Perşembe, Nisan 18, 2024
spot_img

Afrika’da İki Başkent: Kampala – Kigali

Afrika’nın kırmızı toprağına, Uganda’ya ilk kez ayak bastığımda Ocak ayı idi, yağmur mevsimi değil de kurak mevsimdi. Zürih’te beyaz bir kış hüküm sürerken ekvator sıcağına inmek, kış ortasında yazı yaşamak çok hoş bir duyguydu.

Aynı duyguyu yedi yıl sonra, 2020 yılının yine Ocak ayında ikinci Afrika seyahatimde de yaşadım. Bu kez niyetim Ruanda’yı mutlaka görmekti. Bin Tepeli Ülke olarak anılan Ruanda’nın tepelerinden biri; Kigali Dağı karşımda yağmurlu ve puslu bir gecenin içinde esrarengiz ışıklarıyla yükseliyor ve bu ülke hakkında bütün bilmediklerimi simgeliyor gibiydi. Ruanda kurak mevsimde bile yağmurlu bir ülkeydi.

Uganda’nın başkenti Kampala’dan bindiğim otobüsten dokuz saatlik bir yolculuğun sonunda Kigali’ye indiğimde hava kararalı epey olmuştu ve sinsi bir yağmur yağıyordu. Bir anda etrafımı saran döviz bozuculardan sıyrıldıktan sonra taksicilere yanaşmıştım. En ısrarcı olanın arabasına binip otelin adresini vermiştim. Kara deriliydi, ama Ruandalı olmadığını anlamıştım. Belki bende yabancı olanı anında teşhis eden bir göz var, diye düşünürüm bazen. Çeyrek asrı aşkın bir zamandır yabancı olarak yaşıyor olmanın verdiği bir duyarlık belki de bu.

Yola çıktığımızda yağmur şiddetlenmişti. Taksici bir benzin istasyonuna girmek istedi. Benzin tanklarının çevresi Bodacılar -Afrika’nın birçok yerinde Boda-Taxiler, yani motorsiklet taksiler en pratik ve ucuz seçenektir- tarafından sarılmıştı. Taksici benzin tankına yaklaşamadığı için yola devam etti. Dik bir yokuşu çıkarken araba yalpalamaya, ıslak yolda kaymaya başladı. Anladım ki benzini bitti. Şoförden bana başka bir taksi çağırmasını istedim. Az sonra yeni bir taksi geldi ve yola devam ettim. Diğerinin nasıl olduysa bir manevra yapıp külüstür arabasını yokuş aşağı saldığını gördüm.

Oteldeki odamı alır almaz sırt çantamı ve yağmurluğumu bir kenara atıp sigara içmek için balkona fırladım. Son sigarayı Kampala’da otobüse binmeden bir süre önce içmiştim. Dokuz saatlik otobüs yolculuğunda Zürih’ten aldığım nikotin sakızı ile idare etmiştim. Uganda’da kamuya açık alanlarda -sokaklar, parklar ve kafeler dâhil- sigara içmenin yasak olduğunu, hapis cezasına ya da büyük rüşvetlere mal olduğunu öğrendikten sonra çok dikkatliydim. Ruanda’nın sigara konusunda daha gevşek olduğunu ertesi gün öğrenecektim.

Orta sınıf otelim Kigali’nin modern semtlerinin bulunduğu tepelerden birindeydi, rahat ve temizdi. Henüz akşamın erken saatleriydi, ancak Kigali’yi keşfe çıkabilmek için hem yorgundum hem de yağmur hız kesmeden yağıyordu.

Otelin barından bir içki alıp tekrar balkonuma döndüm. Sigara içtim, içeri geçip biraz uzandım, yeniden balkona çıktım. Yağmur hafiflemiş olsa da aralıksız yağıyordu. Yoldan gelip geçenler seyrelmeye başlamıştı. Yatıp uyumak istemiyor, ilk Kigali gecesinin keyfini balkondan da olsa çıkarmak istiyordum. Karşıdaki tepenin ışıkları esrarengiz ve büyüleci görünüyordu. Yıllar önce bu kentte yaşananların detaylarını bilmiyordum.

