27 Mayıs 1960 tarihli askerî darbenin üzerinden tam 61 yıl geçti. 7 Ocak 1946’da kurulan Demokrat Parti (DP), 14 Mayıs 1950 tarihinde iktidara geldikten yaklaşık 10 yıl sonra 27 Mayıs 1960’ta gerçekleşen darbe ile Türkiye siyasal hayatından silindi ama arkasında oldukça önemli bir miras bıraktı. Bu yazının konusunu da esasen bu miras oluşturuyor: Popülizm. Bu yazıda bu başlığın seçilmesinin kuşkusuz ki bir önemi var. Her ne kadar parti hakkında bugüne kadar oldukça geniş bir alana yayılan çalışmalar yapılmış olsa da –özelde otoriterleşme- ve genelde popülizm başlığı altında DP’yi “yâd etmenin” gerekliliği daha elzem duruyor. Çünkü muhtemeldir ki bugün ve önümüzdeki birkaç gün boyunca “millî irade, halk düşmanları, darbe destekçileri, vatan hainleri, kökü dışarıda olanlar, gelişme karşıtları” gibi ifadeleri daha sık duyacağız. Tesadüf o ki, tüm bu ifadeler dünyanın farklı bölgelerinde bugün iktidarda olan otoriter popülist yönetimlerin bir süredir sıklıkla kullandığı kelime dağarcığını oluşturuyor. Türkiye’deki durum da bundan azade değil. Türkiye’deki durumu daha ilginç kılacağı düşünülense, “yâd edilecek olanın” iktidarda olduğu yıllarda bu ifadeleri muhaliflerine karşı birebir kullanmış olması. Bunu yapmış olması DP’nin bir darbe ile iktidardan uzaklaştırılmasını, liderlerinin asılmasını, açılan absürd davalarla halk nezdinde daha fazla küçültüldükçe küçültülmesini kuşkusuz ki gerektirmezdi. Ancak tarihi geri sarmak mümkün değil. Yine tarihi geri sararak DP’nin 1950’li yılların ikinci yarısından –özellikle de 1957’den- itibaren girdiği otoriterleşme eğiliminin seçimler yoluyla mahkûm edilmesini –ki bu çok olasıydı- sağlamak hiç mümkün değil. Tam da bunun mümkünü olmadığından yıllar içerisinde giderek otoriterleşen popülist bir partinin bugün “demokrasinin timsali”, “millî iradenin vücut bulmuş hali”, “halkın gerçek temsilcileri”, “demokrasi kahramanları” şeklinde daha çok pazarlandığını hep birlikte izliyoruz. Oysa DP, her ne kadar seçimle iş başına gelmiş (ve bu şekilde gitmesi gereken) meşru bir parti olsa da, “mutlak gücün yozlaştığı” tespitine uygun bir şekilde zaman içerisinde aslına dönmüş ve içinden çıktığı siyasal geleneğin de sınırlarını zorlayarak Türkiye demokrasi tarihinde eşine az rastlanır plebisiter bir yönetim inşa etmiştir. Tüm bu anti-demokratik siyaset tarzının “halk adına” ve “millî irade” dolayımıyla yapılmış olması, bunu nasıl, kime karşı ve ne şekilde yaptıklarını da bir kez daha hatırlamaya değer kılıyor. Nitekim hatırlama yükü hâlâ omuzlarımızda.
