleştirdiği hakikat talebi ve samimiyet istenci kalıyor.

Çakıcı’nın geçmişine bu bağlamda “Parrhesia” nosyonu ışığı altında bakmak gerekiyor.

Antik Yunan’da kullanılan Parrhesia kavramına içkin olan hakikat talebi, egemene, oligarka, diktatöre, bir zümreye ya da bir hâkim görüşe karşı doğru olanı söylemek anlamına geliyor. Bu haliyle risk ve cesareti de içinde barındırıyor.

Parrhesia’da konuşmacıyı ve dinleyiciyi tehlikeye atan söylem, onları aynı zamanda birleştiren güçlü bağın bir hakikat istenci dolanımıyla kurulması anlamına geliyor.

İğrenç tehdit arka planında daha derin iktidar düzeneklerini gizliyor.

Neofaşizmin pragmatist iblisleri kılıktan kılığa girerek Zetgeist’e uyum sağlamayı başardı. Rol modelleri artık yaşamasa da, mafya bozuntularının tutumlarında habis faşist enerji kendini belli ediyor.

Bir işkence fetişi olarak Kazıklı Voyvoda’nın Osmanlı’ya sirayet etmesiyle başlayıp (sayın Murat Bardakçı’nın kitabına atfen) Enver, Talat ve Cemal paşaların siyasi önderliğindeki İttihat ve Terakki’nin, «ordem et progresso »cu pozitivist-pragmatik faşizmiyle süren sağcı şiddet geleneği, Türk siyaset sahnesinin şekillenmesinde büyük rol oynadı.

AKP hükümeti kendi komplo teorilerine kitleleri inandırdığı ölçüde, suikastçı cinayetini işledikten sonra kapalı odadan o denli kolay çıkmayı başarıyor.

AKP küçük ortağına pozitif ayrımcılık uygularken, onun siyasi kodlarında gizli olan faşizan şiddeti açığa çıkarmasında vektör işlevi görüyor.

Köktenci sağ geleneğin vasisi MHP’nin içinde, mesela, Kafkas İslam Ordusu ruhunun Bakü’de yeniden diriltilmesi önündeki engelin Ermenilerin değil de, bizzat Aliyevci pozitivist laiklik olduğunu bilen çok az sayıda politikacı bulunuyor. Velhasıl MHP’de rahmetli Türkeş dışında “korporatist faşist geleneğin hakkını verecek” düzeyde adamakıllı bir siyasi şahsiyet bulunmuyor.

Son zamanlarda tırmanan ABD ile Çin arasındaki gerilimi azaltmak için ikinci bir Küba Füze Krizine ihtiyacımız olmadığını ancak umabiliriz. Türkiye’deki siyasi gerilimi azaltmak ve siyasi mafyanın hareket alanını daraltmak için her şeyden önce MHP’nin iktidar denkleminden çıkarılmasını ummak gerekiyor.

Toplum ikiye bölünmüş bir dünyaya benziyor. Ayrım çizgisi, yüksek tutsaklık duvarları, yeşil kart ve karakollarla temsil ediliyor. Bu bölünmüşlükte “sınır” olgusu, aşılabilen değil de ayıran ve bölen bir duvar işlevi görüyor.

Kamusal alan ile özel alan arasındaki sınırlar yeniden çiziliyor. Ulus devlet zaten Covid-19 nedeniyle iyice daralmış olan siyaset alanını daha da daraltan güvenlikçi önlemler öngörüyor. Leviathan daha fazla alan kapladığında, bu sefer kenar mahallelinin özgürlük alanı daralıyor.

Modern yalnızlık çağında kamusal mekânlar saygınlıklarını ve güvenirliklerini giderek yitirirken, şiddet kamusal mekâna kaybettiği saygınlığını yeniden kazandırmak için siyaseten araçsallaştırılıyor. Mafya lideri suikastçı, bu iade-i itibarda önemli bir işlevsellik yükleniyor.

İdeolojik militan tavır “kenar mahalle” sosyalliğine dair ipuçları da veriyor. Kenar mahallede kötülüğün arketipi mafya tarafından temsil ediliyor.

İktidarın, ırk ve din konusunu yüksek dozda politik radyasyona maruz bırakarak kullanması sayesinde Hegel’in köle-efendi diyalektiği kenar mahalle sosyalliğinde çok iyi işliyor.

Çileci kapitalist distopyanın köleleri, kapitalistin yedek işgücü dev rezervinde olmaktan rahatsızlık duymuyor.

Kenar mahallelinin sınıf atlama arzusu, saplantılı bir nevroza benziyor. Aşağılık duygusu olumlu bir benlik imgesini engelliyor.

Bu sınıflar, donmuş gibi duran kilitlenmeleri kırarak, atıl sosyalliği parçalayan bir dinamik oluşturamıyor. Değişim isteği ise eski arketipleri çağrıştırıp, bir önyargılar kilidi oluşturuyor.

Kenar mahalle insanı, sahte toplumsallığın atıl karakteri, bir “madun” varlığı olarak yaşamını sürdürüyor. Çoğunluğunu işçilerin işsizlerin ve sınıfsızların oluşturduğu bu mahallelerde sol ve anti-emperyalist gelenek zayıflarken, uyuşturucu kültürü, lümpenlik ve köktendincilik giderek alan kazanıyor. Yoksulluk dinin siyaset ve toplum üzerindeki önceliğini meşrulaştırıyor.

