Hukuk Fakültesi 2. sınıfına gelmiş her öğrenci Ceza Hukuku dersleri almaya başlar ve ilk öğrendiği ilkelerden biri şudur; “Ceza yargılamasının temel amacı maddi gerçeğe ulaşmaktır.” Maddi gerçek, yani hakikate ulaşmak asıl amaçtır. Bu nedenle tarafların, yargılamanın her aşamasında, yasak usullerle elde edilmedikçe, her delili ortaya koyma hakkı vardır. Süre sınırı çok istisnai hallede konulmuştur. Savunma hakkının dokunulmazlığı, delillerin tartışılması mecburiyeti, lehte ve aleyhte delillerin toplanması yükümlülüğü… Böyle gider yargılamayı maddi gerçeğe ulaşma amacına ulaştırması amaçlanan ilkeler. Bu anlamda ceza hukuku, bana göre daha canlı, daha dinamik, sevdiğim ve çalışmayı tercih ettiğim bir alandır, her şeye rağmen.
Tabii bu “her şey”in içerisine giren gerçeklik, kendisini mesuliyet altında hisseden, yaptığı işin hayatta bir karşılığı olması için çabalayan hukukçular için saç baş yolduracak kadar ağırdır. Maddi gerçeğe ulaşmanın önüne çıkarılan her engel üst üste binip gitgide bir duvara dönüşür ve her çaba bu duvara çarparak geri gelmeye başlar. Kucağınızda heba edilmiş onca emek ve büyük bir adaletsizlikle kala kalırsınız.
Geçen gün son derece tesadüfi bir biçimde, uzun zamandır aşina olduğum bir duvara, bu defa epey sert bir biçimde bir kere daha tosladım. Çocuk Mahkemesinde görülen bir davada duruşmaya girdim. Hâkime Hanım dava dosyasını derleyip toparlamış bitirmeye hazırlanıyor, usulen son sözleri alıyordu. Savunma için süre istediğimi söyleyince epey bozuldu. Bunu yaşarız, zira maalesef hâkimler için bir dosyanın bitirilerek kendi iş listesinden çıkması, “maddi gerçeğe ulaşma” amacından genelde önce gelir. Süre talebinde ısrarcı olunca (evet ısrar etmek icap etti) hâkime hanım hayatımda gördüğüm en donuk yüz ifadelerinden birini takınarak şunu söyledi: “Avukat Hanım, savunma yapmanın sonuca etki etmediğini biliyorsunuz değil mi?” Uzun bir sessizlik oldu… Birkaç saniye birbirimize baktık. Bu bir kaç saniye içerisinde, hani film şeridi gibi derler ya, film şeridi gibi zihnimden; okul günlerim, ders çalışırken sabahlamalarım, staj ve acemilik döneminde çektiğim çileler (avukatlık stajı gerçekten çok ama çok çileli bir süreçtir halen), 15 yıllık kıdemim, yazdıklarım, okuduklarım, izlediğim davalar, hepimizin izlediği ve isyan ettiği yargılama süreçleri, cezaevindeki meslektaşlarım, mesleğinden olan meslektaşlarım, hocalarım ve bir sürü şey geçti… Yine yukarıda saydığım ceza hukuku ilkeleri, bu ilkelerin bu topraklardaki geçmişi, bu ilke ve kazanımlar için verilen mücadeleler. Hiçbir şey olmamış, bu saydıklarımın hiçbiri yokmuş gibi. Savunma mı? Ne savunması? Gerçekten beni bununla yoracak mısın? Bu da nereden çıktı yahu? Aslında kısa ama bana göre epey uzun o sessizlikten, sonra, yaşadığım sarsıntının etkisiyle sadece şunu söyleyebildim: “Yapmayalım mı savunma? Bizi niye çağırdınız o zaman?” Yaşadığım şok ancak bu kadarına müsaade etti, olayın hak ettiği kıyamet koparılamadı. 🙂 Söylenerek süreyi verdi hakime Hanım ve çıktık…
Yukarıda anlattığım dava basit bir hırsızlık davası. Yargılanan da bir çocuk. Yanlış anlaşılmasın, davayı hafife aldığımı söylemiyorum, aksine; yargılanan bir çocuk, o yüzden özellikle ihtimamla üzerine titrenmesi gereken bir dava ve savunma için zamana ihtiyaç duymamın sebebi de bu zaten. Vurgulamaya çalıştığım şu, siyasi bir dava değil, davanın taraflarının bir tanınırlığı, bilinirliği yok. Her gün binlercesinin görüldüğü ve kimsenin ruhunun duymadığı türden bir dava. Hani adaletsizliğin sadece politik figürleri, gazetecileri, solcuları, tabiri caizse toplumun yaramaz çocuklarını etkilediğini zanneden bir anlayış var ya. Bu davada yargılanan çocuk da (Çorlu tren katliamında ölen insanlar, vahşice katledilen Rabia Naz isimli küçücük kız çocuğu, kuran kursunda yanarak can veren ya da istismara uğrayan çocuklar, her gün katledilen her yaş ve toplumsal sınıftan kadınlar, translar ve niceleri gibi) sıradan bir insan ve küçücük bir çocuktu. Karşılaştığımız manzara da bu, “Savunma yapmanın bir anlamı var mı hakikaten? Bizi yormasan?”
