Salı, Nisan 23, 2024
spot_img

Tarımda Yoksullaşmanın Kronolojisi

Gıda fiyatları artıyor. Küçük çiftçiler ve köylüler kazanamıyor. Girdi fiyatları artarken, uluslararası piyasaya bırakılmış gıda fiyatlarını küresel gıda ve tarım şirketleri belirliyor. Her hasat dönemi ithalat ile ürün fiyatları baskı altına alınıyor. Bazı ürünlerde gümrük vergileri sıfırlanıyor. Çiftçilerin pazara ulaşmalarında çeşitli zorluklar çıkarılıyor. Uygulanan tarım politikalarıyla gıda krizi tetikleniyor.

Tarımın doğduğu söylenen topraklarda, geçmişin önemli bir tarım ülkesinde gelinen bu durum, 1950’lili yıllardan itibaren Türkiye’ye çizilen tarım politikalarının sonucudur. Türkiye 1950 yılından itibaren endüstriyel tarım tarzını kabul etmiş, daha doğrusu kabul ettirilmişti. Küçük çiftçilerin, aile tarımı yapanların çoğunlukta olduğu bir tarımsal yapıda pahalı bir üretim tarzı olan endüstriyel üretime geçmek ve bu üretim tarzını yaygın hale getirmek kolay değildi. Uygun alt yapının oluşturularak kapitalist ilişkilerin kırsal alanda yaygınlaştırılması, pazar için üretimin önünün açılması gerekliydi. Onun için ürün fiyatları yükseltildi. Desteklemelerin yapılabileceği, girdi sübvansiyonlarının sağlanabileceği, taban fiyat uygulamalarının yapılabileceği, düşük kredi faizlerinin uygulanabileceği, çiftçilere bilgi desteği verilebileceği vb. kurumsal yapılar oluşturuldu. Bunlara rağmen ancak üretebilen çiftçiler ve köylüler umutlarını hep gelecek yıllara taşıyabiliyorlardı.

1980’li yıllarda neo liberal politikaların uygulanmaya başlamasının tarımı da etkilemesi kaçınılmazdı. Endüstriyel tarımı dayatan, tarımsal yapınızı buna göre şekillendirin diyenler, şimdi de devleti tarımdan çekin, tarımsal yapınızı şirketleştirin diyorlardı. Aktörler yine aynıydı, IMF, Dünya Bankası daha sonra DTÖ. Tarımda liberal politikaların uygulanmaya başlanmasıyla gelen her hükümet üstüne düşeni yaptı, bütün bir tarımsal yapı dağıtılarak tahrip edildi. Süreç 1999 ve 2001 yıllarında IMF ve Dünya Bankasının “Tarımda Yeniden Yapılanma”, “Tarımda Dönüşüm” programlarıyla hızlandı. Kemal Derviş 15 günde 15 yasa diyerek Şeker ve Tütün Yasa’larını çıkarttı. Ardından gelen AKP iktidarı kalan yerden tarımsal yapıyı daha hızlı bir şekilde tahrip etmeye devam etti.

Tarım eski bakanı Mehdi Eker’in ne yapılmak istendiğini açıkça ifade eden sözleri şöyleydi: “Ya köylüler şirketleşecek ya da şirketler tarım yapacak”. Hızla Türkiye tarımı şirketleşmeye, küçük çiftçi ve köylü ürettikçe kazanacağı yerde zarar etmeye, topraklarını ve mesleklerini bırakmak zorunda kalmaya başladı. Topraklarını, mesleklerini kaybeden çiftçiler, kentlerin yeni yoksulları, işsizleri veya en ağır işlerde güvencesiz çalışmak zorunda kalan işçileri oldular. Yetmiyormuşçasına, çiftçilerin tarım arazileri, suları, çevreleri maden, enerji ve inşaat şirketlerine açılarak tahrip ediliyor. Kırsal alanı boşaltarak ekosistemleri koruyacak özneler yok ediliyor

