Çarşamba, Kasım 6, 2024
spot_img

Tanıl Bora ile Hasan Ali Yücel: Bir Aydınlanmacı Hümanist, Gayrı Komünist

Kitaba Dair Tanil Bora min

Merhaba, geçtiğimiz hafta Kitaba Dair’in konuğu Tanıl Bora’ydı. Tanıl Hoca’yla İletişim Yayınlarından çıkan Hasan Âli Yücel kitabı üzerine sohbet ettik.

Mete Kaan Kaynar: Hoş geldiniz. Öncelikle elinize sağlık, yine oldukça titiz ve kapsamlı bir çalışma olmuş. Hemen sorularıma geçmek istiyorum. Hasan Âli Yücel’i bir “figür”, şahsından ayrı bir “kamusal figür”, Kemalizm’in ve “milli kimlik inşa sürecinin” bir figürü, “bir hali tavrı temsil eden” bir imge olarak ele aldığınızı söylüyorsunuz. Bu açıdan birbiriyle bağlantılı iki sorum olacak: İlk olarak, bir tarihsel şahsiyeti bir kamusal figür olarak ele almaktan kastınız nedir? İkinci olarak, Erken Cumhuriyet’i, üzerinden okuyabileceğimiz İsmet İnönü, Recep Peker gibi birçok figür varken, birçok tarihsel kişilikten bahsedebilecekken neden Hasan Âli Yücel’i seçtiniz? 

Tanil BoraTanıl Bora: Hoş buldum, davetiniz için teşekkür ederim. Kamusal bir figür olması kuşkusuz kendi şahsi özelliklerinden, kendi üretimi, yapıp ettiklerinin aynı zamanda güçlü bir temsil işlevi görmesinden. Erken Cumhuriyet’in temel ideolojik hatlarını çizenlerden biri ya da en azından o hatları desenleyenlerden, içini dolduranlardan, taramasını yapanlardan biri. Özgün kişiliğinden öte kamusal ve siyasal işleviyle simgeleşmiş birisi. Bu yanını belirtmek bakımından o tabiri kullanmıştım. Aynı zamanda tabii kendi şahsiyeti de var. Başka biri olabilecekken onu seçmemin nedeni de orada saklı. Sanırım pek çoğundan daha renkli. Hasan Âli Yücel’in özellikle belirli dönemlerde bir ekigorm, basitçe bir ideolojinin popülarizatörü hatta vulgarizatörü işlevi gördüğünü de söyleyebiliriz. Ama bunu başkalarından daha başka bir incelikle, başka bir maharetle yapan; kendi kişisel rengini her zaman ortaya koyabilen, kendi kişisel rengi olan birisi. Bir de sadece bu işleve indirgenemeyecek birisi. Siyasî olarak yükseliş ve düşüş dönemleri var. Düşüş dönemi bana göre, benim gözümde çok daha ilginç ve sempatik. Dolayısıyla çok cepheli birisi; bir mercek gibi… Onu bir mercek olarak alıp Türkiye’nin birkaç on yıllık tarihine ve onun birçok konusuna bakıp ince ayrıntılar görmemiz mümkün. Buna imkân veren bir şahsiyet.

Hasan Âli Yücel’in çocukluğunun dinle, gençliğinin ise milliyetçilikle dolu olduğunu söylüyorsunuz. Sizin de belirttiğiniz gibi gençliğinde kin ve intikam hamasetini işleyen dergilerin önde gelen örneklerinden Mektepli’de şiirleri de yayınlanmış. Siz de çalışmanızın ilerleyen sayfalarında bu milliyetçiliğin sosyal Darwinist ve pozitivist yönler taşıdığını belirtiyorsunuz. Hatta yine çalışmanızın bir yerinde de onun “yazarlık belagatini milliyetçiliğin ustura kayışında bilemiş” olduğunu dile getiriyorsunuz. Sadece Hasan Âli Bey’i değil, bir dönem Nazım Hikmet’i, Ethem Nejat’ı ve Şevket Süreyya’yı da -ki örnekleri kat be kat artırmak mümkün- etkileyen, hatta saydığım diğer örneklerin daha sonraları sosyalizm algılarını da derinden şekillendiren bu sosyal Darwinizm ve pozitivizmi Hasan Âli örneği ya da sizin ifadenizle “figürü” üzerinden biraz konuşabilir miyiz?

