Güvencesizlik, Popülizm ve Yeşil Bir Demokratik Dönüşüm Beklentileri

Güvencesizlik, kapitalizmin temel dinamikleri, yani kâr arayışı tarafından üretildiğinden ve herkesi etkilediği için, geniş bir ittifak kuvvetini antikapitalist bir isyana dâhil etmek için eşi görülmemiş bir fırsat var

Güvencesiz Çalışma

Yeşil içerde. Avrupa Birliği’nin kötü şöhretli, demokratik olmayan yürütme kolu olan Avrupa Komisyonu, 2017’deki Avrupa Sosyal Haklar ayağının açılışı ile ‘Sosyal Avrupa’ya bağlılığını ilan etti ve Avrupa Yeşil Anlaşması’nı siyasetinin belirleyici kılavuzu olarak kabul etti.

Daha yakın zamanlarda, Chantal Mouffe, ABD’deki Demokrat Parti’nin radikal kanadı tarafından geliştirilen Yeşil Yeni Anlaşma politikası doğrultusunda, Solcuları; Yeşil demokratik bir dönüşüm etrafında toparlanmaya çağırdı. Bu, İkinci Dünya Savaşı sonrasındaki refah devletinin ve yirminci yüzyılın sonlarında neoliberal kapitalizmin ortaya çıkışına benzer, çığır açan bir paradigma kayması için geniş bir toplumsal konsensüsün ortaya çıkışını gösteriyor.

2008 mali krizinin ardından düzen karşıtı isyanlar (diğer adıyla ‘popülist’ isyanlar) neoliberal kapitalizmi kökünden sökemedi, ancak son kırk yıldır hâkim olan ‘serbest piyasanın kaçınılmazlığı’ kabulünü zedeleyerek onun hegemonyasına bir darbe vurdu. Koronavirüs salgını, neoliberal siyasetin ‘insanlar üzerinden kâr’ mantığını teşhir etti. Bu, Ernesto Laclau ve Chantal Mouffe’un “belirsizlik alanı” dedikleri şeyin – önceden belirlenmiş bir yön olmaksızın değişim olasılığının-önünü açtı.

Bu yeni ortaya çıkan belirsizlik alanındayız ve tarihsel bir dönüm noktasıyla karşı karşıyayız. İlerici siyaset; sosyal ve çevresel adalet arasında gerçekleşecek sinerji yoluyla yeniden canlandırılabilir. Mouffe’un vizyonuna göre; böyle bir sinerji kalpleri ve zihinleri ateşleyebilir, düzen karşıtı isyanlarda solun etkisini arttırabilir. Sol popülizm, yeniden biçimlendirildiğinde, nihayet yabancı düşmanı, dışlayıcı sağ kanat popülizmi gölgede bırakabilir ve neoliberal kapitalizme yapıcı bir alternatif sunabilir.

Böyle bir dönüşüm mantığı gereği, Mouffe’un Sol Popülizm İçin (2019) adlı kitabında detaylandırılan iki hareket konseptini gerektirir. Birincisi, Sol, bir yandan neoliberal-küresel kapitalizmin farklı kaybedenleri ile bu modeli destekleyen ve ondan kâr sağlayan seçkinler arasına bir sınır çizerek “ortak irade” inşa etmelidir. Mouffe’un haklı olarak gözlemlediği gibi, bu fay hatları; baskı mağduriyetleri üzerinden hareketler sömürü mağduriyeti temelli hareketleri aştığı için sermaye-emek bölünmesiyle aynı hizada değildir. Bu anlamda, o sınıf temelli bir seferberlik tarzından ziyade ‘popülist’ (genel olarak demokratik) bir tavrı savunur.

İkincisi, adalet mücadelesine katılan farklı insanların, radikal demokrasi aracılığıyla politik alanla bağlantı kurması sağlanmalıdır. Demokrasinin radikalleşmesi, “demokratik özgürlük ve eşitlik ilkelerinin daha geniş bir sosyal ilişkiler kümesine genişletilmesi” ile mümkün olur”; bu nedenle sosyal adalet, tüm eşitsizliklerle – ekonomik, politik ve kültürel – mücadele edilerek elde edilmelidir. Bu özgürlük ve eşitlik mücadelesine çevresel adalet mücadelesi de eklenir.

Bu ilerici siyaset formülü hem tutkulu hem de gerçekçidir – çağımızın iklimini iyi bir şekilde yakalar. Yine de ben, sosyal ve çevresel adalet arasında arzu edilen sinerjiyi elde etmek için vazgeçilmez olan ilerici politikanın gözden kaçan bileşenlerini ön plana çıkarmak için, bu stratejinin arzuları ile gerçekçiliği arasındaki bazı gerilimleri ele alacağım. Son olarak, Mouffe tarafından dile getirilen yolda biraz daha ilerleyeceğim ve sınıf mücadelesine uygun Sol alternatifin, demokrasinin radikalleşmesi olarak anlaşılan Sol popülizm değil, daha geniş ve daha farklı bir anti-kapitalist cepheyi harekete geçirerek kapitalizmi yıkmak olduğu önerisini yapacağım.

