Kapitalizmin en önemli sorunları arasında yoksulluk ve yoksullukla mücadele stratejileri/programları yer almaktadır. Yoksulluk sorunu, ülkemiz özelinde, özellikle 24 Ocak Kararları ile birlikte uygulanmaya konulan neoliberal ekonomi politikaları ile görünür hale gelmiştir.
Akabinde tarımda yaşanan kapitalist dönüşümün küçük köylü mülkiyetini azaltması, tarım alanına yönelik uygulanan destek politikalarına aşamalı olarak son verilmesi ve buna bağlı olarak hane bireylerinin ücretli ve güvencesiz koşullarda iş gücü piyasasına dâhil olması ve kırdan kente göç süreci sonrası gecekondulaşma, kayıt dışı istihdam biçimleri ve nihayetinde yoksulluk bir yaşam biçimi haline bürünmüştür.
Bir başka ifadeyle yoksulluk kendisi ile birlikte farklı birçok sorunu da beraberinde oluşturmuştur.
Öncelikle, akademide ve çeşitli kuruluşların yürüttüğü çalışmalarda ortaya konulan nedenlere bakalım. Gelir dağılımındaki eşitsizlikler, hane halkı büyüklüğü ve yapısı, emek piyasasına bağlı nedenler, enflasyon, kamu harcamaları, fiyat politikaları, ücret politikaları ve işgücü piyasası, sosyal güvenlik sistemi, savaşlar, krizler, doğal afetler, salgın hastalıklar…
YOKSULLUK OLGUSUNA BAKMAK
Yoksulluk insanlık tarihi kadar eskidir. Keza, alan yazında bu soruna dönük ilk yaklaşımlar akrabalık/hısımlık sistemi ve insanların gönüllülük temelinde birbiri ile dayanışma/yardım etme biçiminde ortaya çıktığını gösteriyor.
Genel anlamı itibariyle, yoksulluk tanımını, yeterli kaynak ve gelir sahibi olamama, onurlu bir biçimde yaşamın idame ettirilmesi için gerekli olan su, gıda, giyecek, barınma ve sağlık gibi temel hak ve özgürlüklerden yararlanamama ile güvenlik gibi insani gereksinimlerden yoksun olmak olarak yapmak mümkündür.
Buna ek olarak sosyal, politik ve psikolojik alanlarda yetkinsizlik olarak da kabul edilmektedir. Dünya Bankası’nın tanımına göre, yoksulluk, bir kişi ya da hanenin, gıda veya gıda dışı temel ihtiyaçlarını karşılamak için ihtiyaç duyduğu minimum tüketim miktarına erişememe durumu olarak ele alınmaktadır.
Birleşmiş Milletler Kalkınma Programı ise, farklı bir bakış açısı geliştirmekte ve yoksulluğu, belirli bir insani gelişme düzeyinde olmama durumu ve koşulları içinde ele almaktadır. Bu tanıma göre de, belirli bir gelir düzeyini tutturamayan, temel kaynaklara ve sağlık ve eğitim gibi temel kamu hizmetlerine erişim olanağı olmayan kişiler yoksul olarak kabul edilmektedir. Görüldüğü üzere yoksulluk tanımları konusunda farklılaşma söz konusudur.
Toparlayacak olursak, yoksulluğu, bir insanın yaşamını sürdürebilmesi için gereksinim duyduğu temel ihtiyaçlarını karşılayamaması ya da ortalama yaşam standardından mahrum olması durumu olarak tanımlayabiliriz.
Alan yazında yoksullukla ilgili mutlak ve göreli yoksulluk olmak üzere iki yaklaşım üzerinde çoğunlukla durulur.
Mutlak yoksulluk, bir kişinin varlığını sürdürebilmesi ve en temel gereksinimlerini karşılaması için gerekli gelir düzeyine sahip olup olmama halidir. Bu yoksulluk türünün ölçümü için genellikle gıda yoksulluğu metodu kullanılır. Bu metoda göre, kişinin en az gelir bütçesinin hesaplanması yoluyla açlık sınırı belirlenir ve daha sonra aile büyüklüğü, yaş ve cinsiyetlerin özelliklerine göre kalori ihtiyaçları eklenip fiyatlandırılarak açlık sınırı belirlenir.
