Perşembe, Aralık 12, 2024
spot_img

Ben Buradayım

Kiminle konuşsam, nereye dönsem benzer şeyler duyuyorum. Dostlarım, arkadaşlarım ve tanışlarım bu ülkeyi terk etmekten bahsediyor. Biraz ayrıcalığı olanlar bunu başarıyor da. Ülkeyi terk etmekten bahsetmeyenler İstanbul’dan kaçıyor. İstanbul’da kalanlar da betonlaşmadan, kentsel dönüşümden, trafikten, nobranlıktan şikayetçi. Herkes öylesine haklı ki bu şikayetlerinde onaylamaktan başka yapacak bir şey bulamıyorum. Tespitleri keskin ve yanılmaz olsa da eylemleri iki arada bir derede.

Tüm bunların içinde, ta derinde bir yerde bu şikayetlerden ve tespitlerden tatmin olmayan bir tarafım var. Bu tarafım üstüne düşünüyorum. Geçmişte iki yıl İtalya’da yaşadığımdan belki, o derindeki ses bana şunu söylüyor; kaçabilirsin ama kurtulamazsın! Sonra Ezginin Günlüğü takılıyor dilime. “Bu şehir arkandan gelecek, sen yine aynı sokakta dolaşacaksın.”

Elbette ben de farkındayım nasıl bir alt üst oluş yaşadığımızın, toplumun büyük kısmının huzursuz, işsiz hatta evsiz oluşunun. Bir kısmının borç batağında, bir kısmının ümitsiz oluşunu görüyorum. Suya sabuna dokunmadan yaşayanlar ve her dönem sırtı yere gelmez fırsatçılar hariç herkesin kendisini bu ülkenin genel ahvali gibi hissettiğini biliyorum: yılgın, yenilmiş ve sinik. Bu sinizm kolay(cı)lıkla bir kaçış ve bir nefes alma isteğinde ifade buluyor. “Gideceksin abi bu ülkeden”

İnsanı Anlamak ve Anlatmak İçin

Tam bu noktada, şöyle bir durup kendime sorular soruyorum: “Ben kimim?”, “Hayattaki işlevim, varlığımın amacı ne?”, “Gelecekten muradım ne?” “Nasıl bir dünya istiyorum?”. Sonra daha özel sorulara geçiyorum: “Sanatın amacı nedir ve neden kendimi ifade etme gereği duyuyorum”, “Mutlu muyum?”, “Neden sinema?” (acemi bir muhabir tonlamasında). Benim tüm bu sorulara verebildiğim cevap ise şundan ibaret : Yaşamdan aldığımı yaşama geri vermek istiyorum. İnsanı anlamak ve becerebildiğim ölçüde kendi penceremden aktarmak istiyorum. Hayata dair sorularım var ve bunları paylaşmak istiyorum. Sanattan beklentim de kendimden beklentim de hep bu şemsiyenin altına toplanmış haldedir.

Bu şemsiyenin altında beni ben yapan unsurların neredeyse hepsi bu ülkeye ait. Güldüğüm, kızdığım, övündüğüm, yerindiğim, dalgasını geçtiğim insanların arasındayım. Yeryüzünde en iyi tanıdığım insanlar bu ülkede yaşıyor. Ben buranın, bu toprakların bir mamulüyüm. Hamurum da çamurum da buranın. Bunu reddederek değil sinema yapmak çay içmek bile mümkün değil gibi geliyor bana.

Kötümserlikten Uzak

Bulunduğum kavşak işte tam burası: sinemacı kimliğim ile yurttaş kimliğimin kesiştiği bu gayya kuyusu. Bir yanım yaprak dökse de, bir yanım mavi yosun dalgalanıyor sularda. Sosyal medyada karalar bağlarken, parka gidip sonbahar güneşinin tadını çıkarmayı da ihmal etmiyorum. Sinema bir anlatım aracıysa, suya değil perdeye bir yazı yazmak hüneriyse o perdeye yansıyanlar içimden kopup gelecektir. Bu içimde çoğunluk buralı hikayeler biriktiyse, hayatın içinden perdeye bir yol olmaksa niyetim, ki öyle, o zaman bilmediğim coğrafyalara nasıl açılabilirim? Ne de olsa bu bir kaçış sayılmaz mı? Kendimden de kaçıyor sayılmaz mıyım? Böyle bir kaçış da insanı dilini bilmediği ülkelerde göçmenliğe sürüklediğinde, bu göçmenlik hali, bugün milyonlarca insanın zorunlu sürgünü de insanı bir yok oluşa sürüklemez mi? Yok olmasa bile dilini bilmediğim insanların içinde bir boyalı kuş olmanın ötesine geçemem. Hiçbir zaman ait olmadığım yerlere aitmiş gibi yapamam. Hrant Dink’in sözleri geliyor aklıma “Bu topraklarda gözümüz var. Ama alıp götürmek için değil ta en derinine gömülmek için.”

Peki ne yapmalı? Belki de ilk başta bu sinizmi ve konformizmi söküp atmalı. Türkiye entelejansiyasının bizim kuşağa düşen porsiyonundaki bu yılgınlığı bir kenara bırakmalı. Çok zeki ve yetenekli insanlardaki bu keskin ve kötümser alaycılıktan uzak durmalı. Hiç olmuyorsa umudunu kesmiş insanlarla görüşmeyi kesmeli, bu yapılabilir.