İLERİCİ SİYASETİN ÜÇ TÖKEZLEYEN TAŞI

1 – Büyük Yeşil anlaşma ve onun ‘Küçük Kızıl’ sosyal sorunu

Çevresel ve sosyal adalet arasında köprü kurmayı istemek şüphesiz önemlidir. Ancak bu, kendini ‘ilerici’ olarak tanımlayan siyasi oluşumların çoğunun yaptığı gibi, çevreyi koruma ve ekonomik eşitliğe paralel vurgu yaparak gerçekleşemez. Ekolojik ve sosyal adalet mücadeleleri sadece ayrı savaş alanları değildir, birbirleriyle de çatışırlar.

Büyük Yeşil Dönüşüm’ün savunucuları her zaman küçük bir ‘kırmızı’ sorunu yaşadılar. Bir Sarı Yelekli şöyle demişti: “Seçkinler dünyanın sonundan bahsediyor; biz ay sonundan bahsediyoruz.” Sosyal ve ekolojik adaletin politik “çılgınlık” olmasının sağlam nedenleri var. Neoliberal kapitalizmin ekonomi politiği, geçim kaynaklarını, kirleten endüstrilerde istihdama büyük ölçüde bağımlı hale getirirken, tüketicilerin satın alma gücü ucuz ithalata bağımlı hale geldi. Bu durum, 1970’lerde ekolojik kaygılar halkın dikkatini çektiğinden beri çevre politikasına karşı çıkan güçlü bir sermaye-emek ittifakını ortaya çıkarmıştır.

Yeşil geçişin gelecekte ortadan kaldıracağından daha fazla iş imkânı yaratacağına dair güvenceler, bugün iş sıkıntısı yaşayan insanların endişelerini ortadan kaldırmıyor. İnsanların, işleri- burada ve şimdi – böyle bir geçiş tehdidi altındayken Yeşil Dönüşüm konusunda heyecanlanmalarını bekleyemeyiz.

2 – Neoliberal bir yanılgı olarak eşitsizlikle mücadele

Yeşil Demokratik Dönüşüm projesinin ikinci zayıflığı, eşitsizliklerle mücadele açısından dar bir sosyal adalet anlayışına sahip olmasıdır. Bilim insanları ve akademisyenler, Batı’daki eşitsizliklerin olağanüstü artışına halkın dikkatini çektikleri için, sosyal adalete servetin yeniden dağıtılması meselesi olarak yaklaşıldı. Bu, genellikle neoliberal kapitalizme karşı radikal bir muhalefet olarak sunulsa da, bu bakışın neoliberal sözleşmeden ayrılışı yalnızca görünüştedir. Eşitsizlik meselesini bu şekilde düşünmek; bireyler arasında bir karşılaştırma mantığını devreye sokar ve sosyal adalet fikrini bireysel terimlerle; kişisel koşullar, özel servet meselesi olarak sunar. Bireysel koşullara bu şekilde odaklanmak, neoliberal zihniyetin alametifarikasıdır. Bu noktadan yola çıktığımızda, eşitsizliğe ve dışlanmaya karşı değerli bir mücadeleye girsek bile, aslında toplumu kendi hayatlarından sorumlu bireylerin bileşimi olarak gören neoliberal hayalin tutsakları olarak kalmaya devam ediyoruz. Bu, sosyalizm için her zaman temel olan kolektif refah kavramını ortadan kaldırır, çünkü eşitlik ya da refahı vurgulamadan dayanışmacı bir ekonomiyi savunur. Zengin, varlıklı bir toplum, oldukça eşit olsa bile, temel kamu hizmetleri zayıfsa veya sosyal güvenlik yetersizse, yine de kamusal açıdan yoksul olabilir (John Galbraith’in 1958’de gözlemlediği gibi.)

3 – Neoliberal bir fantezi olarak demokrasi

Yeşil demokratik geçiş platformunun üçüncü zayıflığı demokrasinin statüsüyle ilgilidir: İlerici politika bir strateji olarak demokratikleşmeye dayanır. Bununla birlikte, neoliberal kapitalizm bağlamında toplumun ekonomizasyonu o kadar kapsamlıdır ki, Wendy Brown’ın gözlemlediği gibi; Demos’un kendisi, ekonomik aktör olarak devletin seçmen üretme mekanizması tarafından oluşturulur. İnsanların küresel kapitalizmin akışına bağımlılığı, demokratik temsil ritüelleri yoluyla politik tercihleri şekillendirdikçe demokrasi neoliberal bir fanteziye dönüşür; bugün demokrasi giderek neoliberal kapitalizmi sürdürmek için bir araç olarak kullanılır hale geldi.