Tabii. Andığımız ve anmadığımız dönemin aydınlarının, soldan sağa bütün yelpazenin hemen hemen hepsi gibi Hasan Âli Yücel de çağının adamı. O dönemin hâkim paradigması bu. Özellikle Balkan Savaşları sonrasında bir milletin, herhangi bir varlığın hayatta kalmasının güçlü olmasına hatta gaddarlığa hazır olmasına dayandığı fikri -ayrıca bu fikir Türkiye’ye özgü de değil- Balkan Savaşları’nın uyandırdığı dehşetli kaygıyla iyice herkese basan bir fikir. Dönemin, çağın da fikri. Yücel de o rüzgârla davranmış, herkes gibi aynı rüzgâra kapılmış birisi. Hatta sosyal Darwinist ve pozitivist kalıplara bakarsak, aslında kalıcı olarak ve çok derinlemesine kapılmışlardan da sayamayız onu. Hatta sonrasında felsefeye ciddi, küçümsenmemesi gereken bir ilgisi de var ve felsefi olarak pozitivist olduğunu söylemek zor örneğin. Bu bağlamda daha eleştirel rasyonalist denebilecek bir tutuma yatkın. Ayrıca her zaman metafiziğe ayırdığı bir yer var. Onun hayata bakışını -başka bazılarını tanımlayabileceğimizin aksine- sosyal Darwinizmle tanımlayamayız. Özellikle gençlik döneminde Millî Mücadele öncesi, süreci ve sonrasında o hissiyat yani sosyal Darwinizmin damgasını vurduğu düşünsel çerçeve onda çok baskın. Ama bu durum kalıcı olmuyor ve onun bütün çerçevesini belirleyen bir tavır değil.

Ama gençlik dönemlerinde böyle bir etki var.

Tabii. Zaten bir şakirt olarak Türk Ocakları atmosferinde yoğrulmuş birisi. Dolayısıyla öyle olması da çok doğal.

Hasan Ali Yücel’i Cumhuriyetin maarif ordusunun önce neferi, sonra subayı, kurmayı nihayet komutanı olarak ele alıyorsunuz ve onun eğitime verdiği önemi de ulus-inşası kavramı üzerinden milliyetçiliğine eklemliyorsunuz. Bu hat üzerinde biraz konuşabilir miyiz?

Genclerle Bas Basa Fasizm min
Fatih Yaşlı (2020), Gençlerle Baş Başa: Faşizm, Yordam Yayınları. Gençlere yönelik sosyal bilim kitaplarını her daim okumaya ve programda da bu kitaplara yer vermeye çalıştığımı bütün izleyicilerimiz biliyorlardır. Fatih Yaşlı Hoca da bu alanda Yordam Yayınlarının Gençlerle Baş Başa serisine hayli katkıda bulunmuş, biz de farklı haftalarda Hocanın farklı kitaplarına yer vermiştik. Bu kitap da diğerleri gibi yine sohbet havası içerisinde yazılmış. Kendi bölümündeki güvenlik görevlisi Ali’ye faşizmin ne olduğunu anlattığı sohbet kurgusu üzerinden gençlere faşizmi anlatmaya çalışıyor. Faşizmin tarihi, ulus, millet, etnisite kavramları, Nazilerin iktidara gelişi, İtalya’da Mussolini döneminde faşizmin yükselişi, II. Dünya Savaşı gibi birçok noktaya değinmiş. Eleştireceğim tek nokta ise dili: dili gençlere göre biraz ağır olmuş diyebilirim. Yine de serinin tamamı kaliteli kitaplarla dolu.

