Bazıları onun hala hayatta olduğunu kanıtlamaya çalışsa da Türkiye’de hukuk devletinin ölümünü teşhis eden çok sayıda deneyim bulunuyor. “Siyasetin Moğol atlıları” son tehdit ve eylemleriyle hukuk devletini öldürdükten sonra olay mahallinde maktule otopsi yapmaya hazırlanıyorlar.
Poseidon’un üç dişli mızrağını hukuk devletinin yumuşak karnına batırarak neo liberalizmi yenileme cesareti gösteriyorlar.
Poseidon’un trident’inin bir dişlisini politik şiddet oluştururken, diğerini gözetim kapitalizmi, üçüncüsünü ise popülist söylem oluşturuyor.
Türkiye siyaseti bir polisiye gerilimini andırmaya başladı. Belki bilirsiniz, polisiye romanlarda kötü adamların kolay bir oyunu yoktur ve nadiren uzun bir ömür beklentisine sahiptirler. Orada sadece “cinayeti iyi tasarlayan” göreceli bir zafer kazanır.
Sürekli politik bir gerilime maruz bırakılan toplum kutuplaştırılırken, bu gerilimin şiddet meyveleri sokaktan toplanmaya başladı.
Bilindiği gibi Selçuk Özdağ’a yapılan saldırıyı incelediği için Cumhuriyet Savcısı Alparslan Tufan’a Twitter’dan organize bir saldırı başlatıldı.
Neo-faşist distopyaya doğru ilerliyoruz. Korku, hiç olmadığı kadar geniş bir iktidar alanına karşılık gelmeye başladı. Neo-faşizmin kabadayıları İtalya’daki kara gömleklilerin (camicia nera) korku diyalektiğini toplumda hâkim kılmaya çalışıyorlar.
Mafyavari devlet geleneğinde her gün yeni eşikler aşılıyor. Bu tür saldırılar “kabile devleti” geleneği içinde sıradan bir olay haline geldi. Son tehdit ve saldırılar bir yönetim zafiyetini de ortaya çıkardı.
Kapitalist distopyaya eklemlenmiş mafya düzenini andıran bu eylemsellik, bunların seçimle gitmeyeceğine dair emareler taşımaya başladı.
Bu politik şiddetin “hukukta reform yapıyoruz” ile kesişen zamansallığı, bir “politbüro yalanını” daha ortaya çıkardı.
AKP rejimi temsilcileri, dün kara dediklerine bugün ak, dün ak dediklerine bugün kara diyor.
İktidarını korumak adına, ‘her türlü milliyetçiliği ayaklar altına aldığını söyleyenden’ ülkücü reisliğe evrilen, öngörülmez bir reis profiline tanık oluyoruz.
AKP’nin derin aklı, Balyozları, Ergenekonları vesayetin darbe girişimlerinden ‘milli orduya kumpasa’ evirterek eski düşmanlardan kendine yeni müttefikler devşirdi.
AKP’deki bu şizofren akla en son Binali Yıldırım dikkat çekti. Fakat AKP’yi destekleyen yüzde otuzluk kesimden bir Allah’ın kulu çıkıp “bu ne perhiz ne lahana turşusu” demiyor.
Partide, “Bu MHP bizim sonumuzu getirecek” diyen İslamcı, Milli Görüşçü kesimin olduğu söyleniyor, ama aynı kesim MHP’nin kritik kadrolara yerleşmesine göz yumuyor.