Lümpenlik, sağcı milliyetçiliğin popülist kültürel stereotipilerini içselleştirerek toplumsal tüm katmanlara sızmayı sürdürüyor.

Kenar mahalle sosyalliği, yıllardır derin sosyal katmanlarda saklı kalmış bir “Cumhuriyet krizi”ni de görünür kılıyor.

Cumhuriyet, kenar mahalleliye zengin olma yanılsaması dışında bir «Varşova Gettosu sosyalliği» ya da «Mumbai teneke mahallesi» mirası bırakabildi.

Kısacası, kenar mahalleden Cumhuriyet’e doğru oluşan dev mesafede bu sefer köktencilik, mafya oluşumları ve şiddet kuluçkalanıyor.

Türkiye’de insan, sadece bir inkâr ve ret varlığı haline geldi. İnsanlar, «meğerse Hitler ölmemiş» dedirten faşizan uygulamalarla karşı karşıya kalıyorlar. Kurumlarıyla lime lime dökülen Cumhuriyet, «kadavra» bir olgu olma yolunda ilerliyor.

Aslında Cumhuriyet bunalımı, siyasal İslam’ın “büyük siyasi gövdeler” hakkındaki anlayışındaki değişimle örtüşen bir grafik çiziyor. “Cumhuriyet krizi”, ulus devletin kalıcı bir “yuva arayışı” yolculuğunda onun herkesin evi olması fikrinden sadece “bir ara duraklama yeri” olarak algılanmasına doğru evirilmesi sürecine karşılık geliyor.

Cumhuriyet krizi sorunsalına, aidiyet ve din denen iki bileşenin birbirine geçmiş ilişkisini kavrayan yeni bir yaklaşım gerekiyor.

Genel toplumsal tablo değişecekse, “dinci metafizik, toplumcu projeyle ilgili ön yargılar ve aidiyet krizi” denen üç değişkenden en az ikisinin değişmesi gerekiyor.

Suikastçı kanımca “homo homini lupus” öğretisindeki kurttur. Geçmişten kotardığı siyasi hıncı şimdi’ye yükleyen vahşi kurdun, askıda bulunan nihilist-faşist şiddeti emerek onu azınlıkların ve farklı olanın üstüne boca eden ölümcül oyunuyla karşı karşıya bulunuyoruz.

Bu kurdun bazen insanın derin benliğinde, bazen Leviathan’ın ininde, bazen anakronik bir metafiziğin içinde, bazen Ergenekon anlatısında, bazen de kinci tanrıların kapalı odasında gizlendiğini anlamak için daha kaç cinayet işlenmesi gerekiyor?

Yırtıcı kurdu toplumcu özneden önce kapıp onu varoluşun karşısında sonsuza kadar konuşlandıran paradigma küresele kapitalizme çıkıyor.

Türkiye siyasi atmosferinde kültür ve siyaset, şiddet ve hakikat bir Çin seddiyle birbirinden ayrılmıyor. Aksine bu olguların grift karakteri siyasetin rengini belli ediyor. Sağ, kültür alanındaki iktidarsızlığını kabadayılık ve mafya ile telafi etmeye çalışıyor.

Tarihsel farkındalığın ve bilincin yerini, uzun zamandır normatif olmak iddiasında yeni bir «ukalalık» aldı. Pseudo tarih dizileri ve romanları birbiri ardına reyting başarısı kutlayadursun, bu durum, insan varoluşunun tarihselliğine dair yeni bir anlayış eksikliğini ve kavram karmaşasını gösteriyor.

Herkes bükülü bir tarihi referans gösterirken, tarih kapsüllerinin içinden anakronik mitler, vampirler, katiller ve Voyvodalar fışkırıyor. Kısacası tarihe büyük bir ilgi varmış gibi görünüyor, ancak onu çevreleyen kült, kolektif belleğe ve hatırlamaya ihanet eden, sahte bir gerçekliğe somutluk kazandırıyor.

Erdoğan’ın faşist ideolojiyi topluma yabancı, hâkî-siyah renkte bir paçavra olarak reddeden söylemi, Türk toplumunun sosyal kodlarıyla örtüşmüyor. Ne derseniz deyin «vampir » siyasi arenaya geri döndü.

Ülkemizin geleceği gençler onların fiziksel varlıklarına kasteden yeni bir neo-faşist meydan okumayla karşı kaşıya bulunuyor.

20. yüzyıl, insanlık tarihinin en kara bölümlerinden bazılarını yazan bir yüzyıldır. Nazizm, faşizm, soykırımlar ve Holokaust ile karakterize edilen periyotları, aynı zamanda demokrasi mücadelesine en büyük siyasi ipotekleri koydu.

Bazı Nazi suçluları, Vatikan üzerinden, “farelerin kaçış hattı” boyunca postu Latin Amerika’ya atmayı başardılar. Mesela Hitler Nürnberg’de yoktu. Kendi kafasına sıkarak dışarıdan kilitli odadan çıkmayı başardı. Ya da intihar, ona bu yanılsamayı bağışladı.

İkinci Dünya Savaşı’ndan ve Soğuk Savaş’tan sonra, büyük suçların uluslararası bir ceza mahkemesi tarafından aydınlığa kavuşturulduğu kısa aşamalar oldu. Türkiye ölçeğinde suikastçının yargılanıp, cinayetlerin çekincesiz açıklığa kavuşturulması için sanırım “ulusal bir Nürnberg” kurulması gerekiyor.

Bir Cevap Yazın

SON YAZILAR