Ulus inşasının en önemli araçlarından biri tabii ki eğitim. Bu hepimizce bilinen bir şey. Yücel de bunu can-ı gönülden benimsemiş insanlardan biri. Malum o dönemde, ulusal inşa döneminde her yerde olduğu gibi Türkiye’de de vatandaş yetiştirmek, aynı zamanda millete bir fert ve milli bir kimliği benimsemiş ve içselleştirmiş insan yetiştirmek hedefiyle doğrudan doğruya birleşiyor. Yücel’in milliyetçiliğinde, hem hümanizan/hümanist cephesiyle hem milliyetçi olarak tanımlayabileceğimiz cephesiyle temel uğraştığı bu: eğitimcilik. Çünkü profesyonel olarak en çok eğitimci olduğunu söyleyebiliriz. Hayatının en büyük kısmını eğitimci olarak geçirdiğini, siyasi olarak Millî Eğitim Bakanlığı’ndaki görevinden önce çeşitli kademelerde bulunduğunu, öğretmen ve bürokrat olarak görev aldığını ve buna gerçekten kendisini adadığını görüyoruz.  Vatandaş kimliğiyle milli kimliği mezcetme, olabildiğince dengeli ve tutarlı bir şekilde mezcetme kaygısını gütmüş olduğunu da söyleyebiliriz. Tabii bunda dalgalanmalar görebiliriz. Devletin toplam tehdit algısına ve ajitasyon ihtiyacına bağlı olarak kimi zaman gerçekten millete adanmışlığın, devlete adanmışlığın, milli şeflere adanmışlığın hamasi bir şekilde çok öne çıktığı momentler var. Biraz geri çekilip toplam performansına baktığımızda görece uyumlu, görece dengeli bir şekilde bu iki yakayı, vatandaşla milletin ferdi olma yakasını birbirine kavuşturmaya ciddiyetle çaba gösterdiğini söyleyebiliriz. Ama o gerilim onda da var.

Hasan Âli Yücel’in ulus inşâsı süreciyle bağını kitapta detaylarıyla anlatıyorsunuz zaten ama burada da biraz tartışmamız mümkün olabilir mi? Ulus inşâsını eğitim, Erken Cumhuriyet dönemi politikaları Hasan Âli Yücel örneğinde bir araya nasıl getiriyorlar?

Hepimiz Ayni Belediye Otobusundeyiz min
Ateş İlyas Başsoy (2020), Hepimiz Aynı Belediye Otobüsündeyiz, Ayrıntı Yayınları.
Ateş İlyas Başsoy tabir-i caizse beş parmağında beş marifet olan hocalardan birisi. Matematikçi, iletişimci, çok da pratik bir insan. 2019’daki yerel seçimlerde CHP’nin seçim kampanyasını yapan kişi. 2014’te şimdiki Ankara Büyükşehir Belediye seçim kampanyasında, daha önce de CHP için çalışmış. Ama kazanan partiye yönelik çalışan biri olduğunu ya da kitabın da bu minvalde yazıldığını sanmayın. Bu kitap siyasal iletişim konusunda çok yoğun pratik örnekleri de barındıran rahatlıkla bir master programında da okutulabilecek kalibrede bir kitap. Malum, artık siyasi partiler mi seçimlere katılıyor yoksa siyasal reklam şirketleri mi; kim kazanıyor kim kaybediyor sorusunun cevabında ibre reklam şirketlerini gösteriyor. Buna dair çok güzel veriler de var. Yazarın eline koluna sağlık.