Erdoğan eski Başsavcı İrfan Fidan’ı Anayasa Mahkemesi üyeliğine seçiyor. Kayseri’ye yaptığı ziyaret sırasında Çakıcı’yı MHP Kayseri Milletvekili Mustafa Baki Ersoy karşılıyor. İnsanlar çöpten ve pazarın artıklarından yiyecek arıyor. Yandaş müteahhitlere ayrıcalıklı ihaleler son hızla devam ediyor. Yeni partileri seçime sokmamak için siyasi ayak oyunları ve tuzaklar planlanıyor. Dükkanlar, kepenkler bir bir kapanıyor. Yeni kafkaesk davalar açılırken eski davalar kapanıyor. Alt mahkemenin Anayasa Mahkemesi’ni takmadığı bir ülkede “artık senin hukukun yok, onların hukuku var.” keyfiliği artıyor. Ülkede bir akıl kıyımı yaşanıyor. Cezaevlerinde hak ihlalleri sürüyor. Haftada bir kadın öldürülmesine rağmen İstanbul Sözleşmesi kötürüm ediliyor. Muhalif belediyelerin ucuz ekmek satışı bile engelleniyor. Fakat “soft faşizmin” bu tezahürlerini kimse fark etmiyor, sonra birileri ‘reis niye son saldırıyı kınamadı’ya kafayı takıyor.
Sadece eşitsizlikle mücadeleyi politik bir öncelik haline getirmekle yetinen “mazoşist bir Sol”, belediyelerde sözüm ona hüküm sürüyor.
Ucuz ekmek dağıtmasını bile engelleyen merkezi hükümet bu Belediyecilik oyununa zaman zaman göz yumarak mazoşist Sol’un ağzına bir parmak bal çalıyor.
Oysa asıl oyun politik alanın tam kalbinde, özgürlükler, laiklik, cezaevleri, karakollar, gösteri ve toplanma hürriyeti, tarafsız habere ulaşma ve düşünceyi yayma özgürlüğü, darp, işkence ve şiddet kavramları etrafında sahneleniyor ve bu alanın tümünü azgın sağcı ve köktenci dinciler kullanıyor.
Bu tür şiddet olayları ve tehditler, ideolojik ülkücülüğün zekayı ve vicdanı törpüleyen bir akım olduğunu da ortaya koydu. Peki orantısız olarak güçlenen yapısıyla ideolojik ülkücülük hangi sınıfın çıkarlarını savunuyor?
Kapıları, hatta evlerinin duvarı koçbaşıyla kırılarak özel harekât polisleri tarafından bir şafak operasyonuyla gözaltına alınmayacakları daha şimdiden belli olan sağcı militanlar, diğerlerine göre neden daha ayrıcalıklıdır?
Boğaziçi üniversitesinin kapısında üç beş slogan atan öğrencilere reva görülen muameleden bunlar neden muaftır?
Türkiye, 15 Temmuz kalkışması sonrası dönüşümle başa çıktığı izlenimini veriyor. Oysa kalkışma, kazananlar ve kaybedenler ve onlarla birlikte milliyetçilik ve sinizmle iyi yönetilebilecek bir öfke ve kızgınlık da üretti.
Türkiye, 15 Temmuz’dan sonra, politik alanı, azgın milliyetçiliğin temel enstrümanı şiddet ile yönetmeye çalışan kuduz sağ popülistlerin oyun alanı haline geldi.
Olası iktidar seçeneklerinin bir oy matematiğine dönüşmesi, faşist bir ideolojiyi iktidar aritmetiğinde vazgeçilmez derecede önemli hale getirdi.
İdeolojik ülkücülüğün yüzde sekizlik desteğin ötesinde bir iktidar alanı kullanmasını, sırtını hükümete dayayan bir partinin güç sarhoşluğuyla açıklamak yetmiyor.
MHP’nin iktidar düzeneklerini genişçe kullanabilmesinin arkasında, devlet aklına hâkim olan sekter sağcılık ile bunların bürokraside ve kollukta senelerdir iyice örgütlenmiş olmaları gerçeği yatıyor.
Nefret politik bir figür olabilir. Nefreti, sevgisizlik içindeki doğasından asla kurtulamayanın ideolojik ve mitik gövdesi olarak düşünün.
Örneğin bir nefret figürü olarak Çiftçi, Maraş katliamı, Adana Emniyet Müdürü Cevat Yurdakul cinayeti, Sivas ve Çorum olayları, Malatya Zirve olayı, 1977 1 Mayıs katliamı, Kemal Türkler, Abdi İpekçi, Sivas Madımak, Savcı Doğan Öz, Bedrettin Cömert, Ümit Kaftancıoğlu, Hrant Dink vb. gibi çetelesi tutulmayıp hesabı sorulmamış aşırı sağ cinayetler geleneğinde bir devamlılığı sembolize ediyor.