Saat ilerledikçe yağmurun hızı kesildi. Otelin önünden geçen cadde ıssızlaştı. Yatağa gidip uyumayı düşünürken yokuştan yukarı açık kasası silahlı adamlarla dolu bir kamyonetin geçtiğini gördüm. 12 Eylül’den sonra sokaklarda devriye gezen askeri cemseleri hatırlattı bana. Bir süre sonra yokuş yukarı ellerinde tahta coplarıyla manga düzeninde ağır ağır yürüyen on kadar adam geçti. Komikti de görünüşleri, gece yarısı bir rutini yerine getirmenin bıkkınlığı vardı üzerlerinde. Bir süre sonra yattım, hemen uyumuşum.

***

Ertesi sabah vakit kaybetmeden bir taksi tutup doğruca Kigali Genocide Memorial Center’a[1] gittim. Duvarlardaki fotoğraflara bakarken 1994 yılı Nisanı’nda başlayan o dehşet günlerini düşünmek bile ürkütücüydü. İnsanın nasıl bir varlık olduğunu, günlük hayattaki sıradan insanın doğanın en vahşi yaratığına dönüşebildiğinin en çıplak kanıtlarını sergiliyordu. Nazilerin Yahudi soykırımından sonra 20. yüzyılın son büyük katliamının önünü açan gelişmeler zincirinde kimlerin ne kadar sorumluluk payı olduğunu söylemek kolay değil. Ancak müzede sergilenen burun ölçme aletinin Belçikalı sömürgecilerce yapıldığı sabit. Alman İmparatorluğu 1. Savaş’ta yenilip Afrika’daki kolonilerden ve Ruanda’dan çekilince onların boşluğunu Belçikalılar doldurmuş.

Kigali Genocide Memorial

Belçika Kralı II. Leopold’un ırkçılığın ağababası olduğu söylenir. Belçikalılar kolonyal misyonlarını yürütmek için aynı dili konuşan insanları Hutular ve Tutsiler diye ayırmanın yöntemini böyle bulmuşlar: İnsanların burunlarını ölçmek, sivri ve narin olanlarını Tutsi, basık ve yayvan olanlarını Hutu diye kategorize etmek ve onlara burunlarına uygun birer kimlik kartı dağıtmak ırkçılığın ve sömürgeciliğin nasıl bir mekanizma ile çalıştığını en çarpıcı biçimiyle açıklıyordu.

Félicien Kabuga, 2020 yılının Mayıs ayında yıllardır gizlendiği Paris’te yakalandı. Pandemi günlerinde medyada kısa süren bir yankı buldu, ancak çabuk unutuldu. Kim miydi Félicien Kabuga? Kigali Genocide Memorial Center‘da fotoğraflarını gördüğüm kafatası yığınlarının mimarlarından, bu yığınların yükselmesini kolaylaştıran Machete‘leri[2] Çin’den ithal eden, iktidardaki diktatör Habyarimana’ya iki kızını vererek servetini büyüten bir iş adamı. Soykırımı haftalar boyunca yayınlarıyla kışkırtan -önceki on yıllarda İsviçre’nin sağladığı Entwicklungshilfe[3] çerçevesinde kurulmuş olan- radyonun da sahibi. Şimdi Uluslararası Savaş Suçları Mahkemesi’nde yargılanmayı bekliyor.

Post-kolonyal dönemde İsviçre ve kimi Avrupa ülkelerinin Entwicklungshilfe‘si devreye girmiş. Ama onlar da Belçikalıların yaptıkları o akıl almaz ayrımcılık üzerinden yürümüşler. Ruanda’daki Hutu iktidarı o dönemde yapılandırılmış. Endüstriyel gıda üretimini teşvik etmek için yapılan yardımlar ülkedeki ormanlarla geleneksel tarım alanlarının yok edilmesine yol açmış. Radyo örneğinde olduğu gibi yönetim aygıtındaki bütün modernizasyon girişimleri de sonuçta iktidarda olanların soykırımı gerçekleştirmelerini kolaylaştıran bir araca dönüşmüş.