Burada sadece müfredatı değil; yanı sıra “klasikler” projesini de hesaba katmamız lazım. Halk eğitimi gibi düşünürsek, örgün öğretim içerisinde kurumsal bir müfredata dayalı eğitim-öğretimin yanı sıra halk eğitimi, aydın yetiştirme formasyonunu da düşünmemiz gerekir. Özellikle hümanist damarın daha güçlü seyirdiği alan, büyük klasikler çevirisi. Sadece Batılı değil; Doğulu klasiklerin de bütün insanlık tarihinin mirasının parçası olarak ele alınmasını göz önünde bulundurduğumuzda Hasan Âli Yücel’in evrensel olanla, bütün insanlığa ait olanla milli olan arasında medeni bir ilişki kurmaya önem verdiğini gönül rahatlığıyla söyleyebiliriz. Zaman zaman buna uymadığını düşünebildiğimiz bazı çıkışları, bazı ajite momentleri görsek de toplamda bunla uyumlu olduğunu görebiliriz. Gerçekten sağlıklı ve modern bir milli kimliğin koşulunun o, büyük insanlığın mirasını paylaşmak ve kendini onun bir parçası olarak algılamak koşuluna bağladığını, buna iman ettiğini söyleyebiliriz. Zaten onun, karşıtlarınca da taraflarınca da öncelikle hümanizmle anılması haklı olarak böyle bir şeye dayanıyor. Ama ben, hümanist Hasan Âli Yücel imgesine pek kolay uymayabilecek milliyetçiliğine de dikkat çekmeye çalıştım. Kıbrıs konusu da bunun bariz bir örneği. O kadar bilinmeyen Kıbrıs’la ilgili kitapçığını da o bakımdan öne çıkardım. Gerçekten, pekâlâ şovence olan bir yere meyledebildiğini de görebiliyoruz. Bu da ona özgü değil, dönem içerisinde çok şaşırtıcı değil; ancak bu şu bakımdan önemli: Hasan Âli Yücel deyip geçmemek gerekiyor. Hümanist bir milliyetçilikle baya şoven bir milliyetçilik arasındaki geçişlerin pek kolay olabileceğini düşünüyor ve savunuyorum. Yücel’de de bunu görebiliyoruz.

Ha keza, siz Hasan Âli Yücel’in Maurice Barres ile ilişkisini de alıyorsunuz ve haklı olarak tabii, protofaşist diyorsunuz. Rövanşist, etno-nasyonalist bir adam. Rousseau’nun “genel irade”sinin yerine Ernest Renan’ın “nation” kavramını getirmesini baz aldığımızda protosunu da boş verelim baya baya “faşizme çeyrek kala” bir adamdan bahsediyoruz.

Buna Tuncay Birkan da geçen sene çıkan kitabında dikkat çekmişti. O Yücel’den bahsetmiyordu ama Türkiye’nin hümanist olarak bildiğimiz birçok aydınının -Yakup Kadri de bunun bir örneği- Maurice Barres’ı milliyetçiliğin öğretmeni olarak ve milliyetçiliğin atılı referansı olarak hayranlıkla andığına dikkat çekmişti. Bu adamlar faşist. Onun öyle olduğunu düşünmek ama onun öyle olduğunu fark etmemek de bir problem.

Çalışmanızda Hasan Âli Yücel’in, din ve milliyetçilik ilişkisi konusundaki görüşlerine de yer veriyorsunuz ve onun dini milliyetçiliğe lehimleme konusunda İslam’ın her türlü tarihi başarısını Türklüğe atıfla açıklamaya çalıştığının altını çiziyorsunuz. Bu hususa burada da değinebilir misiniz? Özellikle sizin Hasan Âli’nin “Kartaca yıkılmalıdır” inadı olarak tanımladığınız “Türkçe ibadet” mevzusuna da değinebilir miyiz? Malum, “Kartaca yıkılmalıdır!” benzetmesini çok daha önceleri Birikim’de de yazmıştınız ve Romalı senatör Marcus Porcius Cato’nun lafı nasıl her konuşmasında dönüp dolaşıp Kartaca’nın yıkılması gerektiğine getirdiğini anlatmıştınız. Bu açıdan Hasan Âli Yücel’de ibadetin Türkçeleşmesi, din-milliyetçilik ilişkisinin kesişim noktası olarak alınabilir mi?