Anımsarsanız kontrgerilla ve ülkücülerin işledikleri cinayetleri aydınlatmaya çalışan Cumhuriyet Savcısı Doğan Öz, MHP Konya milletvekili İhsan Kabadayı tarafından hedef gösterildikten sonra 24 Mart 1978 günü ülkücü militan İbrahim Çiftçi tarafından öldürülmüştü.
İbrahim Çiftçi’nin seyir defteri, Türkiye’deki siyasal şiddetin partisel-kurumsal arka planını da ortaya koyuyor.
Çiftçi idamla yargılanıp salıverildikten sonra eylemini sahiplenmiş ve Doğan Öz cinayetinin kendisi için bir “şeref yaftası” olduğunu söylemişti. Çiftçi daha sonra Milliyetçi Hareket Partisi merkez yönetim kurulu üyesi göreviyle ödüllendirilmişti.
Popülistler harika, hatta altın zamanlar vaat edip, büyüsünü yitirmiş bir dünyada kurtarıcı Mesih’in yerini almaya çalışıyorlar. Oysa onlar rüya satıcılarıdır.
Korku, sindirme, her zamankinden daha kutuplaşmış bir toplum, yoksullaştırma, ekonomik ve politik şiddet, din ve bayrak sömürüsü, israf, karşı-devrim, devletçi kurumsal nefret, sınıflar toplumu, bol beton ve asfalt gibi olgular, özel ilgiyi hak eden on Erdoğan-Dönemi mirası arasında boy gösterdi.
Uğursuz insanlar, dünyaya karşı sırtını dönmenin duvarlarına çarpıp ondan yansıyan nihilist şiddetin filmini topluma yeniden gösterirken, kendilerini yüceltme kulelerinden, olası daha iyi bir dünyanın iflasını daha şimdiden ilan ettiler.
70’li yılların filminde radikal sol ile köktenci sağ arasında bir çeşit “dehşet dengesi” mevcuttu. Bu saptamayı, kan gölüne dönen zamanın sokaklarına bir güzelleme anlamında yapmıyorum.
Aslında yetmişli yılların siyah-beyaz filminde yeniden izletilen şey, doğanın, aklın ve burjuva demokrasisinin iflası sahnesidir. Bu tür eylemleri, hayat pahalılığının, ay sonunu getirememenin, kredi borçlarının, çiftçinin icralık tarlalarının, bir litre sütün fiyatının, gıdadaki yangının konuşulmasını bastırmaya yönelik, odak kaydıran eylemler olarak okumak gerekiyor.
Kısacası bu eylemlerin arkasında hem siyasi hem ekonomik bir iflas söz konusudur.
İdeolojik ülkücülüğün bu şiddet eylemleriyle vermek istediği mesaj, “devletin aslı sahibi biziz, yapacağınız reformların sınırlarını biz tayin ederiz, iktidar stepneliğimiz biterse ortalığı yakarız” mesajıdır.
Siyasal İslam icraatlarıyla nasıl ki dinin temel kavramlarının içini boşalttıysa artan ülkücü şiddet de Bozkurt, ülkü, milliyetçilik, devlet, vatan, bayrak vb. gibi kavramların içini boşaltıyor.
Cumhuriyet savcısına tehdit ve siyasilere saldırı kızıl elma ittifakındaki elmanın çürük, kurtlu kısmını gösterdi.
Koronanın başta büyük bir eşitleyici olacağı düşünülüyordu. Oysa virüs Maslow piramidinin en alt kısmını şişirdi. Kısacası yoksullar koronanın yanı sıra vahşi kapitalizmin de yol açtığı enfeksiyondan ve onun şiddetli seyrinden bağışık değildir.
Korona salgını, bir büyütecin içinden geçiyormuş gibi Türkiye sosyalliğindeki sınıflar ayrımını ve eşitsizliği HD çözünürlüğünde gösteriyor. En çok onları vurduğu için krizin yoksulların yaşam koşullarını yaşanmaz hale getirip, onlar için, derinleşerek uzadığı görüldü.