Ruanda’ya ayak bastığım gecenin ertesi günü Kigali’yi ilk kez gündüz gözüyle gördüğümde bu ülkenin bazı yönleriyle İsviçre ile taşıdığı benzerliklere hayret etmiştim. Doğası; gölleri ve dağlarıyla yemyeşil küçük birer ülke olmalarıyla sınırlı değildi benzerlik. Başkent Kigali’nin öyle semtleri vardı ki, fotoğraflarda görsem Zürih’e ait olduklarını düşünebilirdim.

Kigali otobüs garajı ve çevresindeki görüntülerse bambaşkaydı. Dönüş biletimi almak için tekrar gittiğimde saatlerce ayrılamamıştım. Garajın karşısında barların ve kafelerin olduğu binalardan birinin terasında oturup o rengârenk karınca yuvasını seyretmiştim. Çoğu Uganda, Kongo, Sudan ve Burundi’den gelip giden yolcu otobüslerinin, Ruanda’nın başka bölgelerine işleyen minibüslerin hepsi o garaja girip çıkıyorlardı. Garajın giriş kapısında sürüler halinde Boda-Taxiler bekliyordu.

Garajın karşısında sırtlarına bağladıkları bebekleriyle açık paketlerden tek tek sigara satan kadınları görünce açık alanda sigara içenler olduğunu fark ettim. Uganda’da bu mümkün değildi, sigarayı ancak evde, kafe ve otellerin özel alanlarında içebilirdiniz. Oysa birçok bakımdan rahat, kadınların gece geç saatlere kadar rahatsız edilmeden sokakta serbestçe hareket edebildikleri bir ülkedir Uganda. Nedense sigara konusunda fazlasıyla otoriter.

Ruanda’nın başkenti Kigali sokaklarında, pazar yerlerinde dolaşırken dikkatimi çeken insanların yüzlerinde gördüğüm hüzündü. Hüzün de değil, donukluk, ağırlık, çok daha ağır bir duygunun izleriydi. O duyguyu açık seçik Kigali Genocide Memorial Center‘ın bünyesindeki Peace School‘da[4] toplanmış insanları gördüğümde hissettim. Müze çıkışında bina kompleksini dolaşırken önünden geçtiğim salonda yirmi beş, otuz kişi duvardaki ekranda video görüntüleri izliyorlardı. Bir süre dışarıdan baktım, kapı açıktı, yavaşça içeri süzüldüm, kenarda oturanlardan birine usulca izleyip izleyemeyeceğimi sordum. Adam başıyla onaylayınca arkada bir sandalyeye iliştim.

Video Ruanda dilindeydi ve İngilizce alt yazılıydı. İngilizcem kıt olsa da görüntüler her şeyi anlatmaya yetiyordu. Ve de insanların yüzlerindeki ifadeler! Acı, hüzün ve ağırbaşlılık. Evet, her şeye rağmen ağır başlılık. Bunu becerebiliyorlardı, becermeyi öğreniyorlardı. 26 yıl önce yaşananlarla başa çıkabilmek için. İçlerinde o korkunç olayları yaşamış olabilecek yaşta olanlar da vardı, gençler de. Belki yaşamış olanların çocukları, yakınlarıydılar. Varlığımın orada fazlalık olduğu duygusuna kapılarak sessizce ayrıldım.

Benim için şehrin merkezi demek olan otobüs terminali civarına gittim. Hayatın nabzı oralarda atıyordu; pazar yerindeki, garajın çevresindeki rengârenk kalabalık, boda taxiciler, sırtına bebesini bağlamış tek tek sigara satan kadınlar. Oturduğum kafelerde insanların hatırı sayılır ölçüde bira içtiklerini fark ettim. Uganda’da sigara içen yerliye pek rastlamadığım gibi alkol de görünürde bir sorun teşkil etmiyordu.