atesi calan yolcular min
Şehriban Teyhani (2020), Ateşi Çalan Yolcular 1: Kamer Teyhani Kitabı, Ayrıntı Yayınları.
1980 öncesi sosyalist hareketinin içerisinde önemli isimlerden olan Kadir Teyhani’nin eşi Şehriban Teyhani tarafından yazılan biyografi- anı karışımı türünde bir kitap. Kitap ilk çıktığında Ragıp Zarakoğlu Hocanın Evrensel’de kitaba dair bir eleştiri yazdığını hatırlıyorum. Bu kitabın sadece resmî ideolojiye karşı değil; solun resmi ideolojisine karşı da yazılmış olduğunu söylüyordu. Kitaba Kamer Teyhani’yi ve onla ilgili anılarını anlatması için birçok isim konuk edilmiş. Yalnız birkaç eleştirim olacak. Kitapta Kamer Teyhani’nin kim olduğuna değinilmemiş bile. Kamer Teyhani DevYol/ DevSol bölünmesinden önce bile İstanbul Yüksek Öğrenim Kültür Derneği içerisinde etkili olan bir isim. Daha sonra 1977’de Devrim Metal İş Sendikası Genel Sekreterliği yapıyor. 1980’de cezaevine giriyor. 1988’de Kırşehir Cezaevinden firar edenlerden birisi. 2000 yılında da kanser hastalığından vefat ediyor. Kitapla ilgili yapacağım temel eleştirilerden birisi bu: keşke Kadir Teyhani’nin de detaylı şekilde hayatına yer verseydi. İkincisi de söyleşi yapılan kişilerin de hepsini tanıyamıyoruz. Dolayısıyla onların kısa da olsa bir biyografilerine yer verilseydi güzel olurdu. Ancak 1980 öncesinin gençlik hareketini, sosyalist hareketini anlayabilmek için önemli kaynaklardan birisi.

Yücel’in dinle ilişkisi ve dindarlığı da çok karmaşık ve çok katmanlı bir konu. Bir kere sahici bir dindar. Din, hayatında çokça yer kaplıyor. Mevlevî meşrep olduğu bilinen biri. Bu da özellikle Ahmet Güner Sayar’ın çalışmalarıyla ilk vurgulanan bir husustu. Nitekim bu çok açık görünüyor. Zaten bana ilginç gelen Yücel’i ele alan birçok biyografik çalışmada bu yanının hiç görülmemiş ya da görülse bile çok geçiştirilmiş olması. Oysa din onun hayatında baya yer kaplayan bir konu. Dinle ilişkisini tamamen ve sadece milliyetçilikle ilgili olduğunu söyleyemeyiz ama dini, milli din olarak kurmayı gerçekten çok önemsiyor. Türkçe ibadet ve bütün dini kaynakların Türkçeleştirilmesi orada hayatî bir yer tutuyor. Bu da dönemin anlayışının bir parçası ama CHP içinde bu fikir terkedildikten sonra da Hasan Âli Yücel, bu fikri savunmayı sonuna kadar sürdürüyor. Bu onun için iki bakımdan önemli: Birincisi hakikaten dinin millileştirilmesi, bir Türk dini haline gelmesi ki, zaten dediğim gibi birçok büyük İslam âliminin Türklüğünü kanıtlamaya ve bunun altını çizmeye büyük önem veriyor. İkincisi de onun açısından dinin aklîleşmesi bakımından da önemli. Dinin akılla da savunulabilir bir olgu olduğunu ancak sadece aklî bir olgu olmadığını da kuşkusuz düşünüyor. Metafiziği tanıyan birisi sonuçta ama aklî yanının öne çıkması ve İslam dininin aynı zamanda rasyonel son din olduğu fikrine gerçekten kanî biri olarak bunun görülmesi bakımından bunu önemsiyor. Zaten Tek Parti dönemi hariç birçok yazısında hadisleri ve ayetleri yazılarında çok doğallıkla, hiç araçsal olmadan, gerçekten kendi anlatısının organik bir parçası olarak kullandığını, buna samimi olarak inandığını da görüyoruz. Dinin rasyonel olarak da kabullenilebilir ve görüş açınızı aydınlatan evrensel bir kaynak olduğunu orada da görüyoruz. Türkçe ibadet ve dini metinlerin Türkçeleştirilmesi Yücel için milliyetçiliğin yanı sıra bu bakımdan da önem taşıyor.