Umut Nerede?

“Babamın Kanatları”nın gösterimi sırasında gittiğim şehirlerde yaptığımız söyleşilerde ortak bir soru vardı. Peki umut nerede? İzleyenler bilir bizim filmin sonu biraz karamsar biter. Ama işte insanımızın çoğunun farkında olsa da olmasa da sorduğu ortak soru budur. Çünkü umuda işte öylesine açız. Çektiğim bir filmle umut olmak isterdim insanlara. Ama bu belki de umudu yanlış yerde, yanlış bir biçimde aramak olur. Filmler değil, o filmlerden çıkan insanlar değiştirecek dünyayı. Ya da başka bir açıdan film yapıyor olmanın bizzat kendisi bir umut sayılmalı bizim gibi ülkelerde. Biz o insanlara bir şeyler gösteren, hissettiren ve becerebilirsek duygu dünyasına girip onları bir iki saatliğine yarattığımız dünyaya davet eden insanlarız. Ham siyasi söylemlerin ötesine geçtiği takdirde, insanı anlama çabasında bir durak olma niteliğiyle sinema ve en genelde sanat, toplumları etkileyen güçlü bir araçtır. İşte bu güç biraz da bunu üreten kişi/kişilerin inancı ve sevgisinden ileri gelir.

Tahran’da Abbas Kiarostami fotoğraflarından oluşan bir sergiyi dolaştığımda hem gözlerim dolmuş hem de düşüncelere dalmıştım. Bir ülke ölen bir yönetmenin ardından ağlıyordu. Yönetmeni, yapımcısı, oyuncusu, işportacısı, genci, yaşlısı… Bu göz yaşları bir sanatçının ülkesinin insanıyla kurduğu derin sevgi bağının yüzeye vuran kısmıydı. Bir sinema peygamberi olarak nitelenen Kiarostami neredeyse bütün sanat yaşamı boyunca kendi ülkesinde kalmış, kendi ülkesinin insana kamerasını çevirmişti. Hatta diyebiliriz ki sinemasının ağırlık merkezi tam da burasıydı. Bunu da bir kariyer telaşından değil içinden taşan sevginin çokluğundan yapıyordu.

Bu Ülke Anlatmaya Değer

O zaman bir önceki soruma tekrar döneyim ve kendi cevabımı vereyim; umut insanın tarihsellik içindeki akışındadır. O yüzden insanlığa olan umudumuzu kaybetmemize yol açacak her tür söylemden köşe bucak kaçmak gerekir. Büyük insanlığa inanan, onun için mücadele eden dünyanın her yerinde sayısı, kimliği belirsiz o güzel insanlardadır çünkü umut. Aynı zamanda öfkelenme yetisini kaybetmemiş, mücadeleden vazgeçmemiş, sevme becerisi azalmamış, sorgulama yetisini yitirmemiş insandadır. Bence umut, fabrika çıkışında bildiri dağıtan, yaşam alanına sahip çıkan, Yüksel caddesinde sesini duyurmaya çalışan, haksızca işinden olmasına rağmen hayata daha bir güçle tutunan insandadır. Sendika temsilcisi olduğu için işten atıldığı fabrikaya 150, o fabrikanın ürünlerinin satıldığı mağazalara 50 metreden fazla yaklaşması yasaklansa da oradan sesini duyurmaya çalışan Hakan Gürses’tedir. Kazova’da dayanışma, Metal işçisinde kararlılıktadır. Ya da bir şantiyede günün yorgunluğunu halay çekerek atan inşaat işçisinin yaşam sevincindedir. Kendinden olmayanla dayanışma gösteren, çıkar beklemeden omuz verendedir. Dans etmeyi, gülmeyi unutmamış her iyi insandadır.

Yaşama sadece biraz daha dikkatli baktığımızda çıkışsız olmadığımızı görürüz. Sinemada da bu böyledir. İşte bu sayede Sauron’un üstüne üstüne gidecek kararlılığı bulabilir, farklılıklarımıza rağmen güçlerimizi birleştirir ve o yüzüğü yok edebiliriz. Patronun karşısına dikilip Yaşar Usta’nın onurunu savunduğu gibi savunabiliriz onurumuzu. Ya da atı öldükten sonra son umudunu hocanın peşine takılmakta bulan faytoncu Cabbar gibi beyhude olduğunu bile bile koşabiliriz bunun peşinden. Hiçbir şey yapamıyorsak Mr. Gump gibi tek başımıza bütün ülkeyi boydan boya sakallarımız uzayana dek ama çok derinde taşıdığımız o amaç için koşabiliriz.

İşte bu yüzden ben buradayım. Gitme hayalleri kurmuyor, şikayet etmeyi bırakıyorum. Yaşamdan aldığımı yaşama verecek yolculuklara hazırlanıyorum. Dünyanın en güzel yeri olmasa da bu ülkenin insanını seviyorum. Anla(t)maya değer buluyorum. Günden güne kederlere sürüklensem de umutsuz değilim. Çünkü en son umut ölür, bunu hepimiz biliyoruz. Ve yine biliyoruz ki en nihayetinde bir ülkenin kaderini oradan başka gidecek yeri olmayanlar çizer ve ben de o insanlardan biriyim.*

Bu yazı Mukavemet Dergi’nin 9. sayısında yayınlanmıştır.

Bir Cevap Yazın

SON YAZILAR