Cumartesi, Nisan 27, 2024
spot_img

Aşk Mı?

Kırk beş yaşındaki bir adamdan aşk yazısı yazması istenmemeli. İstenmemeli, çünkü yalan söyleyecektir, mübalağalı methiyeler düzecektir aşka ve âşıklara, mezarından çıkardığı küflü bir iskeleti süsleyip püsleyip koyacaktır vitrine, bakın, diyecektir, ne güzel. Hadi bir yaş eşiği sallayalım: Otuz yaşın üzerindekiler aşktan anlamaz, hele kırkı devirmişler hiç anlamaz, zira çoktan unutmuşlardır ve artık olsa olsa dillerine vurmuştur. Girin herhangi bir kahvehaneye, oturun biraz, çayınızı yudumlarken kulak kabartın etrafa: En irkiltici küfürleri, en sabır zorlayıcı “karı kız” muhabbetlerini, hazdan en uzağa düşmüş olandan duyarsınız. Bunun gibi işte. Aşk, ihtiyarların gençlere anlattığı koskoca bir yalandır.

Ve zira bedenin yaşlanmasına tuhaf bir keder eşlik ediyor. Gelip de geçmeyen, yıllara yayılan uzun mu uzun bir yas misali, midesinde yakıcı bir buruşmayla, ansızın çıkıp geliveren ağlama arzusuyla, kendisine şah damarından daha yakın bir utanç duygusuyla yaşıyor insan. Böyle yaşamaya alışıyor. Geriye dönüp ağlattıklarından, aldattıklarından, kaçtıklarından, kovaladıklarından, sevmiş gibi, inanmış gibi, varmış gibi, yokmuş gibi yaptıklarından özür dilemek istiyor, ama artık ara ki bulasın o bahtsızları. Özür dileyemedikçe uyduruyor, haysiyetsizliğine yeni derinlikler, rengârenk boyutlar ilave ediyor böylece.

Hâlbuki kim istemez haysiyetli bir hayat yaşamayı, öyle bir hayatın hikâyesini anlatmayı? Ama işte, haysiyet dediğin ağaçta yetiştirmiyor ki uzanıp koparasın, olgun bir şeftali misali, sularını döke saça ısırıp bünyeye katasın. Gövdenin iştahını ruhun saflığıyla terbiye edip dört başı mamur bir aşka ferah feza yelken açasın… Haysiyet, o yelkeni şişirecek rüzgârın, dünyanın mevcut düzeni dâhilinde imkânsızlıkla malûl olduğunu, ilahların da bu hususta yapabileceği hiçbir şey olmadığını idrak ve itiraf ettiğin yerde başlıyor.

Devasa bir balina leşi gibi yatıyor ortamızda aşk ve biz üzerinde akbabalar gibi döneniyoruz. Ziyadesiyle lezzetli olduğu söylenen yerlerini didikliyoruz leşin, baygın kokulu parfümler, küçük kırmızı kalp yastıklar, ‘aylavyu’ yazılı dandik fincanlar halinde takıp gagamıza ganimetleri, pespaye hayatlarımıza doğru telaşla kanat çırpıyoruz. Manasından arınmış, beş para etmez bir aşk piyesine dekor ettiğimiz mezar evlerin darağacı salonlarında, mumlu-çiçekli masalara kusuyoruz getirdiklerimizi. Aşk martavalıyla biraz daha tahammül edebilmek için, kendimize, birbirimize, hayatımıza, patronumuza, yalnızlığımıza…

Hâlbuki kim istemez aşkla tekamül etmiş bir hayat yaşamayı, öyle bir hayatın hatırasıyla göçüp gitmeyi? Ama işte aileler var, haneler, okullar, kışlalar, fabrikalar, bürolar var… Tıklım tıkış metrobüsler, kat kat betonlar, ışıl ışıl AVM’ler, salya, kan, ter, sidik, bok püsür var… Bir tek aşk yok… Her yerde ismi var, hiçbir yerde cismi yok… Direnişle, isyanla, devrimle yolu kesişmedikçe olacağı da yok.

Aşk mı? Fazla takmamak lazım… Haa, o büyük âşıkları bulabilirsek, üzerimize düşeni de yaparız elbet: Nadir mahlûklar misali kafeslere koyup meydan meydan dolaştırırız sözgelimi. Bunca şirket, bunca sefalet, bunca dalavere, bunca zulüm, bunca korku, bunca ihtiras, bunca reklamın ortasında âşık olabilenlere, saf aşkı bünyelerinde yaşatabilenlere cümleten taparız. Hatta yassı kolilerdeki monte etmesi pek zevkli mobilyalarla yuvalarını da biz kurarız. Kırk gün kırk gece düğün yaparız, küçük kırmızı kalp yastıklarla yastık savaşı yaparız, ‘aylavyu’ yazılı fincanları yerlere çalıp sirtaki yaparız, fesat ve hasetle taşlaşmış ruhlarımızı bir müddet askıya alıp aşk varmış ve mümkünmüş gibi yaparız…

O âşıkları bulana kadar, meşhur güftekâr rembet Nikos Gatsos’un Kegome Kegome’sine kulak verilip içilsin: “Yanıyorum yanıyorum, ateşe biraz daha yağ dök / Boğuluyorum boğuluyorum, derin denizlere at beni…”

Ha bir de imkânı olan “durmadan sevişsin”. Bunun için “şehirlere bombalar yağmasını” beklemeye lüzum yok. Görebilene, yağıyor zaten.

 

*Bu yazı Mukavemet Dergi 2017 Ağustos sayısında yayımlanmıştır.

Bir Cevap Yazın

SON YAZILAR