Birleşmiş Milletler, mutlak yoksulluk tanımında belirlenen insan hayatının devamını sağlayan temel fizyolojik göstergeleri şu şekilde ifade etmektedir:
- Beslenme: Vücut kitle endeksi 16’nın üzerinde olmalıdır. (Vücut kitle endeksi, vücut ağırlığının boy uzunluğunun karesine bölünmesi ile elde edilir.)
- Barınma: Evlerin her odasında dört kişiden az insan barındırılmalı ve evlerin zemininde toz, çamur veya kil olmamalıdır.
- Temiz içme suyu: İçme suyu sadece nehirlerden ve göletlerden gelmemeli ve yakında olmalıdır.
- Temizlik: Tuvaletler evde olmalı veya eve yakın umumi tuvaletlere erişim olmalıdır.
- Sağlık: Ciddi hastalıklarda ve hamilikte tedavi alınabilmelidir.
- Eğitim: Herkes okula gitmeli veya okumayı öğrenebilmelidir.
- Bilgiye Erişim: Herkes evinden gazetelere, radyolara, televizyona, bilgisayara veya telefon şebekelerine ulaşabilmelidir.
- Hizmetlere Erişim: Herkes topluma sunulan eğitim, sağlık, yasal, sosyal ve finansal hizmetlere erişebilmelidir.
Göreli yoksulluk, ise herhangi bir bireyin belirli bir yaşam düzeyine sahip olarak yaşamını sürdürebilmesi için gerekli toplu taşıma, içme suyu, eğitim ve kültürel etkinlikler gibi mal ve hizmetleri karşılayacak gelir düzeyinin altında gelire sahip olmasıdır.
Özetle, nispi(göreli) yoksulluk bireylerin toplumun ortalama refah düzeyinin altında gelir ve harcamaya sahip olması halidir. Göreli yoksulluk anlayışı, gelirin salt biyolojik gereksinimleri karşılayabilmesini yeterli görmeyerek, aynı zamanda ona insan onuruna yaraşır bir yaşam olanağı sağlamaya yetecek düzeyde olmasını da gerekli gören düşünsel temellere dayanır. Göreli yoksulluk mutlak yoksulluk düzeyinin üzerinde olmakla beraber, ne kadar üzerinde olduğu toplumun sosyoekonomik gelişmişlik düzeyine göre değişecektir.
Yoksulluğa yüklenen anlam yoksullukla mücadele biçimini de belirler. Örneğin, yoksulluk nispi yaklaşımla belirlenirse, mutlak ihtiyaçları belirlemeye gerek kalmaz ve gelir refahın dağılımındaki eşitsizliğin üzerinde daha çok durulur.
YOKSULLUK VE SOSYAL POLİTİKALAR
Bugün içinde bulunduğumuz koşullarda da yoksulluk sorunu gün geçtikçe büyümekte ve başta kentsel dönüşüm uygulamaları ve sosyal yardım projeleri olmak üzere gündemdeki yerini korumaktadır.
Yoksulluk meselesi genellikle suç, işsizlik, adaletsizlik, sosyal dışlanma gibi konularla birlikte anılmaktadır.
Sosyal politikanın gelişimi içerisinde sosyal yardımlar, yoksulluk ve işgücü arasındaki ilişkinin birikim rejimleri temelinde seyri bakımından bir anlam taşır. Bu gelişim çizgisi kamu müdahalesinin refah devleti ve ücret disiplininin oluşum koşullarındaki yeri şeklinde iki temelde ilerlemiştir. Sosyal adaleti ve sosyal güvenliği sağlamanın yanında tüm insanların onurlu bir biçimde yaşamını sürdürebilmesini sağlayacak asgari bir hayat standardını gerçekleştirmekle yükümlü olan devleti tanımlayan sosyal devlet veya refah devleti olgusu, 20. yy. kapitalizminin yaşadığı tarihsel ve toplumsal çelişkilere çözüm sağlamaya çalışan bir devlet biçimidir.