Yaşadığım olayı kafamda evirip çevirerek sindirmeye çalışırken, şöyle bir noktaya geldim ki; hakikatle aramıza örülen duvar sadece adliye koridorlarında peşlerinden koştuğumuz davalarla sınırlı değil. Hakikat ve adalet arayışı adliye koridorlarına sığmayacak kadar büyük bir arayış zira. Asıl mesele hakikatin kimsenin umurunda olmaması ve daha da kötüsü hakikatin görülüp yine de inkâr edilmesi. Bu konuda hiçbir etik değerin kalmamış olması, akıl dışı, rasyonaliteden kopuk söylem ve davranışların ferahfeza bir edayla dolaşıma sokulması. Bu öyle bir çürüme ki, yukarıda anlattığım en sıradan davadan, günlerce konuşup tartıştığımız en sansasyonel davalara kadar sirayet ediyor.
Herkes hatırlayacaktır, Aralık ayı içerisinde AİHM, Demirtaş kararını açıkladı. Memleketteki yargılama faaliyetinin ne hale geldiğini hiçbir tereddüde yer bırakmayacak kadar açık bir şekilde ortaya koyan, AİHM içtihatları arasında benzerlerine çok az rastlanan bir karar. Sonra biz ciddi ciddi şunu tartıştık: AİHM kararları bağlayıcı mı, değil mi? Anayasa’daki açık hüküm, Türkiye’nin bu zamana kadar AİHM önünde görülen davaları, çıkan kararlarla ilgili bu zamana kadar yapılan uygulamalar, ödenen tazminatlar, tekrar eden yargılamalar, koskoca bir külliyat, 30 yılı aşkın bir birikim bir anda çöp! “Kim dedi bağlayıcı olduğunu yahu, saçmalamayın” minvalinde bir çıkış! 🙂 Buna karşılık kıyameti koparması gereken 82 baronun sadece 22 tanesinden ses çıkmış. Diğer arkadaşlar çok da mühim görmemişler bu durumu belli ki. Bu tartışmanın tamamı o kadar gerçek üstü ve deliceydi ki, içimden şunu düşündüm: Biri bize diyor ki örneğin, senin elinde tuttuğun o kalem aslında katı değil sıvıdır, biz de elimizde tuttuğumuz kalemin sıvı olmadığını, katı olduğunu bin bir dereden delil getirerek izah etmeye çalışıyoruz. Gerçekten bu kadar delice bir tartışma… Sonra AİHM ve AYM kararlarının bağlayıcı olmayabileceğini savunan bu koca koca adam ve kadınlar, Boğaziçi protestoları başlayınca da şunu söylemeye başladılar: “Bir dakka yahu, bu üniversitelerin neden bağımsız olması gerekiyor ki? Parasını biz vermiyor muyuz? Üniversite demokratik olmalı’ lafı da nereden çıktı?” 60 senedir Türkiye Cumhuriyeti Devletinin anayasalarında durup duran ilke, en az 60-70 senelik öğrenci mücadelesi, cumhuriyetle yaşıt akademik özgürlük mücadelesi, YÖK tartışmaları, istifalar, ihraçlar, sürgünler, cezaevleri, bunun için verilen mücadeleler hop, bir anda çöp! “Nerden çıkarıyorsunuz yahu? Yok öyle bir şey” deniyor ve yok oluyor sanki.