Yeşil dönüşüme karşı güçlü sermaye-emek ittifakı, eşitsizlikle mücadele olarak sosyal adaletin dar yorumu, siyasetin demokratik temelinin erozyonu ve demokratik kapitalizmin ‘meta-krizi’ (krizin krizi) adını verdiğim bir durumu oluşturmak için birleşiyor. Neoliberal hegemonya bir krize girmiş olsa bile, sözü edilen dönüşüm gerçekleşmeyebilir. Toplum bir iltihaplanma durumunda sıkışıp kalır ve sürekli kriz yönetimi ile uğraşır. Bu feci bilmeceden bir çıkış yolu var mı? İlerici siyaseti yeniden ayağa kaldırmak için, mevcut tarihsel konjonktür konusundaki teşhisimiz üzerine yeniden düşünmemiz gerekiyor.

ZAMANIMIZIN SOSYAL SORUNU: GÜVENCESİZLİĞİN KİTLESELLEŞMESİ

Eşitsizliğe karşı öfke, Sol için bir araya gelme çığlığıydı. Ancak, 2016 ve 2020’teki ABD başkanlık seçimlerinin ortaya koyduğu gibi, bu strateji bir teşhis hatasına dayanıyordu. Açıkçası, Trump‘ın işçi sınıfının (Alaska, Oklahoma, Wyoming, Iowa, Utah ve Michigan) desteğini kazandığı eyaletler, 1989’dan bu yana ülke çapında eşitsizlik artışında ilk sıralarda değildi, ancak sorunlu ekonomileri iyi ve istikrarlı istihdam yaratmamıştı. Cumhuriyetçi Parti, yoksulluğun refahın çarpık dağılımının bir sonucu olmadığı, ancak otomasyonun neden olduğu daha geniş bir endüstriyel çürümenin ve daha ucuz işgücüne sahip ülkelere üretimin kaymasından etkilenen, kentsel çöküş ve suç oranlarının arttığı Michigan ve Ohio gibi Rust Belt eyaletlerinde özellikle başarılı olmuştur.

Capitalism on Edge kitabımda söylediğim gibi, günümüz kapitalizminin ayırt edici özelliği ekonomik ve sosyal güvensizliğin kitleselleşmesidir – politik olarak teşvik edilen şey “herkes için güvencesizlik”tir. Kırk yıllık ‘yapısal uyum’ ve ‘kemer sıkma politikası’ – iş güvenliğinin azaltılması ve sağlık hizmetleri dâhil temel hizmetlerde kamu harcamalarının kısılması, toplumumuzu çarpıcı biçimde zayıflattı ve yönetim kapasitesini düşürdü. Otomasyon, küreselleşme ve sosyal hizmet kesintilerinin birleşimi sıradan vatandaşlar için – erkekler ve kadınlar, genç ve yaşlı, Siyah-beyaz, vasıflı ve vasıfsız, orta sınıflar ve benzer şekilde yoksullar için muazzam bir ekonomik istikrarsızlık yarattı.

Küresel kapitalizmin rekabetçi baskıları, başarı için yüksek bir bedel getirdiğinden, bu durum işgücü piyasasının gıpta edilen ‘kazananları’ için de geçerlidir: İşle ilgili stres, zayıf ruh sağlığı ve patolojik bir iş-yaşam dengesi. Ortaya çıkan güvencesizlik, eşitsizlikten çok, yüzde 99’u rahatsız eden şeydir. Yoksul mavi yakalı işçi sınıfının (küreselleşmenin ‘kaybedenleri’) saflarının ötesinde sağcı popülizmi körükleyen şey budur.

Popülizmin yükselişi genellikle ekonomik rahatsızlık ve siyasi kargaşanın bir sonucu iken (1930’ların Nazi Almanya’sında olduğu gibi), yeni popülist yükselişin iyi koşullarda (büyüme, yükselen yaşam standartları ve düşük işsizlik koşullarında) “kükreyen 1990’larda” ortaya çıktığını hatırlamak faydalı olabilir. Fransa, Hollanda, Avusturya, Finlandiya ve İsviçre gibi zengin ve eşitlikçi toplumların ekonomisinde bu yıllarda bariz bir gelişme vardı. 1990’lar, neoliberal küreselleşmenin sosyal sonuçlarının, refah içinde olan ülkelerde bile hissedilmeye başladığı yıllardır.