Cumhuriyetin kurucu kuşağının önlerinde, Balkanlarda Ortodoks Hıristiyanlık örneği var. Buralarda ulusal kiliseler, daha ulusallaşmış Hıristiyanlık, milliyetçileşmiş Hıristiyanlık gibi o milliyetçiliği pekiştirici bir rol oynuyor. Erken Cumhuriyet’in de buna ihtiyacı var ama İslam üzerinden. Bir ulusal İslam yaratmak fikri -ki ibadetin Türkçeleştirilmesi olarak da bunu düşünüyorum- size bunu sormak istiyorum: Böyle bir öykünme ya da benzetme olduğundan bahsedebilir miyiz?

Bence objektif olarak, yani tarihsel tecrübeleri mukayese ettiğimizde objektif bir paralellik görüyoruz, doğru. Ama ilham almak dersek, Balkanlardan pek ilham alınmadığını, oraya pek bakılmadığını görüyoruz. Gözlediğim kadarıyla Türkiye’deki dinin millileştirilmesi davasını önemseyen aydınların en önemli referansı Martin Luther ve Almanya örneği. En çok oradan etkileniyorlar ve onu doğru buluyorlar. Onları meseleyi çok hızlı ve şahane bir şekilde halletme yolu olarak Martin Luther büyülüyor. Bence zaten sizin yaptığınız mukayese toplamda çok eksik yapılan bir mukayese. Bizim genel olarak Türk milliyetçiliği ve Balkan milliyetçilikleri arasında çok yönlü mukayeselere çok ihtiyacımız var. Bu tarz mukayeseler bize çok şey öğretecek ve gösterecek. O paralelliği kurcalamak sosyal bilimlerin, özellikle siyaset biliminin çok büyük bir eksiği.

Serbest Cumhuriyet Fırkası sonrası çıkılan uzun yurt gezisinde Sivas’ta geçtiği rivayet olunan 1 ve 0 anısını okuyucularımızla da paylaşabilir misiniz?  Bu benzetme yüzünden Yücel’e uzun bir zaman “dalkavuk” muamelesi yapılır. Oysa, Atatürk’ün Anıtkabir’e 1953’teki defni sırasına söylediği rivayet edilen “Atatürk: Seni sevmek ibadettir.” sözü de bundan çok farklı değildir. Sözü, Behçet Kemal Çağlar’ın Atatürk Mevlüdü’ne, hatta Halide Edip’in Atatürk’ün ellerini bir parsın ellerine benzetmesine kadar getirmek de mümkün. Sizin bu konudaki düşüncelerinizi öğrenebilir miyiz?

Siyasal Islam Kitap min
Kadir Cangızbay (2019), Post Modern Pre Modern’i Öpüyor: Siyasal İslam, Nika Yayınları.
Bu kitap aslında Kadir Cangızbay Hocanın daha önce 2016 yılında A Yayınlarından çıkan kitabının genişletilmiş hali. Kaynakları genişletmişler, yeni makaleler eklemişler. Hocanın eski makalelerinden oluşan bir derlemesinden oluşuyor. Aslında kitabın alt başlığı içindekilerin tamamını kaplıyor diyebilirim. Bilim, aydınlanma, Cumhuriyet, 27 Mayıs, Anarşizm, Türk Solu gibi birçok konuda Kadir Cangızbay Hocanın belirli başlı eserlerinden seçmelerin olduğu bir kitap olmuş.