Bu topraklarda 50-100 senedir mücadelesi verilen, bedeller ödenerek, dişle tırnakla kazınarak elde edilen tüm kazanımlar, kavramlar, sanki bugün ortaya atılmış, yeni haberdar olunmuş gibi bir tartışma. “Nereden çıkardınız? Yok öyle bir şey!”
Orta Çağdaki dogma zihniyeti ve engizisyon mahkemeleri herkesin malumudur. Adeta akıl, rasyonalite, aydınlanma için verilen onca mücadeleyi yeniden vermemiz gerekiyormuş gibi bir duruma sürüklenmişiz. Bırakın demokrasi, insan hakları, “muasır medeniyeti” filan, her şeye baştan başlıyoruz. Öyle ya, tartıştığımız konulara bir daha bakalım mı?
1- Ceza yargılamasında amaç dosyanın bir an önce iş listenizden kaldırılması değildir. Savunma hakkımız var ve bu savunmayı dikkate alarak yargılama yapma yükümlülüğünüz var.
2- AYM ve AİHM kararları bağlayıcıdır.
3- Üniversiteler özgür düşünce ortamı olmadan bilim üretemezler bu nedenle demokratik ve özerk olmalıdır.
Handiyse liste şöyle uzayacak: Dünya yuvarlaktır ve güneş etrafında döner, su 100 derecede kaynar, kanser hastası bir insan asprinle tedavi edilemez vb.
Tam da bu yüzden, maddi gerçeğe ulaşmak, hakikate erişmek meselesi, bir ceza yargılaması ilkesi olmanın çok çok ötesinde bir dert. Hakikatle araya konulmak istenen her duvar bizi, yol alma imkânı olmayan delice bir labirente sokuyor. Bambaşka bir boyutta, tarihten, toplumsal gerçeklikten kopuk, verilen her türlü insanlık mücadelesini hiçleştiren, anlamsızlaştıran, bıkkınlık verici tüketici bir kara deliğe dönüşüyor.
Hepimizin, bizi bu kara deliğe sürükleyen saçmalığa sürüklenip gitmemek gibi derdi olmalı artık. Kimsenin bu ülkede ve dünyada verilen insanlık mücadelesini bu şekilde bir kalemde silip atmaya hakkı yoktur. Yine kimsenin bir toplumun aklıyla, birikimiyle, izzeti nefsiyle bu şekilde dalga geçme hakkı da yoktur, olmamalı. Bu kara deliği parçalamadan varabileceğimiz hiçbir yer olmadığı da aşikâr.
Sonuç itibariyle, yaşanan bu tip garabetlere karşı, benim duruşma salonunda yaptığım gibi gevelemek yerine, en yüksek perdeden reaksiyon vermek, bazı tartışmaları belki de başlamadan bitirmek gerekir. Hayır, yargı kararları bağlayıcıdır, hayır savunma hakkı dokunulmazdır ve hayır üniversite özgür, özerk ve demokratik olmak zorunda. Siz neden bahsettiğinizin farkında mısınız? Biz bu tartışmaları on yıllar önce arkamızda bıraktık ve bizi sürüklemeye çalıştığınız o noktaya gelmeyeceğiz. Biz gözümüzü bambaşka bir gelecek hayaline diktik ve bunu size rağmen kuracağız, dilerseniz siz kendi girdabınızda boğulabilirsiniz. Biz orada yokuz ve bizi oraya çekemeyeceksiniz.
Hayat çok hızla akıyor, toplum ve toplumsal ihtiyaçlar hızla dönüşüyor. Ya bu çeviklikle ve eşgüdümle hızlı ve sert reaksiyonlar vereceğiz ya da tüm kazanımlarımızın, tüm mücadelemizin adeta bir el çabukluğu ile elimizden kayıp gitmesine izin vereceğiz.
Ben kimseye suyun 100 derecede kaynadığını anlatacak kadar zamanımız olduğunu sanmıyorum.