Böylece yirminci yüzyılın sonundan itibaren zengin Batı toplumlarında; açık sınır politikaları, istihdam esnekliği, dış kaynak kullanımı, dışarıya dayalı ucuz iş gücü politikalarının; fiziksel güvensizlik, siyasi düzensizlik, kültürel yabancılaşma ve istihdam güvensizliğine yol açtığı algısı güçlendi. Ve bu fikrin güçlenmesi yaygın bir toplumsal endişeye yol açtı.

Bunlar, liberal demokrasilerin ideolojik manzarasını dramatik bir şekilde yeniden şekillendiren ‘yeni bir düzen’ ve ‘kamu güvenliği’ gündeminin dört bileşeni haline geldi. “Popülizm” yanlış bir etiket, bu gelişme aslında sosyal kaygıların yeni bir kamu gündemi etrafında şekillenmelerinden ibarettir.

Popülizmin ayırt edici bir özelliği, Max Weber’in “negatif politika” olarak adlandırdığı şeydir – tutarlı programatik duruş ve yönetme konusunda açık bir hedefi olmayan düşmanca bir çatışmacılığa dayanır. Bununla birlikte, ekonomik güvensizliğin kitleselleşmesi, sadece düzen karşıtı bir protestonun (popülizm) olumsuz politikasını ortaya çıkarmakla kalmadı, aynı zamanda kamuoyunun kaygılarını içeren önemli bir düzen ve güvenlik gündeminin ortaya çıkmasına neden oldu. “Popülist” partiler ve hareketler, bu düzen ve güvenlik gündemiyle ilgili (kısıtlayıcı göç politikasından ticaret anlaşmalarında reform talebine kadar) bir dizi farklı kamu talebini ifade ediyor ve ısrarla parlamentolara, hükümetlere giriyorlar.

Güvencesizlik, muhafazakâr ve hatta gerici içgüdüleri teşvik eder. 2008-2018 ekonomik durgunluğu değişime karşı bir tiksintiyi, dolayısıyla sağa kaymayı besledi. Sol krizin antikapitalist bir dalgayı tetikleyeceğini düşünüyordu ama hayal kırıklığına uğradı. Ekonomi politikalarında önemli bir reform olmadan, ekonomik güvencesizlik konusunu açıkça ele alan değişiklikler olmadan, yeşil bir demokratik dönüşüm için ateşli çağrılarımız sonuçsuz kalacaktır. İnsanların Yeşil bir Demokratik Dönüşüm’ün radikal siyasetini kucaklayabilmeleri için önce kendilerini ekonomik güvence altında hissetmeleri gerekiyor.

Bu nedenle esas zorluk, güvencesizliğin köklerine açık bir şekilde hitap ederek daha istikrarlı, güvenli ve sürdürülebilir bir toplum inşa etmektir. Sosyal adaletin; modası geçmiş, zararlı, büyüme ve yeniden dağıtım fikrinin yerini ekonomik güvencesizlikle mücadele stratejisi almalıdır. Bu, sosyal adalet gündemini çevresel adaletle uyumlu hale getirecek – acil olarak ihtiyaç duyduğumuz Yeşil Yeni Düzen için geniş toplumsal desteği sağlamanın tek yoludur. Toplumlarımızı saran zehirli kaygıları yatıştırarak, güvencesizliğin hafifletilmesi de, etkili yeniden dağıtım politikaları için gerekli olan dayanışmacı ethosu besleyecektir.

Sosyal sorunun bu teşhisi, hem eski solun ‘sınıf mücadelesi’ formülüne hem de demokrasiyi derinleştiren’ Sol popülizm ‘ formülüne alternatif radikal ilerici siyasete bir yol açabilir.

Güvencesizlik, kapitalizmin temel dinamikleri, yani kar arayışı tarafından üretildiğinden ve güvencesizlik herkesi etkilediği için (neoliberal küreselleşmenin sözde ‘kazananları’ dâhil), geniş bir ittifak kuvvetini antikapitalist bir isyana dâhil etmek için eşi görülmemiş bir fırsat var.

Rekabetçi kâr arayışına (sosyal girişimlerden evrensel ve koşulsuz refaha kadar) karşı çıkan göz alıcı politik reformlar; ölümcül bir krizin, devrimci bir kırılmanın ya da yol gösterici bir ütopyanın koltuk değnekleri olmadan kapitalizmi yıkmak anlamına gelecektir.

Albena Azmanova*

*Kent Üniversitesi Brüksel Uluslararası Çalışmalar Okulu’nda siyaset profesörü.

Kaynak: Yazının orjinali braveneweurope.com‘da 18 Ocak 2021’de yayınlanmıştır.

Çeviren: Gökhan Kaya

Bir Cevap Yazın