‘’Giderek daha az yer kaplamaya çalıştığımı fark ettim. Koltuğun ucunda oturuyor, mutfak tezgahının bile en köşesinde, küçücük bir alanda yemek yapıyorum.’’ diye tarif etti son zamanlardaki ruh halini. ‘’Ama bu yeni değil, çocukken de divan örtüleri bozulmasın diye, sürekli yerde oynadığımı hatırlıyorum. Divanda oturmak benim hakkım değildi sanki…’’ Duyduğum en iç acıtan betimlemelerden. Bir insana dünya nasıl ‘’dar’’ edilir? Sorusuna verilecek en somut yanıt. Sözde hayati hiçbir tehlikesi yok, gelir düzeyi yüksek, hiç fiziksel şiddet görmemiş bir kadının yaşamından bir kesit bu. Panik atak tedavisi görüyor yıllardır.
Anksiyete bozukluğu, travma sonrası stres bozukluğu, depresyon, psikosomatik rahatsızlıklar gibi bir çok ruhsal hastalık; erkeklere oranla kadınlarda iki kat daha fazla görülüyor. Bunun bir nedeni erkek şiddeti net. Bir diğer neden de, patriyarkanın erkek üzerinde kurduğu iktidar baskısı sebebiyle, erkeklerin kendilerine ruhsal hastalığı yakıştıramıyor olması olabilir mi acaba? Ataerkil sistem erkekleri de vuruyor. ‘’Erkekler de yanıyor, hem de nasıl yanıyor…’’
Yaşam boyunca içinde bulunduğumuz tüm rollerin çerçevesinin; bizden çok önce, bizim dışımızdaki güçler tarafından belirlenmiş olması ve bu çerçevenin dışına çıkmaya çalışan herkesin ‘’uyumsuz’’ ilan edilmesi, uyumsuzluğun bedelinin çok ağır olduğunu bilenlerin de kendi sağaltım yöntemlerini kendilerinin bulmaya zorlanması gibi döngüsel bir süreç bu. Hangi oyuncakla oynayacağımız, nasıl güleceğimiz, nasıl oturup nasıl kalkacağımız, bedenlerimizin nasıl görünmesi gerektiği, yaşam alanlarımızın düzenlenmesi, nasıl bir partner, nasıl bir ebeveyn olacağımız, regl olunca nasıl, menopoza ya da andropoz girince nasıl olacağımız ve bütün bunları oluşturan tüm davranış kalıpları üç aşağı beş yukarı belirlenmiş durumda. Neden özellikle genç kadınların anoreksiya ve bulimia hastası olduğunu düşündüğümüzde, dayatılan beden imajıyla ilgisine bakmayacak mıyız? Bağışıklık sisteminin sağlıklı hücrelere, dokulara ve organlara saldırması sonucu oluşan otoimmün hastalıklara (diyabet, çölyak, sedef, haşimato, romatoid artrit, multipl skleroz (MS), lupus…) bakarken şunu düşünmeyecek miyiz? ‘’Dışarıda olan şeyin aynısı içeride oluyor. Yani sistem sağlıklı hücreye savaş açıyor.’’ Kanadalı Doktor Gilbert Renaud, sırlarımız kadar hastalandığımızı belirtiyor. Kolu kırıp, yeni içinde bırakan bu sistemde ‘’hasta’’ olmaktan ne kadar kaçabiliriz ki? Diye düşünmeden edemiyor insan. Toplumsal cinsiyet normlarının belirlediği ‘’makbul’’ kadının zaten feda eden, cefakar, utanç ve suçluluk duyan, değersiz hisseden, depresif olması beklendiğine göre, sistem aslında tıkır tıkır işliyor. ’’Şiddete uğrayan kadınlara susmak öğretilir ya da dayatılır. Dile getirilemeyen, konuşulamayan, işlenemeyen, sindirilemeyen suskunlaştırır. Suskunluk faili güçlendirir, sonra da mağduru suçlar. Acı verdiği için unutmak ise büyük bir boşluk hissi bırakır. Mağdurların kendilerine yaşatılan travmatik olayı, bu kez sonunun farklı olması isteğiyle bilinçdışı olarak yeniden canlandırmaları sonucu yeniden istismar edilme ve şiddete maruz kalma riski yüksektir.’’ (https://catlakzemin.com/mazosist-kadin-mitinden-hayatta-kalanlara/) Mağdur olmak istemedikçe yeniden yeniden aynı döngü içinde kendini bulan kadının, bu döngüden kurtulabilmesinin yegane yolu bireysel bir çabaya bağlı olabilir mi? Yani ‘’Hırsızın hiç mi suçu yok kadı efendi?’’
İşlemeyen adalet mekanizmalarında, çürüyen eğitim sisteminde, yoksullukta, erkeklik gösterilerinin en şahı olan savaşlarda alınan yaraları da düşündüğümüzde, insan ‘’oğlu’’nun açtığı yaraları sarmakla geçiyor tüm ömrümüz. Ve kadınlar, lgbti+lar, çocuklarla düşlediğimiz dünyada bunlara yer yok. Her birimizin diğerinin sesine ses kattığı, umudu, dayanışmayı büyüttüğü, hem incinebilir ve kırılgan, hem de direngen olabildiğimiz, bedenimizle, birbirimizle, doğayla barış ilişkisi kurduğumuz, bizden öncekilerin mirasını gökkuşağı renklerine boyayıp, bizden sonrakilere aktarabileceğimiz bir dünyanın hayalini kurmak bile merhem olmaz mı yaralara?