Sosyal devletin bahsedilen yükümlülüklerini yerine getirmesi noktasında öne çıkan işlevi ise sosyal yardımlardır. Sosyal yardımlar özet olarak, yoksunlaşmayı hafifletmeye, geciktirmeye ve gidermeye dönük insani bir hizmet zeminini ifade eder. Aynı zamanda yoksullukla mücadele alanında devletin belirlediği bir strateji olarak değerlendirilmektedir.
Sosyal politikaların varlığı, sanayi devrimi ile ortaya çıkan kimi sorunların çözülmesi bağlamında gündeme gelmiş ve ilgili aktörlerin dâhil olduğu bir süreç olarak kendisini göstermiştir.
Bahsi geçen dönemde yaşanan ekonomik, sosyal ve kültürel krizin sonucu olarak işsizlik kitlesel bir hal almış ve buna müteakip ücret seviyeleri hızlıca azalmıştır. Dolayısıyla insan onuruna yakışmayan çalışma ve istihdam koşulları uygulanmaya ve giderek yaygınlaşmaya başlamıştır. Sonuç itibariyle sosyal politikalar açığa çıkmıştır.
Böylelikle, en önemli sosyal politika aktörü olarak devlet, sosyal, ekonomik ve siyasi sorunlara çözüm bulma anlamında sosyal devlet haline almış ve yeni bir sürecin içerisine dâhil olmuştur. İktisadi ve politik anlamda kapitalizmin altın çağı olarak adlandırılan bu dönemde başta Avrupa ülkeleri olmak üzere birçok ülkede sosyal politikalar uygulanmış ve görece refah düzeyinde bir artış olmuştur. Benzer şekilde ülkemizde de sendikalar başta olmak üzere birçok kurum bizzat devlet desteği ile sürece dâhil olmuştur.
Bir yandan devletin toplumsal sınıflar ve çıkarlar arasında uzlaşma sağlama ihtiyacı ve arayışıyla ilgiliyken, öte yandan devletin daha geniş alanda sosyal eşitlik ve adalet sağlama yükümlülüğünden doğmaktadır.
Dolayısıyla; işsizlik, yoksulluk, eğitim, sağlık gibi temel/sosyal haklara erişimde yaşanan sorunlar, işgücü piyasasının dışında kalındığında emeklilik ve sosyal yardımlar gibi dayanılacak devlet mekanizmaları ile barınma ihtiyacı gibi alanlar sosyal politikanın temelini oluşturmaktadır.
SON SÖZ YERİNE
Türkiye’de ve dünyanın başkaca yerlerinde, işsizlerden ve emeklilerden, yetersiz ücretli ya da güvencesiz, geçici işlerde çalışma döngüsünün içerisine dâhil olmuş/bırakılmış milyonlar, her geçen gün giderek daha fazla insan ülkelerinin zenginliklerinden dışlanıyor.
Kapitalizm bir yandan “yoksulluğa” çare arıyor gibi görünürken, yoksulların gerçekten talepleri için örgütlenmesinin önünü kapatıyor bir yandan da kurulan dayanışma ağlarını parçalıyor.
Yoksulluk, evrensel bir sorun olarak ele alınmasına ve yoksullukla mücadele konusunda uluslararası kuruluşların birçok çalışması bulunmasına karşılık, yoksulluğun nedenleri üzerine söz söylemek ne yazık ki “yıkıcı” bulunuyor.
Yoksulları, hareketin bir parçası haline getirmesi gereken solun ise öncelikli olarak bu konuşulmayan nedenleri tespit etmesi ve bu nedenlerin “sistemi parçalamasına” ön ayak olması gerekiyor. Sorunların çözülmesinden ziyade kapitalizmin surlarında açılmış gediği büyütmesi gerekiyor.
Bu nedenle yoksulların “mukavemetini” kurmak önem kazanıyor!