Kigali’nin bu kesimlerinde, o karınca yuvası gibi işleyen garajda beyazlara rastlamadım. Kampala-Kigali otobüsünde de benden başka beyaz yoktu. Beyazlar kara yolunu ve toplu taşıma araçlarını kullanmıyorlardı. Hava kararmıştı, kafeden kalktım ve garaja paralel dik yokuşu tırmandım. Yamaçtan yürürken içerilere uzanan dar, arka sokaklar görünüyordu. Kigali’nin varoşlarıydı buralar. Derme çatma evlerinin önünde yemek pişiren kadınlar, çamurlu sokaklarda oynayan çocuklar. Kigali’nin yoksul yüzü! Bütün merakıma rağmen o sokaklara girmekten çekindim, korkudan değil, başıma bir şey gelmeyeceğinden emindim. İnsanlar bana merakla, ama dostça bakıyorlardı. İnsanların yoksul hayatlarını taciz edecek bir yabancı gibi hissettiğimden giremedim o evlerin arasına.

Sabah erken kalkmış ve bütün gün dolaşıp yorulmuştum. Oteli bulabileceğimden emin değildim, belki de tepeler şehrinde kaybolmuştum. Karşıma bir Boda-Taxi çıkınca çevirdim ve otelin adresini verdim. Kigali’de bindiğim ilk Boda idi bu. Bodacı hemen bir kask uzattı bana. Uganda’da çok boda-taxi kullanmıştım ama hiçbiri kask vermemişti. Orada sürücüler de kullanmıyordu zaten. Herkesin kullandığı o kaskı çekinerek de olsa kafama taktım. Ruanda’da kasksız kimse görmedim motor üzerinde.

Otelin bulunduğu semti tanıyınca Boda’yı durdurup indim. Kigali’deki son akşamı dışarıda geçirmek istiyordum. Caddelerde mağazaların vitrinlerine bakarak dolaştım. Hava serinlemişti ama yağmur yağmıyordu. Vitrinlerin, AVM’lerin batıdakilerden farkı yoktu. Beyazlar bu bölgelerde yaşıyorlardı. Geldiğimden beri hiç görmediğim kadar beyaz insan gördüm. Caddeler, binalar, vitrinler İskandinav ülkelerini hatırlatıyordu.

Akşamın ilerleyen saatlerinde caddeler, sokaklar tenhalaştı. Kigali’de insanlar erkenden evlerine çekiliyorlardı, Kampala gibi değildi. Bir gece hayatı vardı muhakkak ama bakınca hemen görünmüyordu. Akşam yemeğini yine otelde yedim, içkimi alıp balkona çıktım. Caddeden gelip geçenler iyice seyrelince yattım. Ertesi akşam Uganda’ya dönecektim ve daha görmek istediğim yerler vardı.

***

Sabah kahvaltıdan sonra bir taksi çağırıp görmek istediğim ikinci müzenin; Campaign Against Genocide Museum’un adresini verdim. Taksicinin müzeyi bulması çok zor oldu, bulduğunda o da ben de şaşırmıştık. Çünkü Başbakanlık binasının içindeydi müze. Taksici dönüp gittikten sonra o resmi ve soğuk binanın karşısında tek başıma kaldım. Kapıda sırım gibi iki silahlı asker bekliyordu. Müzeyi gezmek istediğimi söylediğimde bir X-Ray cihazından geçirdikten sonra resepsiyona götürdüler. Orada bir form doldurmam istendi. Nereden geliyordum, müzeyi niçin ziyaret etmek istiyordum, gibi soruları cevaplamam gerekti.

Tutsi

Koridorlarda ellerinde evraklarla gidip gelen memurlardan başka hiç sivil yoktu. Müze bölümünde de benden başka ziyaretçi yoktu. Müze görevlisi yanıma mihmandar isteyip istemediğimi sordu, yalnız dolaşmak istediğimi söyleyince beni yalnız bıraktı adam. Burası Kigali Genocide Memorial Center kadar etkileyici değildi, resmi ve soğuk bir havası vardı.