Bu, hakikaten Hasan Âli Yücel’in ayağına çok dolanmış bir hikâye. Mustafa Kemal’in, Serbest Cumhuriyet Fırkası’nın kapatılmasından sonra halkın gönlünü kazanmaya ve rızasını güçlendirmeye dönük trenle yaptığı meşhur yurt gezisine katılanlardan biri de Yücel. Sivas durağında, akşam sofrada konuşulurken -o zamanlar Yücel çok genç bir maarif müfettişi- Mustafa Kemal, “Hasan Âli Bey, siz felsefeyle meşgulsünüz; şu sıfır nedir, bir izah edin.” diyor. O da matematik felsefesiyle çeşitli biçimlerde bunu izah etmeye çalışıyor. Mustafa Kemal: “Daha anlaşılır bir şekilde söyleyin, nasıl yani, hiç midir sıfır?” gibi sorularla sürekli sözünü kesiyor. Tatmin olmuyor ve bakalım nasıl bir çözüm bulacak diye onu zorluyor. Yücel de sonuçta “Sizin yanınızda benim mevkiim sıfırdır.” diyor, gülüşülüyor ve ortam rahatlıyor. Yani şöyle, tabii, sizin yanınızda benim konumum sıfırdır diye açıklamak kuşkusuz kendini küçülten, bir dalkavukluk örneği olarak görülüyor. Böyle bir yanı da var şüphesiz, bu yadsınamaz; ama kabul etmek lazım ki bunun nükteli bir yanı da var. Hatta birazcık da “galiba böyle bir şey söylememi istediniz” imasını da verebiliriz. Ama sonrasında özellikle Yücel’i sağdan hırpalayanlar, Türkçüler başta olmak üzere, onu hep sıfır olarak alıyorlar. Sıfır onun kalıcı sıfatına dönüşüyor. Erken Cumhuriyet döneminde Mustafa Kemal’le ilgili benzeri yapılmış başka tabasbus örnekleriyle kıyas edildiğinde bunda her şeye rağmen bir nükte, bir mizah, bir incelik olduğunu düşünüyorum ben. Sonradan kendisi de bunu Mustafa Kemal’e, onun tarihsel kişiliğinin emsalsizliğine nazaran kendi konumunu tanımladığını; kendisini mutlak olarak sıfır şeklinde tanımlamadığını söyleyerek izaha kalkışıyor. Yücel’in kendi kişiliği dolayısıyla -biraz da Mevlevi meşreplikten kaynaklı- “biz hiçiz bu alemde, bu deryada bir katreyiz” gibi biçimlerde ifade etmeye yatkın bir yanı da var. Bunları, onu hoş göstermek gibi bir kaygıyla söylemiyorum. Neden öyle bir kaygım olsun zaten? Şöyle özetlersek hem sizin dediğiniz gibi o dönemin toplam tabasbus eğiliminin bir örneği ama ondan ibaret de değil. İşin içinde başka bir nükte de var. Onu da teslim etmek gerekir.

Oğlu Can Yücel’in siyasî kimliği bir yanda, sağın Yücel’in hem kendi döneminde hem daha sonrasında “komünistleri himaye etti”, “Hasan Âli Yücel de komünistti” gibi eleştirileri de öte yanda sanki sol-sosyalist bir Hasan Âli Yücel imgesi de ortaya çıkıyor. Ayrıca siz çok güzel bir teşhiste bulunmuşsunuz: Anti-komünist biri asla değildi ama gayrı komünistti diyorsunuz. Detayı çok güzel veren bir fark bu. Bunu özetlememiz mümkün olabilir mi?

Aslında, Yücel’in özellikle 1950’lerdeki yazılarında klasik antikomünist söylemi tekrar eden birçok yere rastlarız. Kızıl sıfatını gönül rahatlığıyla karalayıcı bir sıfat olarak kullanır. Bu klasik antikomünist söylemin bir örneği. Bundan geri durmaz ama derdi gücü antikomünizm olan, dünyadaki en büyük problem olarak komünizmi gören birisi olduğunu söylemek de haksızlık olur. Aslında temel olarak antikomünist olduğunu söyleyebiliriz, ancak büyük davası bu değil. Sosyalizme de çok nispet eden biri değil. Bazı görüşlerinin bir tür sol-sosyal demokrat ya da demokratik sosyalist görüşte telif edilmeye müsait yanları yer yer var, çok bütünlüklü ve tutarlı bir şekilde olmasa da bunu söyleyebiliriz. Oğluyla ilişkisinde de bu bir çapak. Oğlunun “aşırı sola meylettiğini” düşündüğü için de biraz, yurtdışına gitmesini sağlıyor. Solculara fazlaca bulaşmaya başladı gibi bir endişeyle, Can Yücel’in apar topar kendi branşı olmayan bir branşta öğrenim görmesi için yurtdışına gitmesini görüyoruz. Birbirleriyle çok sevişen, birbirlerini çok seven baba-oğul arasında da böyle bir çapak hep var. Can Yücel, hızla sosyalistleşirken ya da komünistleşirken her konuda çok beğendiği babasını bu bakımdan beğenmiyor. Babası da onun fazla sola kaymasından rahatsız oluyor. Tabii çok dostane bir şekilde cereyan ediyor ama var böyle bir fark.