Öncelikle, DP’yi popülist bir parti olarak ilan etmek için kavramın kendisi ile başlamak en uygun yol olacak. Popülizm daha en başta bir sendrom olma özelliği taşır. Bu sendrom, Peter Wiles’ın ifadesiyle “kendilerini iktidar merkezinin dışında kalmış hisseden insanlar arasında ortaya çıkmaktadır.” Bu sendromun temel karakteristikleri ise elit karşıtlığı, aydınlara olan düşmanlık, müesses nizama (yerleşik kurumlar) muhalefet, geçmişteki “güzel” günlere duyulan özlem ve dinselliğin ön plana çıkışıyla birlikte bilim aleyhtarlığıdır. Edward Shils ise popülizmin sıkı sıkıya sarıldığı temel iki ilkeye vurgu yapar. Bunlarda ilki halk iradesinin tüm kurumlardan ve diğer iradelerden üstün oluşudur. Burada halkın iradesi adalet ve ahlâka denk düşmektedir. İkincisi ise halk ile lider arasındaki tüm ara mekanizmaların ortadan kalkması ve ikisi arasında doğrudan ilişkinin sağlanmasıdır. Buraya kadar anlatılanlardan çıkacak sonuç, popülizmin özü itibariye müesses nizama karşı olduğu, halk ile elitler arasında bir sınır çizdiği, geçmişe duyulan özlemle dolu olduğu ve “halk” olarak işaret ettiğinin iradesinin tüm iradelerin üstünde gördüğüdür. Tüm bunlar DP dönemindeki popülist siyasetin izlerini sürmek için uygun araç setini sunuyor olmakla birlikte bu tartışmaya Ernesto Laclau’nun popülizm tanımlamasını da eklemek gerekmektedir. Bu da bizi doğrudan artikülasyon (eklemlenme) mantığı üzerinde düşünmeye sevk edecektir. Laclau, “Populism: What’s in a Name” başlıklı yazısında, popülizmin ortaya çıkış koşullarının bir eşdeğerlik mantığı üzerinden okunabileceğini söyler. Laclau daha en başta söylemsel olarak bir düşman yaratılmadan popülizmin olmayacağını bildirir. Nitekim hiçbir siyasi hareket “halkı” bir düşmana karşı, toplumsal bir sınır kurmak yoluyla, belli ölçülerde konumlandırmaktan geri durmayacaktır. Burada temel meselelerden biri içsel bir sınırın yaratılması ile ilgilidir. Laclau yazısında toplumda çok farklı kesimlerin birbirinden ayrışan çok sayıda faklı taleplerinin olduğunu söyler ve bu taleplerin yerine getirilemediği noktada bir eşdeğerlik zincirinin ortaya çıktığını belirtir. Kendi ifadesiyle:
“… Popülizme sahip olmanın yolu popüler bir özne teşkil eden birtakım politik-söylemsel pratiğin gerçekleşmesine bağlıdır ve bu öznenin ortaya çıkışı toplumsal alanı bölen içsel bir sınırın yaratılmasıyla ilgilidir. Bununla ilgili bu bölünme diğer talepler arasında eşdeğerlik uğrağının taleplerin farklı niteliklerinin önüne geçtiği bir eşdeğerlik zincirinin yaratılmasıyla kendisini gösterir. Ancak bu yeterli değildir. Zinciri bir bütün olarak anlamlı hale getirecek bir öğeye ihtiyaç vardır. Bu, “boş gösterenin” kendisidir.”
Aslında bu nokta yerine getirilmeyen taleplerden oluşan eşdeğerlik zincirinin temsilinin nasıl sağlandığıyla ilgilidir. Öyle ki, bir tikel talep kendi tikelliğinden bütünüyle vazgeçmeden bu zinciri temsil etmeye devam eder ve bir şekilde kendi tikelliğini de korur. Burada Laclau altın örneğini vererek, altının bir emtia olmaya devam ederken diğer yandan da kendisini evrensel bir temsil olarak ortaya koyduğunu söyler. İşte, tikel bir talebin kendi tikelliğinin ötesindeki bir eşdeğerlik zincirini temsil etmeye başlaması hegemonya olarak adlandırılan duruma işaret etmektedir. Bir talep, eşdeğerlik mantığı içerisinde, diğer yerine