Müzeden çıkınca teras katına yönlendirdi beni görevli, bir şey göstermek istiyordu. Terastan Kigali’nin bütün tepeleri görülebiliyordu. İlk dikkatimi çeken binayı mitralyözlerle savunan askerleri tasvir eden heykeller oldu. Bunlara bir anlam veremedim önce, mihmandar terasın kenarından binanın mermi delikleriyle delik deşik edilmiş dış cephesini gösterince durum açıklığa kavuştu. Başkan Habyarimana’nın Uganda’da üstlenmiş olan sürgündeki Tutsi direnişçilerle barış antlaşması imzalamasından sonra -bu anlaşma hiçbir zaman uygulanmamıştı- uçağının düşürülüp ölmesinin ardından içinde bulunduğum Başbakanlık Binası bombalanmıştı. O dönemde Tutsi kökenli bir kadın başbakan görevdeydi ve katliamcı Hutu Güçleri tarafından saldırıya uğrayan bina savunulmuştu. Campaign Against Genocide Museum için Başbakanlık binasının seçilmiş olmasının nedeni buydu.

1962’de sömürge yönetiminin sonra ermesi, iktidarın çoğunlukta olan Hutilere geçmesinden sonra Tutsilere karşı başlayan saldırılarla birlikte Uganda’ya geçmiş olan direnişçilerin lideri Paul Kagame bugün Ruanda’da devlet başkanlığını sürdürüyor. Kagame, Batı ülkelerinde eğitim görmüş, Uganda ordusunda yüksek görevlerde bulunmuş, hatta bir dönem istihbarat başkanlığı yapmış olan aydın bir kişilik. Ancak bugün Ruanda’yı demir yumrukla yönetiyor olmasını söylemek yanlış olmaz.

***

Beni Kampala’ya geri götürecek otobüs akşam 19.00’da kalkacaktı. Sabah otelden sırt çantamı alıp çıkmıştım, neyse ki ağır değildi. Müzeden çıktığımda henüz öğleden sonrasıydı, otobüs saatine kadar bir yerlerde vakit geçirmem gerekiyordu.

Bir Boda-Taxi’ye binip garaj civarına geldim, vakit geçirmek için en uygun yer orasıydı benim için. Günün her saati garaja girip çıkan otobüsler, minibüsler, bodalar, yayalarla kıpır kıpır kaynayan bir kalabalık. Hemen yakınındaki pazar yerini gezdim, gerçek bir pazar yeri. Rengârenk; insanların giysileri, tanımadığım sebzeler, papayalar, mangolar, jackfruitler bir renk cümbüşüydü. Turiste ya da bir beyaza rastlamadım yine. Sıcaktan bunalınca garajın karşısındaki kafelerin, birahanelerin olduğu binanın ikinci katına, garaja karşı oturdum.

Açık paketten tek tek sigara satan, bebesini sırtına bağlamış genç kadın yine oradaydı. Birkaç paket Ruanda sigarası aldım, karşılığında Hint malı kibritlerden hediye etti. Sevinmişti, paketle sigara alan pek yoktu herhalde. Aynı şekilde sigara satan başka kadınlar da gördüm. Bebeklerini beslemenin bir yolunu bulmuşlardı.

Otobüs saatine kadar insanları izledim, arı kovanına benziyordu garaj. Ellerinde tomar tomar paralarla elden döviz bozan adamlar ve kadınlar, seyyar satıcılar, inen binen yolcular, taksiciler, bodacılar hepsi oradaydı. Otobüslerin bagajlarına Afrika’nın bir yerinden başka bir yerine gidecek çuvallar, bavullar, denkler yükleniyordu. Kalkış saati gelince koltuklarıma yerleştim, gelirken olduğu gibi giderken de çift koltuk almıştım. Bir koltuk sırt çantam içindi! Uzun yolculuklarda yanımda kimse olmasını istemem, uyurken horlayan, üstüme yıkılan ya da gevezeliği seven birileri. İtiraf etmeliyim ki, Afrika’da 9 saatlik otobüs yolculuğunda hiç istemezdim bunu.

Dönüş yolunda da otobüsteki tek beyaz bendim. Ama tenimin renginin farklı olduğunu, bir yabancı olduğumu fark ettiren en küçük bir davranışa, bir imaya maruz kalmadım. Afrika’nın en çok bu yanını seviyorum. Bunu yapan bizleriz öncelikle, bu farkı öne çıkaranlar, rengi önemseyenler!