Ülkü Ocakları Türkiye için bir güvenlik sorunudur belki ama marketlerdeki fiyatlar vatandaşı sağcı katillerden daha fazla tehdit eder hale geldi.
Covid-19 ile birlikte gözetim kapitalizmi çağı da başladı.
İnternet ekonomisi tarafından yönetilen bugünün tüketici cenneti, “Gözetim Kapitalizmi Çağı” nda sona eriyor.
Vatandaşlar, küresel olarak aktif tam ya da yarı-tekelcilerden oluşan küçük bir grubun elinde kârlı bir metaya indirgenmiş olarak bir ürüne dönüşmek üzeredir.
Kapitalist distopya nedeniyle zaten dünyanın Araf’ında, köksüz ve kötürüm bir devinim halinde yaşayan insanların varoluşsal sorunlarına şimdi de bazı faşist kabadayıların dayattığı “can korkusu” eklendi.
Konfor alanını bozup harekete geçmeyen mazoşist Sol’un vatandaşın can güvenliği için bir şeyler yapması beklenmiyor.
Fukuyamacı savı daha da karamsarlaştırıp söylersek, insanlık sadece Soğuk Savaş’ın sonunu deneyimlemekle kalmayabilir, aynı zamanda insanlığın ideolojik evriminin son noktasını ve insan yönetiminin nihai biçimi olan Batı tipi liberal demokrasisinin sonunu da deneyimleyebilir.
Bozkurtların yurtdışında yasadışı bir organizasyon olarak görülmeye başlanmasının arkasında aslında, liberal demokrasinin kendini köktenci sağdan koruma refleksi yatıyor. Türkiye’de liberal demokrasinin tortuları bile kalmadığı için böyle bir yasak muhtemelen gündeme gelmeyecektir.
Kuşlar soykırıma uğrayınca çekirge sürüsünün ekini talan etmesi gibi bir ülkenin laik özelliği ve hukuk sistemi yok edilince açığa çıkan şey faşist kabadayıların sokak otoritesidir.
Aydınların sesini duyurmak için tarafsız bir medyaya ihtiyacı var. Medyanın yorum egemenliğini savunmak için entelektüellere ihtiyacı var. Ve belki bu iyi bir şeydir.
Adorno, Marcuse, Habermas, medyanın onlara bağışladığı varlık alanı sayesinde, medya ve entelektüel arasındaki diyalektiğe dair tartışmaları şekillendirdiler.
Aşırı Sağ’ın karanlık tarihinde birçok cinayet, kamuoyuna basın özgürlüğünün demokratik toplumlarda önemli bir varlık olduğunu hatırlatıyor.
Altmışlı yılların sonundan yetmişlerin sonuna kadar olan dönem, Türkiye’nin politik, sosyal ve entelektüel karakterini geliştirdiği on yıllar olarak tarihe geçti.
Ancak AKP ile birlikte Türkiye’de bir «medya entelektüeli» türedi. Bu entelektüel zamanla, kapitalist paradigmanın devamı, mazoşist Sol’un filozof prototipi haline geldi.
Deniz kendine çeker insanı, dibe doğru, gözü alır, dibe battıkça. İnanılmaz hayaller görmeye başlar insan, hiç görmediği renkler hiç görmediği varlıklar yoğun bir ışık huzmesi içinde devinir. Vurgun işte tam bu noktada başlar. Bir esriklik haline geçer insan, hipnoz olur, deniz ya alacaktır bu deli vurgununu ya da karaya kusacaktır.
On sekiz yıllık siyasal İslam yönetiminde toplumun deneyimlediği şey, okyanusun derinliklerinde, mercanlar ve deniz çiçekleriyle süslenmiş, fosforlu kızıl bir ışıkla aydınlanan, altından Poseidon sarayı yanılsamasıdır.
Toplum bu yanılsamadan uyandığında, yunusların ve deniz atlarının çektiği bir arabası olmadığı için muhtemelen bu distopyadan çok uzağa kaçamayacak.