getirilmeyen talepleri eklemleyerek onları seferber etme kapasitene sahip olabilmiştir artık. Bu anlatılanlar DP’nin başarısının arkasında yatan temel nedeni göstermek için oldukça büyük bir önem taşıyor. Nitekim DP, her ne kadar farklı gruplardan oluşsa da, ortak özellikleri, sıkıntıları, özlemleri, beklentileri olan bir toplumu popüler bir ittifak içinde bir araya getirip “siyasal elitlere” karşı, daha doğrusu bürokratik merkeze karşı seferber edebilmiştir. Bu açıdan dönemin şartları itibariyle (çok partili hayata yeni geçilmiş olması, plüralist ortamın yokluğu, aşırı merkeziyetçiliğin varlığı, elitlerin hâkimiyeti, devlet ve halk bütünleşmesinin sağlanamamış olması) DP’nin kendisinin bir boş gösteren olduğunu ve farklı talepleri kendisinde eklemleyerek popülist bir momente yol açtığını söylemek mümkündür. Kuşkusuz ki DP’nin bu başarısında tek parti döneminin toplumsal istekleri, özlemleri yerine getiren olmaktan ziyade toplumsal gerçekleri yerinden etmeyi hedefleyen elitist karakterli halkçılık anlayışını popülist biçimde yeniden yorumlamasının önemli rolü olmuştur. Bu noktada tek parti rejimi için de bir parantez açmakta fayda var. Demokrat Parti dönemi ile kıyaslandığında demek mümkündür ki, tek parti dönemi popülist olmaktan ziyade otoriter yönü ağır basan bir dönem olma özelliği taşır. Bu dönemde halkın katılımı çok istenilen bir gelişme değildir. Bir taraftan devlet ve parti toplumdan bağımsızdır, öte yandan gerek devletin gerekse de partinin topluma nüfuzu oldukça sınırlıdır. Cumhuriyet Halk Partisi’nin bu dönemde yaslandığı kesimleri asker ve sivil bürokrasi ile birlikte büyük toprak sahipleri ve yerel seçkinler oluşturur. Halkın denklemin dışında bırakıldığı bu siyasal ortam popülizm için elverişli ortamın yaratılmasına da ön ayak olmuştur. Tek parti döneminde siyasi, ekonomik açılardan çeşitli rahatsızlıkları olan ve bunların yanı sıra dinsel bir tepki içerisinde olan geniş kitlelerin varlığı da göz önünde bulundurulduğunda DP için popülist siyasetin sularına girmek hiç de zor olmayacaktır. Ancak eklenmesi gerekir ki, bürokratik merkezin kontrol mekanizmalarının henüz güçlü oluşu Demokrat Parti’nin geniş bir din temelli siyaset gütmekten ziyade yaslandığı kesimlere patronaj yoluyla ulaşmasını daha olası kılmıştır. Nitekim DP’nin 1957 yılına kadar olan iktidarını da esas olarak tanımlayan kelimelerden birinin patronaj, yani karşılıklı çıkar ilişkilerinin olduğu ve alınan desteğe karşılık birtakım hukuki-siyasi ödünlerin verildiği bir ilişki ağı olduğunu söylemek mümkündür. Bu, DP’nin kitleleri kendisine bağlama noktasında en çok kullandığı araçlardan biri olmuştur. Öyle ki, ilk kez bu dönemde kamusal kaynaklar ve hizmetler üzerinde böyle bir ilişki ağı tesis edilebilmiştir. Bu nokta kamusal kaynakların kimi, hangi şekillerde zengin ettiği, kimi içeride bırakıp kimi dışladığı gibi noktalardan özel bir önem arz etmektedir. İlkay Sunar’ın da belirttiği üzere, “Toplum ile devlet arasındaki bağlantıyı düzenleyen ilişkileri bürokrasinin tekelinden çıkaran parti patronajına doğru kaydırmaya başlayan DP iktidarı, her ne kadar bürokratik bir barikat ile karşı karşıya gelse de, patronaj ilişkilerini parti ve Meclis düzeyinde yoğunlaştırarak, bürokrasiyi kuşatan alternatif bir sistem yaratabilmiştir.” Bunun doğal bir sonucu olarak da