Hava kararana kadar pencereden akıp giden ırmak kıyılarını, ormanları, dağları, tepeleri seyrettim. Ruanda çok dağlık bir bölgedir. Otobüs şoförleri de o devasa araçları kıvrım kıvrım yollarda deli gibi sürerler.

Kigali

Irmak kıyılarından geçerken Kampala’da dinlediğim bir hikâyeyi hatırlamıştım. 12 Eylül 1980 darbesinden sonra Uganda’da diplomatik ilişkileri olan bir baba aranan oğlunu Kampala’ya gönderiyor. Uganda’ya yerleşen Türkiyeli siyasi mülteci Ruanda’da çalışıyor bir dönem. Yaptığı iş şu: Ruanda’da 1994 yılında 900 000 insanın katledildiği o korkunç olaylardan sonra göllere ve ırmaklara atılmış cesetleri dozerle toplamak, çürümüş bedenleri çamurlu suların içinden çıkarıp kıyıda bir yerlere yığmak! Bu işi yapmak zorunda kalan arkadaş psikolojik dengesini yitirmiş olarak Kampala’da yaşamını sürdürüyordu.

Gece yarısına doğru Ruanda ile Uganda’yı birbirinden ayıran Katuna sınır kapısına yaklaşıyoruz. Bu kapıdan Uganda’ya girişte sıkı bir kontrol var, işlemler uzun sürüyor. Sigara içebileceğim bir köşe arıyor gözlerim. Daha uzun saatler boyunca içemeyeceğim. İleride bir kaç küçük dükkân ve büfe var, oraya doğru yürüyorum. Bir barakanın arkasını gözüme kestiriyorum, genç bir çocuk var sadece, büfede çalışıyor galiba. Orada sigara içip içemeyeceğimi soruyorum. İçebilirsin, bir tane de bana ver, diyor çocuk. Birer sigara tüttürüyoruz etrafı kollayarak. Sigaramı bitirince çocuğa teşekkür edip barakanın arkasından çıkıyorum.

***

Katuna sınır kapısından uzaklaştıktan bir süre sonra uyumuşum. Gözlerimi açtığımda hava aydınlanmıştı. Nerede olduğumuzu anlamaya çalışırken otobüs bir garaja girdi. Arabada kalan bütün yolcular kalkınca Kampala’ya geldiğimizi anladım. Sabahın çok erken saatleriydi, bir taksi tutarak arkadaşımın adresini verdim ve doğru eve gidip yattım. Adres deyince, Kampala’da evlerin numarası olmadığını eklemeliyim. Semt ve sokak adı, bir de Google Map’ten konumunu göstermek yetiyor.

Kampala’da beni bekleyen sürpriz daha Ruanda’ya gitmeden önce ekranlara düşmeye başlamış olan Covid-19 haberleriydi. Çin’in Wuhan eyaletinde sokaklarda dökülen Çinlilerin görüntüleri pek inandırıcı gelmiyordu doğrusu. Bunların fake olabileceğini düşünüyorduk. Ruanda’da ve yolda geçirdiğim beş gün içinde buna dair hiçbir şey duymamıştım. Kampala’ya dönünce işin ciddi olduğu anlaşıldı. Dünyanın başka yerlerine yayılıyordu. Uganda’da virüsün henüz hiçbir belirtisi yoktu.

30 Ocak 2020 gece yarısı Entebbe Havaalanı’ndan uçağa binerken her şey normaldi. Doğru zamanda gitmiş ve dönmüşüm diye düşünüyorum hâlâ, yoksa bu seyahat hiçbir zaman gerçekleşmeyebilirdi.

 

[1]Kigali Genocide Memorial Center: Ruanda’nın başkenti Kigali’deki Soykırım Anma Merkezi.

[2]Machete: Bir tür pala.

[3]Entwicklungshilfe: Azgelişmiş ülkelere yapılan gelişme yardımı.

[4]Peace School: Ruanda Jenosidi’nden sonra katliam mağdurlarının yaşananlarla yüzleşebilmeleri için yapılan bir proje. Güney Afrika’daki Apartheid rejiminin yıkılmasından sonraki projeden esinlenilmiş.

1 Yorum

Bir Cevap Yazın

SON YAZILAR