1950 sonrasında artık CHP’den istifa eden, İş Bankası Kültür şubesine tayin olmuş, ununu elemiş eleğini duvara asmış bu bakımdan inzivaya çekilmiş olsa da kültür çalışmalarına da devam eden bir Hasan Âli Yücel var.  Geç Hasan Âli Yücel’i de sizden birkaç cümleyle dinleyebilir miyiz?

3. Havalimani Iscileri Kitap
Kazım Bayraktar, Özgür Karabulut, Bahadır Altan, Haluk Ağabeyoğlu, Beyza Üstün (2020), 3. Havalimanı İşçileri Mistik Tülü Kaldırdı, Ayrıntı Yayınları.
3. Havalimanı İşçileriyle Dayanışma Platformu, 2018’de 3. Hava Limanı ile ilgili olaylardan sonra kendi aralarında oluşturdukları bir platform. Yazarları da bu platform adına yazıyorlar. Kitapta 3. Hava Limanına dair ne ararsanız bulabileceğiniz bir kitap. Gerçekten de bilmediğim birçok şey öğrendim ÇED Raporlarından 3. Hava Limanı ile ilgili TBMM’de geçen konuşmalara, basında bu konuda yapılan tartışmalardan, havalimanının kurulduğu bölgenin coğrafyasına kadar birçok şeyi bu kitapta bulmanız mümkün. Kitabı kaleme alan ekibin ellerine sağlık.

Bana çok sempatik gelen bir zamanı. Gerçi, düşkün zamanı ama şu durum bana hakikaten çok hayranlık uyandırıcı geliyor: siyaseten hakikaten çok hırpalandıktan, siyasetten açıkça tasfiye edildikten sonra o dünyayla ilişkisini sahiden kestiğini görüyoruz. Gerçekten ilgilenmiyor, bir şey yazmıyor, 27 Mayıs hariç kurcalamıyor. 27 Mayıs onu tekrar siyasî heveslere yönlendiriyor ama on yıl boyunca, 1950’li yıllar boyunca gerçekten hiç alakası yok; tamamen kültür işleri, çeşitli konularda reel politikten birkaç adım geri çekilmiş olarak birtakım yorumlar, denemeler… Kendisini buna hasrediyor ve bu durum bana çok sempatik geliyor. Bir tür yeni başlangıç yapmayı içine sindiriyor. Bir küskünlük var ve o küskünlüğün de deyim yerindeyse tadını çıkartıyor. O küskünlük halini de meşrebine katıyor ve muazzam üretken olmayı sürdürüyor. Bu, bana çok saygıdeğer geliyor. Çünkü başka bir yanı var, hayatı ikbal ve siyaset dünyasından ibaret değil. Hayatında başka şeyler var ve bu onu kurtarıyor aynı zamanda.

Cereyanlar’dan sonra -aradakileri saymıyorum bile- Hasan Âli Yücel geldi, Tanıl Bora okuyucuları bundan sonra hangi çalışmanızı okuyacaklar?

Şu aralar Süleyman Demirel biyografisine giriştim. Bu zaten benim 20 senelik bir projemdi, ertelemiştim. Şimdi ömrümüz olursa ve siz bu yayını sürdürüyor olursanız ve davet ederseniz iki sene üç sene sonra belki onda buluşuruz.

İnşallah, ikimizde de sağlık-sıhhat olursa… Ben eminim ki yine çok güzel bir kitap çıkacaktır. Tanıl Hocam, geldiğiniz için çok teşekkür ederim.

Ben teşekkür ederim, sohbet için.

Bir Cevap Yazın

SON YAZILAR