Demokrat Parti topluma derinden nüfuz edebilirken toplumsal gruplar da devlet üzerindeki nüfuzlarını artırabilmiştir. Bunun bir sonucu olarak vatandaşlar bürokrasi yerine parti yetkilileriyle işlerini görmeyi adet haline getirmişlerdir. Ancak 1957 yılı, patronaj kaynaklarının daralması ve kitlesel desteğin azalması dolayısıyla otoriter popülist bir dönüşüm için başlangıç noktası olacak ve DP’nin otoriterleşmesi darbeye giden süreçte hız kazanacaktır. Artık dönem, ideolojinin ön plana çıktığı ve kitlesel mobilizasyon için “milli irade” kavramının sıklıkla kullanılmaya başlandığı dönemdir. Bu süre zarfında DP, merkeziyetçi eğilimi güçlendirecek ve zaten çoğulcu olmayan bir siyasal sistemde gücünü hiçbir odakla paylaşmayacaktır. Bu dönemde gerek din gerekse de milliyetçilik DP’nin millî iradenin temsilciliğini iyiden iyiye üstlendiği bir momentte temel başvuru kaynakları olacaktır. Hızla yükselen muhalefet DP’yi köşeye sıkıştırmaya çalışırken partinin cevabı muhalefete, basın ve üniversitelere giderek daha fazla baskı şeklinde gelişecektir. DP’nin başlattığı Vatan Cephesi (VC) hareketi bunun en iyi örnekleri arasında yer alır. İktidarın toplumu düşmanlaştırmasının bir yöntemi olarak VC’nin kuruluşu, Başbakan Adnan Menderes tarafından şu sözlerle ilan edilecektir: “Politika ve ihtirastan uzak vatandaşların karşımızda kurulmuş olan kin ve husumet cephesine karşı vatanperverane gayretlerini birleştirip eserlerinin müdafaasına azmetmiş bir Vatan Cephesi’nin kurulması zarureti kendisini göstermiştir.” VC, eğer katılmazlarsa iş insanlarının tehdit edildiği, köylülere cepheye katılmaları karşılığında çeşitli vaatlerde bulunulduğu bir cephe olur. Her gün radyodan saatlerce VC’ye katılanların isimleri okunur; hatta cepheye katıldığından haberi olmayanlar, çocuk yaşta cepheye yazdırılanlar bile vardır. Bir noktadan sonra trajikomik bir hal alan bu durum “Partizanca Neşriyatı Dinlemek İstemeyenler Derneği”nin kurulmasıyla da başka bir boyuta taşınır. Kuşkusuz VC, DP’nin güçlü görünme ve halkın gerçek temsilcisi olduğu yönündeki iddiasını temellendirmek noktasında sıkı sıkıya sarıldığı bir araç olma özelliği taşımıştır. Ama bu, diğer bir yandan içinde bulunulan meşruiyet krizinin de açık bir göstergesi olmuştur.
DP iktidarının basına yönelik tavrının da otoriterleşme eğiliminin ne kadar ileri gidebildiğini göstermesi açısından özel bir önemi bulunmaktadır. Aslına DP’nin basına yönelik tutumunun daha iktidarının ilk yıllarından itibaren nasıl olacağı belli olmuştur. Daha 1951 yılında hangi gazetelere ne kadar ilan verileceği Başbakanlık kurumunun inisiyatifine bırakılır. İlan alabilmek için iktidarı kızdırabilecek hamlelerden kaçınma güdüsü ise beraberinde sansür dönemini getirmesi uzun sürmez. 1954 yılında çıkarılan “Neşir Yoluyla veya Radyo ile İşlenecek Bazı Cürümler Hakkında Kanun” ile de devletin itibarını sarsacak yayın yapanlara hapis cezası getirilir. Bu dönemde cezaevleri gazetecilerle dolar ve gazeteciler Ankara’da yattıkları cezaevi için “Ankara Hilton” demeye başlarlar. Gökhan Atılgan’ın ifadesiyle, “DP’nin basın özgürlüğünden anladığı şey, basının sadece ve sadece millî iradeyi temsil eden hükümetin millet için yaptığını iddia ettiği icraatları millete aksettirmesiydi. Aksi bir davranış, DP tarafından “millî iradeye” karşı gelmek oluyordu.