Bütün olumsuzluklara rağmen ısrarla üretmek isteyen, ısrarla üretmeye çalışan çiftçilere önerilen sözleşmeli üretimle şirketlere bağlanmaları oluyor. Tarım ve Orman Bakanı Bekir Pakdemirli çiftçilere ısrarla sözleşmeli üretim yapmalarını öneriyor. Böylece şirketler piyasadan daha pahalıya, belki de daha kalitesiz ürünü almak yerine ürünü kendilerine sözleşmelerle bağladıkları çiftçilere ürettiriyor. Üretim yapmak için gerekli girdileri alma gücüne bile sahip olmayan çiftçiler, girdilerini ve tohumları aldıkları şirketler adına üretmek zorunda kalıyorlar. Toprağında hangi ürünü ekeceğine karar verme hakkını bile kaybetmiş çiftçilere üretirken ne zaman ne yapacağını, ne zaman hangi ilacı, ne kadar kullanacağını şirketler söylüyor. Çiftçilik bilgileri değersizleşmiş, üretim sürecine, ürününe yabancılaşmış çiftçiler kendi toprağında işçileşiyor, yine de kazanamıyor.

Şirketlere bağlanan sadece çiftçiler olmuyor. Tarım ve gıdanın üretiminden, tohumuna, girdilerinin sağlanmasına, pazarlanmasına kadar bütün bir sürecinin az sayıda küresel gıda ve tarım şirketinin kontrolüne geçmesi tek tek bireyleri gıdaya bağlı hale getirecek, onları teslim alacak bir süreci de işletiyor. Tabağımızdaki çeşitliliği azalmış, eski besleyicilik özelliği kalmamış, üretim süreçlerini takip edemediğimiz hangi ürünleri tüketeceğimize şirketler karar veriyor. Oysa salgınla mücadele edebilmek için güçlü bağışıklık sistemlerine sahip olmamız gerektiğini bilim insanları söylüyor.

Gıdanın çok az sayıda şirketin eline geçmesi, Birleşmiş Milletlerin kabul ettiği “Beslenme Temel Hakkı”nın da ihlali anlamını taşıyor. Bu hak özetle, doğrudan veya parasal imkanlarla, niceliksel ve niteliksel olarak yeterli, kültürel geleneklere uygun, bireysel ve ruhsal olarak tatmin edici ve insan onuruna uygun her türlü korkudan arındırılmış bir yaşamı mümkün kılıcı olan gıda hakkıdır. Gıda Hakkının teminatı da küçük çiftçiler ve köylülerin varlığıdır. Gıdaya sahip çıkmak onları topraklarından kopararak veya şirketlere bağlayarak mümkün değildir. Onların yerel tohumlarıyla doğayla uyumlu üretimleriyle sağlıklı gıdaları üretmek ve ulaşmak mümkündür.

Onun için dünyanın küçük çiftçilerinin küresel örgütü La Via Campesina ve müttefikleri kısa adı “Köylü Hakları Deklarasyonu”nu hazırlamışlar ve 2018 yılında Deklarasyonu Birleşmiş Milletler Genel Kuruluna taşımış ve kabul ettirmişlerdir. Bu salgın koşullarında ve yeni salgınlara gebe olan bir dünyada hem insanlığın hem de gezegenin geleceği için, zehirsiz ve sağlıklı gıdaları üretme ve ulaşma hakkının güvenceye alındığı, biyoçeşitliliğin ve ortak varlıkların korunmasının ve ekolojik köylü tarımının kabul edildiği Köylü Hakları’nı uygulamasını ve bununla ilgili iç hukuk düzenlemesini yapmasını iktidardan talep etmek gereklidir. Bu talebi, sadece köylülerin ve küçük çiftçilerin değil sağlıklı gıdalara ulaşmak isteyenlerin de ortak talebine dönüştürmek gereklidir. Bu adım, şirketlerin gıda sisteminin kurulduğu bir dönemde gıdayı üretenlerin ve gıdaya ihtiyaç duyanların halkın gıda sistemini yani Gıda Egemenliği’ni inşa etmesinin ilk adımı olarak görülmelidir.

1 Yorum

Bir Cevap Yazın

SON YAZILAR