Nihayetinde otoriter popülizmin yöneldiği bir diğer alan da üniversiteler olacaktır. Adnan Menderes’in üniversitelere ve öğretim üyelerine bakışı bu noktada çok ipucu verir. Öyle ki, iktidarın eylemlerini eleştiren öğretim üyeleri Menderes’in çeşitli konuşmalarında da rastlanabileceği üzere küçümsenmiş ve siyasetten anlamadıkları yüzlerine vurulmuştur. Bu konuda daha da ileri gidecek ve 1953 yılında üniversite kanununda değişiklik yaparak siyasi beyanda bulunan öğretim üyelerinin üniversiten atılmasını kanunlaştıracaktır. Menderes, 1956 yılında Ankara Üniversitesi SBF’de gerçekleşen ve soruların çekinilmeden sorulduğu bir forumun ardından SBF öğrencilerini ve öğretin üyelerini hedef tahtasına koyarak ne oldukları bilinmeyen küçük aydın zümresi olarak tarif etmiştir. Yine bu dönemde SBF Dekanı Turhan Feyzioğlu ders yılı açılışındaki sözleri gerekçe gösterilerek görevinden alınmıştır. Tüm bu olan biten diğer pek çok öğretim üyesinin de baskılara karşı istifa etmelerine yol açacaktır.
1957 yılından itibaren baş gösteren ekonomik sıkıntılar ve kriz ortamı DP’nin eski patronaj kaynaklarını da yitirmeye başlamasıyla popülist siyasetinin daha otoriter bir forma bürünmesinin önünü açmıştır. Aslında DP’nin bir taraftan otoriterleşirken diğer yandan da halk adına iş görme iddiasının arkasına sığınması içinden geldiği siyasal ortama geri dönmüş olduğunu anlamına da gelmektedir. Bu ortam Osmanlı’dan devralınan mirasın tam da kendisidir. Çoğulculuğun sağlanamadığı, toplumla devletin birbirinden uzak olduğu, merkeziyetçiliğin hüküm sürdüğü bir siyasal ortam DP deneyiminde olduğu gibi kendisini sürdürmeyi mümkün kılabilmiştir. Bunun bir patika etkisi yarattığını söylemek de abartı olmaz. Nitekim Türkiye siyasal hayatının gerçeği, kopuş içinde yaşanan sürekliliklerdir, patikaya olan bağımlılıktır. Bu, erken cumhuriyet döneminde alınan kimi aksiyonların otoriter, devletçi ve nihayet popülist iktidar odaklarının yerleşmesine olanak sağladığı anlamına gelir. Erken cumhuriyet döneminden bu yana moderleşme, laiklik, birikim rejimi vd. yollarında atılan her adım bir şekilde geri dönmenin maliyetini artırmış ve bu patikaya bağlı ajanların ortaya çıkışını kolaylaştırmıştır. Bugün iktidarda bulunan partinin Demokrat Parti’nin mirasını özgüvenle sahiplenebiliyor olmasını da biraz da bu noktadan okumak gerekmektedir.
Yararlanılan Kaynaklar
Atılgan, G., (2015), “Tarımsal Kapitalizmin Sancağı Altında”, (Haz. Gökhan Atılgan, Cenk Saraçoğlu ve Ateş Uslu), Osmanlı’dan Gümümüze Türkiye’de Siyasal Hayat içinde, İstanbul, Yordam Kitap.
Laclau, E. (2015). Populism: what’s in a name? D. Howarth (Dü.) içinde, Ernesto Laclau Post-Marxism, Populism and Critique, New York, Routledge.
Sunar, İ., (1985), Cumhuriyet Dönemi Türkiye Ansiklopedisi Vol. 8, İstanbul: İletişim, pp. 2076–2086.
Shils, E., (1956), The Torment of Secrecy: The Background and Consequences of American Security Politics, , Londra, Heinemann.
Wiles, P., (1969), A Syndrome, not a Doctrine, (Ed. Ghita Ionescu, Ernest Gellner), Populism, its Meanings and National Characteristics içinde, Londra, Weidenfeld and Nicholson.